Yazmış olduğu senaryolar yurt içinde ve dışında çeşitli ödüller alan, birçok filmin yönetmenliğini yapan, sinema çalışmalarının yanı sıra tiyatro oyunları da yazan Ülkü Oktay’ın ilk kitabı Vesvese, Sel Yayınları aracılığı ile okurlarıyla buluştu.  

Toplumun her kesiminde ve her yaşta görmezden, duymazdan gelinen, dar alanlara sıkıştırılan fikirleri önemsenmeyip davranışları törpülenmeye çalışılan, durmaksızın kıymetsizleştirilen, buna rağmen kendini var etmeye çalışan kadınların hikâyesi Vesvese.

Uyumsuzluk, sevgisizlik, baskı gibi temalar üzerinden kadınların korkularına, endişelerine, kâbuslarına yerleşen vesveseleri dillendiren Oktay bu kadınların iç dünyalarında köşe bucak gezdiriyor okuru. Bir kez daha anlıyoruz ki rüyalar ve kâbuslar da kişinin gerçekliğinin bir parçası.

Oktay ile Vesvese’nin kadınlarından, öykülere sinen duygulardan, dil ve metin ilişkisinden, öykülerde oluşturduğu başarılı atmosferden hem Vesvese’nin de çağın da meselesi şiddetten konuştuk.

Edebiyatın hepimizin aklını kurcalayan şu malum sorusu: “Dil araç mıdır, amaç mı?”. Okur, bu konuda yazardan daha farklı düşünebilir elbette. Yazarın da bir okur olduğundan yola çıkarak iki türlü de sormak isterim size hem okur hem yazar olarak “Ne mi? Nasıl mı?”

İnsan doğası gereği sürekli hikâyeler “uyduran” bir varlık; evden çıkıp aynı yoldan işe giden iki kişi size aynı şeyleri anlatmayacaktır, dünyayı algılama şeklimiz itibarıyla sürekli kendimize göre hikâyeler uyduruyoruz.

Bir şeyi sanatsal etkinlik hâline getiren şeyin ona biçim vermek olduğunu düşünüyorum. Metinleri dil ile inşa ediyoruz, üslupla yapılar kuruyoruz. Hikâyeye ben malzeme olarak bakıyorum, onu eser hâline getiren ise anlatma şeklimiz. Malzemeyi yontup şekil vermek, o malzemenin potansiyelini en iyi şekilde ortaya çıkarmak, hâliyle neyi nasıl anlattığımız ortaya çıkan ürünün niteliğini belirliyor diye düşünüyorum.

Goethe, “İnsan yalnızca başka bir insanda tanır kendini,” diyor. Onlarca insanın yaşamına konuk olduğumuz tek yer sanırım kurmacalar. Metinlerdeki karakterleri ya da diğer bir ifade ile bir başkasını tanırken kendi katmanlarımızda yer alan hikâyeleri de keşfediyoruz sanki. Meselemiz neyse günün sonunda hikâye orada şekilleniyor. Bunu sanatın her dalı için söylemek mümkün belki de. Bu bir bakıma nihai olarak oluşturacağımız benliğin de hikâyesi gibi. Ne dersiniz?

Hemen her yazarın kendince daha varoluşla ilgili temel meseleleri oluyor sanıyorum, bir de dünyanın kendisini, değişimini anlamak, hayatta kalmakla ilgili değişen geçici meseleleri oluyor. Bunlara bilgimiz, üslubumuz, potansiyelimizce cevaplar arıyoruz, etraflarında dönüp duruyoruz zannımca. Kim olduğumuzu belirleyenin biraz da bu meselelerimiz, sorduğumuz sorular, onlara verdiğimiz, verebildiğimiz, veremediğimiz cevaplar ya da cevap arayışlarımız olduğunu düşünüyorum.

Yazarken kimi zaman bu meselelerle ilgili bir ışık parlar gibi oluyor, cevaba giden bir yol aydınlanıyor ama yaklaştıkça da şimdi geldim oraya vardım, denilebilen yerler değil; o yollara bir girip bir kayboluyoruz, birkaç ana mesele etrafında dolanıyoruz galiba sona kadar.

