“Herkes sanıyor ki dünya kendi etrafında dönüyor, lakin efendim dünya kendi etrafında dönüyor.”
“Efendiden Bir Uşak”, Hatice SEÇİM
Tiyatro müthiş bir sanat. Rüştü Asyalı’nın deyimiyle; “Sanatların sanatı” adeta! Bir sanat dalı düşünün ki bu denli birden fazla disiplini bir araya getirip size estetik açıdan çok çeşitli bir “açık büfe” vaat etsin. Bir tiyatro eseri vücuda gelirken birden fazla dinamikle beslenir. Ve hâliyle bu birden fazla dinamik beraberinde yine birden fazla farklı disiplinlere ait icracıyı da zorunlu kılar. Açacak olursak; oyunun müzikleri için bir besteci, kostümleri için bir tasarımcı, dekoru için yine aynı manaya gelen bir kreatör, varsa hareket ve dans düzeni için bir koreograf, atmosferi betimlemenin olmazsa olmazı ışık ve görsel tasarımcı… Bunlar en temel, oyunlarda ve künyelerde genellikle rastlayacağınız, en sık bir araya getirilen disiplinlerdir. Bunlara ek olarak rejisörün yorumu ve tercihi doğrultusunda farklı eklentiler de olabilir.
Örneğin izlediğim bir oyunda, gerideki yansı perdesinde oyunun o anki epizoduna uygun görüntüler akıyordu. Fakat bu akışkan görüntü bir kum masasındaki kumların şekillendirilmesiyle oluşuyordu. Yani dolayısıyla kum masasının başında gerekli akışkan görselleri anlık sağlamakla görevli bir sanatçısı vardı demek oluyor bu. Alın size farklı, estetik olanı destekleyen bir eklenti daha. Bu örnekten hareketle bile tiyatro sanatının daha nice farklı sanat disiplinleriyle harmanlanabildiğini düşünmek kaçınılmaz gibi görünüyor.
Ve fakat… Ve fakat… Gel gelelim bu disiplinlerarasıcılık, bu çoktan seçmecilik her birinin de yetkini olan birileri tarafından ortaya koyulduğundan, illaki bir noktada kendi sanat görüşleri, tasarımlarında görmeyi hayal ettikleri bir estetik kaygıları oluyor, doğal olarak, hâliyle. Bu kaygı, tiyatroda son karar verici olan rejisörün beklenti ve talepleriyle örtüştüğü sürece sorun yoktur. Hatta esere muazzam bir katkı da sağlayacaktır. Peki işin tuhaflaştığı kısım neresi? İşte şurası. Aşağısı yani. Aşağıda. Oraya yazıyorum…
Dekorcular, kostümcüler, ışıkçılar, dekorcular ve daha niceleri. Onların da birer estetik görüşü olduğunu yadsımamakla birlikte, eserin dokusuyla uyuşmayan, oyunun temasına hizmet etmeyen, salt kendi imzasını atmış olma gailesinden başka bir şey sunmayan tasarılar eserlerin genelde en çok eleştiri aldığı hususlar oluyor. Tasarım ekibi olarak kapsayıcı bir ifadeyle tanımlayabildiğimiz bu ekip, rejisörün hayal dünyasından uzaklaşıp yalnız kendi tasarımlarının nasıl göründüğü ile ilgilenmeye başladıklarında ortaya birbiriyle uyumsuz, karman çorman bir şey çıkıyor hâliyle. Oysa tiyatroda en temel beklentilerden biri üslup birliğidir. Yani oyunu desteklemesi beklenen tüm disiplinler, birbirleriyle ve eserle ortak bir dil oluşturmalıdır. En iyi kostüm, oyun karakterini en iyi betimleyen kostümdür; en iyi ışık, oyunun atmosferini destekleyen ışıktır; en iyi müzik, oyunun duygusal tansiyonuna en uygun şekilde bestelenmiş olandır; en iyi dekor sahneye, oyuna ve oyuncuya en işlevsellik kazandıran dekordur!
Tüm bu disiplinler yaratı sürecinde birbirlerinden bağımsız çalışsa da günün sonunda üretilen içerikler ortak bir dilde buluşmak/buluşturulmak durumundadır. Tasarımcılar tasarılarını cansiperane savunmak yerine kendi içinde tutarlılığı ve bütüne hizmeti gözetmelidir. Tiyatro sahnesi hiçbir disiplinin kendi başına sergi alanı, dinleti yeri ya da podyumu değildir. Sahnede her şey birbiriyle aynı dili konuşan, ortak bir yaklaşımı sunan bağımsız bir bağlılık içerisinde olmalıdır. Cümle sonlarındaki kiplere çok takılmayın, her ne kadar -malıdır, -melidir diyor olsam da aslında bu öyle olmak zorundalığından başkaca bir anlama gelmemektedir. Ve rejisörün beklendiği neticeyi alabilmesinin farklı bir alternatifi de yoktur.
Tiyatronun asli amacı sahnede seyredilebilir bir harmoni yaratmaksa, sahne üstü ve sahne gerisindeki tüm sanat icracılarının tek misyonu bütüne hizmet etmektir. Bütüne hizmet etmek bütünün çizgisinin dışında kendince çok şahane şeyler yapmak değildir. Bütüne en uygun hareket eden, bütüne en uygun içeriği sunan bütüne en çok hizmet etmiş olandır.