Satı öyküsünde bebeklik ve annelik bağı duygusal, iletişimsel, psikolojik hatta ince göndermelerle sosyolojik olarak da işleniyor. Yer yer bize insana ait karmaşık davranışların kökenleri hakkında da ipuçları veriyor. Diğer yandan insanın peşini hiç bırakmayan vicdan azabının da altını çiziyor. Kahramanımız ölümüne sebep olduğu Sarman’ı, zaman zaman kızı Satı’da yaşatıyor. Okurken insan “Bir bumerang gibidir hayat, attığımız er ya da geç geri gelir,” diye düşünmeden edemiyor. Siz ne dersiniz?

Beliz Güçbilmez Zaman Zemin Zuhur’da “Geçmişte bir şey olur, gölgesi bugüne düşer,” der. Satı’da öykünün anlatıcısı Gülsüm henüz ergen yaşlarındayken başına gelen travmatik bir olayı atlatamamış, her ne kadar bastırıp yoluna devam etmiş olsa da Satı doğduğunda Sarman ile arasındaki fiziksel bir benzerliği görür görmez bastırılan geri dönüşüyle içine korku yerleşiyor ve korku o kadar büyüyor ki Gülsüm’ü artık sağlıklı bir şekilde düşünemez hâle getirerek Satı’nın kızı olduğunu dahi unutturuyor.

İnsan yaşadıklarının pek çoğunu unutuyor, “sağlıklı” olan da bu, egoyu zedeleyen travmatik durumları bastırarak yola devam ediyoruz, “acı beden” olmamak için mekanizma bu şekilde işliyor. Ama bastırılan da bir sızıntı bulur bulmaz gün yüzüne çıkıveriyor, Gülsüm öyküde Satı sayesinde bastırdığı travmasıyla yüzleşmek zorunda kalıyor ve içindeki korku bulutları dağılmadan Satı’yı kızı olarak görmeyi başaramıyor.

Sistemin yeni satın almalar için dayattığı, başta televizyon olmak üzere sanal mecralar aracılığı ile pompalanan neredeyse hatları sistematikleştirilmiş güzellik algısı kadın vücudunu her geçen gün daha da metalaştırıyor. Bu, güzellik ve beğenilme arzusu beraberinde kadınlar arasında da bir rekabet oluşturuyor. Sevda’dan Small öyküsünde iki arkadaş arasında bu durumu ve yol açtığı anlaşmazlıkları, tüm açıklığı ile okuyoruz. Biz kadınlar bedenlerimizle değil, aklımız ve ürettiklerimizle var olmak için nasıl yer açacağız kendimize, nasıl yıkacağız duvarları?

Berger, Görme Biçimleri’nde, erkekler “davrandıkları” gibi, kadınlar ise “göründükleri” gibidirler, der ve ekler; kadın, olduğu ve yaptığı her şeyi gözlemek zorundadır, erkeklere nasıl göründüğü, onun yaşamında başarı sayılan şey açısından son derece önemlidir. Kendi varlığını algılayışı, kendisi olarak bir başkası tarafından beğenilme duygusuyla tamamlanır. Small’da, erkek arkadaşı tarafından beğenilmediğini hisseden Sevda’nın en yakın arkadaşıyla arasındaki fiziksel görünüş farkının arkadaşını kıskanmasına yol açması hatta duygunun iyice büyüyüp Sevda’nın karanlık taraflarını harekete geçirerek sonradan kıza çok pişman olacağı şeyleri yaptırmasının hikâyesini dinliyoruz.

Sorunuza dönersek hepimiz bedenlerimizle varız, asıl mesele Berger’in bahsettiği bakanı, bakışın sahibini değiştirmek, erkeklerin bakan, bakılan iktidarını yıkmak. Bunun da kendi adıma kadınların her alanda daha çok üretmesiyle mümkün olabileceğini düşünüyorum. Kendi üretim alanlarım için kadınları ne kadar incelikli anlatırsak başka insanlarla o kadar güçlü bağlar kuracaklarına inanıyorum. Eskiye göre daha fazla kadın yazar ve yönetmen var, erkeklerle sayı olarak kıyaslandığında eşit olmaktan oldukça uzak elbette ama yöneten, yazan, çizen, üreten kadınların sayısı günden güne artıyor; filmler, kitaplar artıyor; işlenen karakterler, hikâyeler, biçimler, üsluplar çeşitleniyor. Bunların hepsi çok heyecan verici ve daha da artacağından da hiç şüphem yok, o ateşler dünyanın her yerinde yakıldı bir defa ve ne mutlu ki elden ele dolaşmaya çoktan başladı bile.

Vesvese’de toplum içinde görmezden, duymazdan gelinen, davranışları sınırlandırılan, fikirlerine önem verilmeyen, her geçen gün daha da değersizleştirilen, ötekileştirilen bu yüzden de pek çok şeyi zihninde var eden fakat buna rağmen hayata bir ucundan yine de dört elle sarılmış, var olma savaşı veren kadınların hikâyelerini okuyoruz. Her biri bambaşka hayatlardan kadınlar fakat nasıl da benzerler. Bu kadınların iç dünyaları muazzam bir şekilde aktarılmış öykülerde. Kurguları oluştururken yoğun sosyolojik ve psikolojik okumalar yaptınız mı?

Öncelikle çok teşekkürler. İnsan malumunuz okudukça ne kadar az okuduğunun farkına vardığı için bu soruya “evet” diye cevap veremeyeceğim. ODTÜ GİSAM’dan sevgi ve saygıyla andığımız rahmetli hocamız Ulus Baker’den aldığım Modern Visual Arts ve Bilgi Üniversitesi Sinema TV yüksek lisansta Tuna Erdem’den aldığım Sinema ve Psikanaliz derslerini anmadan geçmeyeyim ama. Henüz kurmaca metin üzerine yeni yeni düşünmeye başladığım zamanlarda Ulus Baker ve Tuna Erdem gibi hocalardan ders almak benim için büyük şansmış ve iyi bir başlangıç olmuş benim için, şimdi buradan bakınca daha iyi anlıyorum.

Sanatın başka dallarında da üretim veren birisiniz. Vesvese bir ilk kitap. Öyküleriniz okurla buluştu. Şüphesiz ki bu mutluluk verici bir durum. Her okurun metinle yolculuğu, aldığı tat, kurmaca ile girdiği ilişki farklı bir anlamda. Okur metni zihninde yeniden oluşturup kendi serüvenini yaşıyor. Kitap ile ilgili olumlu geri dönüşler aldığınızı tahmin ediyorum. Beğenilmek elbette mutluluk verici fakat beğenilmemek de durup düşünmemize, yazarın kendisini metnin dışında bir yere koyarak eserini yeniden değerlendirmesine aracılık eder mi? Eleştiri metinlerini kıymetli ve edebiyatın gelişimi için gerekli buluyor musunuz?

Eleştirinin yalnızca sonuç ürünle ilgili değil, tasarım aşamasında da gerekli olabileceğini düşünenlerdenim. Ben mimarlık eğitiminden geliyorum, mimarlık eğitiminde proje geliştirme süreci dönem sonundaki final jürisine kadar hocalardan derslerde ve ara jürilerde aşama aşama kritik almak üzerine kuruludur. Tasarım bazlı çalışmalarda bu şekilde geri dönüşler alarak geliştirmek, sonuç ürünün çok daha nitelikli olmasını sağlıyor. Keza senaryo yazmak da benzer, defalarca baştan yazılan çekim anına kadar sürekli revize edilen bir süreç. Benim kendi deneyimlerimden, projenin ilk tasarlanmış hâline gelişmeye açık taslak gözüyle bakmak, tasarlayan, yazan, çizen açısından da ürünün niteliği açısından da önemli diye düşünüyorum.

Sonuç ürünle ilgili yazılmış, çizilmiş belirli bir sistematiğe dayanan yetkin bir eleştiri yazısı hem yazar hem de eserin okuyucusu açısından çok kıymetli. Okuyucu ya da izleyici her referansı yakalayamayabilir, eserin yazarın ya da yönetmenin külliyatındaki yerini ya da eserin diğer eserler arasında nereye oturduğunu bilmeyebilir ya da eserin kendisini daha iyi kavrayabilmek için pusulaya da ihtiyacı olabilir okurun. Bir izleyici ve okuyucu olarak iyi bir film izledikten ya da iyi bir roman okuduktan sonra üzerine yazılmış nitelikli yazıları okumak bana eserin kendi kadar zevk veriyor.