Tasarımcı “ben böyle düşündüm”, “ben böyle tasarladım”, “ben desinatör değil kreatörüm” (yani uygulayıcı değil yaratıcıyım demek istiyor burada) gibi ben merkezci düşüncelerle bütüne uygun hareket edemez. Rejisör tasarımcıyı ikna etmek yahut onunla ortak dil bulmak durumunda değildir. Fakat tasarımcı, rejisörü ve onun hayalini iyi kavrayıp onunla aynı dili konuşmaya çalışmakla yükümlüdür. En çok fikir ayrılığı yaşanan nokta da burası, kimin kimin taleplerine göre hareket edeceği…
-Neden ciddi olamıyoruz?
– Çünkü o korku saçan, tehlikeli ve gerçekleri yadsıyan ironi hastalığına tutulduk. Gerçeklerle dalga geçmek dışında başka bir şey gelmiyor elimizden…
“Kozmik Korku ya da Brad Pitt’in Paranoyaya Kapıldığı Gün!”, Christian LOLLIKE
Tiyatro sahnesi bir lansman, bir fuar alanı olmadığı gibi sanatçılar da konu mankeni, bulundukları zeminde bir podyum değildir. Maksadımız kimsenin tasarısını tek başına cazip hâle getirmek değil, seyirciye bütün bu organik bileşenlerin doğru oranda buluştuğu, çok çeşitli, izlenilebilir bir seyir zevki sunmaktır. Organik içerik dediğimiz şey ise; başlı başına, etik ve estetik tutum olarak bütün olanla azami düzeyde uyuşan ve o günkü bileşenlere doğrudan kendi izleklerini de kaybetmeden entegre edebilen içeriktir.
Kişisel gözlem, deneyimim ve kanaatim odur ki; işinin ehli bir tasarımcı, eserin ana hatları ne olursa olsun o hudutlar dahilinde kalarak bile bir biçimde sahip olduğu meziyete has dokunuşu esere uygun hâle getirebilendir. İşte “esere imza atmak” tam da böyle bir şeydir. Eserin önüne çıkmak, eserden ayrıksı durmak, gerisinde kalmak değil, tüm yaratıcı gücünün verdiği zekice dokunuşlarla eser içerisinde nevi şahsına münhasır izlekler yaratmaktır.
Son kertede şuna değinmek istedim; bugünün ve yarının rejisörleri, mesleki deneyimlerinden ve birlikte çalıştığı yaratıcı ekiplerin çalışma metotlarından yola çıkarak bir künye derler. Ve her rejisör, bir oyun sahneye koyacağı zaman tasarım ekibinde kimlerle çalışmak istediğine dair kısa bir liste oluşturur. Bu liste neye göre oluşuyor dersiniz? İşte tüm bunları alt alta topladığımızda “yaratıcı ekip” denilen konvansiyonel takım ortaya çıkar.
Bugün, tiyatro sanatının rejisörlük kısmına meyletmekte olan ve nispeten parkenin gerisinde bulunabilmiş, bundan sonra da yegâne ülküsü bu olan benim dahi, kendimce, yarın bir gün, bir eser sahneye koyacak olmam durumumda birlikte çalışmak istediğim bir kısa listem var. Bu liste onlarca farklı oyun, prova süreci, karşılaşılan tasarıların ve icracılarının tutumu gözetilerek, adeta imbikten geçirilerek oluşuyor. Günümüz rejisörleri bunu benden çok daha iyi bilirler ki; bir sahneye koyucu yönetmekle yükümlü olduğu birçok dinamiği ancak birlikte uyum içerisinde çalışabileceğine inandığı bir ekiple göğüslemek ister.
Her meslekte ve insan ilişkilerini kapsayan her konuda olduğu gibi, yokuş aşağı kontrolsüz bir hızla bizleri dibe çeken dezenformasyon vebası, maalesef ateşli bir humma gibi tüm meslek etiğimizi sardı ve sarstı. Hele ki tiyatro gibi; görev tanımı, yetki ve sorumlulukları keskin hatlarla belirlenmiş bir multidisipliner sanat dalına da sirayet edince, esasen birbirinden beslenmesi gereken bu çok çeşitlilik, her kafadan bir ses çıkmasına, bilgi sahibi olunmadan fikir üretilmesine ve bu fikirlerin de bir biçimde sahneye koyucuya, yıldırılarak kabul ettirilmesine kadar vardı. Türk tiyatrosunun acilen by-pass edilmesi gereken en sağlığını yitirmiş kısmı da bu!
Eh, bu denli hastayı masada bırakma riski taşıyan operasyonu yönetebilecek vasıflara haiz olan cerrahlarımız ise bu çözümsüzlük sarmalında kendine fazladan bir kemoterapi yaşatmamak adına, bilgisini ve görgüsünü taleplerine karşılık bulabilecekleri zeminde sunmak üzere kendine saklıyor. Haklı olarak. Öyle ya; insan mutlu olduğu yerde çiçek açar…
No time for caution!
Interstellar
Uğraşan biriyim. Kendimi tek bir kelime ile tanımlayacak olsam bu olurdu herhalde. Kendimle, çevremle, işimle, aklımla, hayalimle, dünya ile, gökyüzüyle devamlı bir uğraş içerisinde buluyorum kendimi. Mutlak bir şeyleri daha iyi bulabilmek uğruna kavga verirken rastlıyorum kendime devamlı. Uğraşıyorum işte… Daha fazla okumaya, daha fazla birikmeye, anlamaya, anlatmaya, anlatamadıkça yazmaya; uğraşıyorum…