Öykülerde derin bir gözlem gücü ile birlikte daimi olarak ortamı kolaçan eden adeta bir kamera var ve bu kamera sadece karakterin değil, etraftaki canlıların, nesnelerin, gelip geçenlerin de metnin bir parçası olduğunu hissettirecek kadar kayda geçiyor. Kurmacalarda oluşturduğunuz başarılı atmosferler gücünü sinema ile olan ilişkinizden, yönetmenlik tecrübelerinizden mi alıyor?

Sinema, tiyatro, öykü hatta şu an bir roman üzerine çalışıyorum, bunlar mutlaka birbirlerini besleyen birbirlerinin içine sızan üretim şekilleri. Gündelik hayatta da fena bir gözlemci olmadığım söylenir, kendim dâhil etrafıma puzzle gibi bakıyorum, hangi parçayı ekleyince ne oluyor, tümün içinde o parça nasıl duruyor, biraz oyun gibi bakıyorum diyebilirim.

Kurmacanın bütün alanlarında karakteri, çevresiyle olan ilişkisini sistematik bir şekilde kurmak gerekiyor. Vesvese’deki öyküler senaryolarımdan farklılar, senaryolarımda karakterlere belirli mesafeden -kamera ölçeklerinden, mesafesinden- bakarak yazdım; oysa Vesvese’deki öykülerde anlatıcı kadınların kafalarının içine girerek onların gözünden görüp onların diliyle anlatmaya çalıştım. Vesvese’deki atmosferler daha çok karakterlerin duyguları odaklı, her karakterin baskın bir duygusu var ve anlatıcılar duygularının yönlendirmesiyle bize öyküleri dillendirdikleri için çevrelerini, ayrıntılarını daha canlı bir şekilde anlatmış olabilirler.

Kapının Önünde adlı öykünüzde anne ve babanın toplumsal rolleri, sokakta kalan bir kadının başına gelebilecekler aktarılırken esas olarak açılmayan evinin kapısı üzerinden artık ailesinin kendisini sevmediğini düşünerek korkuya kapılan bir kızın kâbusu aktarılıyor. Yer yer klasikleşen Yeşilçam kötü karakterlerine de atıflar var. Yıllardır kadının maruz kaldığı baskılar, toplumsal bir belleğin de oluşmasına aracılık ederken ceza ve yaptırımların eksik kalması umutsuzluğa da yol açıyor mu sizce? İstanbul Sözleşmesi ile ilgili ne söylemek istersiniz?

Kapının Önünde’deevinin kapısı açılmayınca “ben nerede yanlış yaptım” diyerek önce kendisini suçlayan genç bir kadın var, böyle bir durumda bile kendisini suçlamanın, sorunun kendisinde olduğunun öğretildiği taşralı bir genç kadının kâbusu. Öyküde kendisine kapıyı açmayan aileyle birlikte bir de dışarıdakiler var, hava karardıktan sonra sokakta kalma ihtimali ortaya çıkınca dışarıdakiler kendisine zarar vermek isteyen kötü adam klişesi Erol Taş’a dönüşüyor, bütün köpekler ısırmak için etrafında dolanıyor, evlerindekiler de perdelerin arkasına geçip kadının başına gelecekleri büyük bir merakla izliyorlar; bu esnada anlatıcımız kadın da bu başına gelenleri hak etmek için neler yapmış olabileceğini düşünüp duruyor. Taşrada genç bir kadının aile ve toplumla kurduğu ilişki, kendisine öğretilenler, evinin kapısının açılmamasıyla bilinçaltından kabus atmosferinde fışkırıyor.

Kadın hareketi bu ülkedeki nadir umut verici şeylerden biri. Konuyu hiç uzatmadan, İstanbul Sözleşmesi yaşatır ve tüm maddeleriyle eksiksiz bir şekilde derhal uygulanmalıdır, kadınların yaşam hakkı ve adalet talebidir. Aksi, kadınları iş ve toplumsal hayatından uzaklaştırmak, kazanılmış haklarına göz dikmek, ölmelerine göz yummak ve bu suça ortak olmak demektir.

Salgın nedeniyle daha önce hiç deneyimlemediğimiz oldukça sıkıntılı bir süreçten geçiyoruz. Bu süreç sosyolojik, psikolojik ve ekonomik olarak toplumun her kesiminde ezberleri bozdu. Pandemiden en çok etkilenenlerin başında kültürel hayatın dinamiğini de oluşturan müzik, tiyatro, sinema sanatçıları geliyor. Sektör ne yazık ki devletten beklediği kültürel ve sanatsal aktivitelere maddi ve manevi desteği görmedi. Tiyatrolar, izleyici desteği kampanyalar ile oluşturulan dayanışmalarla ayakta kalmaya çalışıyor. İmkânı olan sahneden sanal mecralar üzerinden gösterilen canlı performanslar ile yaşam savaşı veriyor. Sizin de Zorlu PSM yapımcılığında sahnelenmek üzere 2021 takviminde olduğunu bildiğimiz Fikri’nin Vişne Bahçesi adlı bir oyununuz var. Sektörün içinden biri olarak ne söylemek istersiniz?

Aslında durum sizin de özetlediğiniz gibi. Sahneler kiralarını, elektrik, su gibi temel giderlerini ödeyemeyerek bir bir kapanıyor, Kültür ve Turizm Bakanlığından talep edilen destekler gelmedi, pek çok yer dayanışmayla ayakta kalmaya çalışıyor. Ekonomik anlamda özel tiyatrolar açısından herhalde daha kötüsü hayal dahi edilemezdi, dünyada da aynı şeyler yaşanıyor, destek, yardım almadan ayakta kalınması mümkün olmayan durumlar. Bir yandan işleri sahne üzerinde “perform etmek” olan pek çok insan sadece ekonomik anlamda değil işlerini yapamamalarının verdiği buhranla da baş etmek zorundalar, manevi anlamda da kolay günler değil. Euripies’in “İnsan endişeden yaratılmıştır,” sözünü hatırlayarak insanı endişeden delirtebilecek bu kadar çok maddi ve manevi sorun varken kafayı salim tutup üretim yapmaya çabalayanlar neyse ki varlar da umut olabiliyorlar etraflarına. Tüm bu zorluklara rağmen mevcut koşulların potansiyeli üzerine kafa yorup yeni üretim yolları üzerine düşünenler şimdiden çok zihin açıcı işler ortaya çıkarmaya başladılar bile ve bu yeni arayışlar elbette ki çok kıymetli.

Şiddet toplumun her kesimine sirayet etmiş, insanın da yaşadığımız çağın da en büyük problemi. Gücünü çoğu zaman iktidarlardan ve onların politikalarından alıyor. Psikolojik ya da fiziksel bir şiddet eyleminin faili olduğunu bildiğimiz birisi tarafından üretilen bir sanat eserine bunu öğrendiğimiz andan itibaren aynı yaklaşım içinde bulunabilir, aynı sempatiyi duyabilir miyiz? Sanat eserlerini onları ortaya koyanlardan bağımsız değerlendirebilir miyiz?

Ben kendi adıma değerlendiremiyorum; sanatçıyla, yazarla, yönetmenle, oyuncuyla kendimce kurduğum bağ o noktada kopuyor ve bu durumu bir kayıp olarak da görmüyorum. Mağdur demek istemiyorum, böyle olaylara maruz kalmış insanlar bize güven duyarak yeniden sızlayacağını bile bile yaralarını açma cesaretini gösterirken hiçbir şey olmamış gibi davranmak, bu insanları yarı yolda bırakmak, yaşadıklarını değersizleştirmek gibi geliyor bana. Dünyada o kadar çok film, o kadar çok kitap var ki, şiddet faili bir kişinin eserinde bulacağımızı düşündüğümüz o sanatsal coşku hatta ondan da fazlası mutlaka başka bir sürü eserde daha vardır, ne bunlar kutsal eserler ne de üreticileri seçilmiş ayrıcalıklı kişiler.