Gözde ile birçok platformda ve gerçek hayatta defalarca yan yana geldik. Yazılar ürettik beraber, atölyelerde öğrenci olduk derinleştirmeye çalıştık okuduklarımızı, yazdıklarımızı. Üretmeyi seven, yazmayı hayatının bir parçası hâline getirmiş kırılgan ve bir o kadar inatçı bir yazardır sevgili Gözde.

İlk kitabı Çağıran Uzaklar‘ın oluşum sürecine tanıklık edemesem de beraber çalıştığımız süreçlerde bir hikâye evreni oluşturmanın onu ne kadar mutlu ettiğine, buna kafa yormanın ona ne kadar iyi geldiğine defalarca şahit oldum.

Kırılgan ve bir o kadar inatçı dedim ya işte ilk romanı böyle bir sürecin sonunda bizlerle buluştu. Defalarca yazdı, planladı ve hatta yeniden kurguladığı noktalar oldu. İyi ki de inadı galip geldi!

Sizleri Papirüs Yayınları etiketiyle raflarda yerini alan Gözde Şahin‘in ilk romanı Zembereğin Ölümü üzerine gerçekleştirdiğimiz röportajı okumaya davet ediyorum.

Zembereğin Ölümü ilk romanın. Bu romanın oluşma sürecini konuşarak başlamak istiyorum. Nasıl bir çalışmanın ardından buluştuk biz Zembereğin Ölümü ile?

Bazen çetrefilli bazen keyifli; genel anlamda ilginç ve heyecanlı bir süreçti benim için. Her hikâyede olduğu gibi önce zihnimde bir taslak kurgulamaya başlamıştım. Birkaç şehir gezerken, orada burada aklımda kurguladığım sahneler, tuttuğum notlarla şekillenmeye başladı. Bir hikâyenin vücut bulmadan önce aşıladığı o ilk hissi hep garip bulmuşumdur. Seni rahatsız eden ama aynı zamanda heyecanlandıran bir şey vardır. Onu forma sokma ihtiyacı duyarsın. Fakat en başında neyi nasıl anlatacağını bilemeyebilirsin. Her şey fludur. Sonraki süreçte hikâye, zihnimdeki karmaşık yapısıyla sahne sahne yazıya dökülmeye başladı. Tabii kendimi disipline ettiğim için düzenli bir çalışma oldu. Detay olarak genelde elle yazmayı tercih ettiğimi söyleyebilirim. Bildiğin üzere roman iki kurgudan oluşuyor. İşin ilginç yanı; kurguların farklı zamanlarda birbirlerinden bağımsız olarak ortaya çıkmasıydı. Fakat zamanla, bir biçimde yapbozun eksik parçalarının birbirini çekmesi gibi tamamlanmaya başladı roman. Bunun idrakine vardığımda hissettiklerim oldukça tatmin ediciydi.

“Hayatı boyunca, her uykuya dalışında düşlere boğulan biri için, her sabah gerçeklik boyutuna uyanmak; dehşet verici bir hakikatin yüzüne indirdiği koca bir tokat; değişmez bir döngü, çıkışı olmayan dolambaç, çok sistemli bir yanılsama. Tarifi güç bir mağlubiyet. Görünen dinginlik, hissedilen karmaşanın çarpıtılmış bir yansıması. Her uykuya dalışta tecrübe edilen zembereğin ölümü.”

Romanın adına nasıl karar verdin peki? Oldukça çetrefilli bir kurguyu doğru adlandırdığından nasıl emin oldun?

Okurun kitapla buluşmasında dikkatini çeken ilk şey adıdır, keza kapağı da öyle. Yıllar geçse de yazarın adından ziyade kitabın isminin hatırlandığı eserler var olabiliyor. Dolayısıyla bu zorlu bir seçim. Sonuçta romanın özü o isimle kodlanıyor zihnimize. Bu durumu suyun akıp yolunu bulmasına benzetiyorum. Ben de epey düşündüm tabii. Başlangıçta farklı isimler koysam da nihai sonuca bir anda karar verdiğimi anımsıyorum. Dediğin gibi çetrefilli bir kurguya yaraşır olsun istiyordum. Zembereğin kelime anlamı; mekanik bir saatte bulunan, saatin parçalarını devindiren yay ve kapılara takılan yaylı kapama düzeneği. Kurgu geneline baktığımızda, yolunda gitmeyen her şeye, bozulan düzeneklere atıfla bu isimde karar kıldım. Gediğine oturan bir parça gibiydi. Nihayetinde “Zembereğin Ölümü” doğmuştu ve içime sindi.

Olumsuz bir eleştiri olarak algılar mısın bilmiyorum ama çok kasvetli bir olay örgüsü ile buluşuyoruz. Yazarken ruhani olarak seni de zorlamadı mı kurgun?

Bunu eleştiri olarak algılamak tuhaf geliyor; ancak bir yorum olarak kabul edebilirim. Evet, kasvetli diyebiliriz çünkü kurguya baktığımızda böyle hissettirmesi oldukça normal. Yazarken etkisi altına girmemek pek mümkün değildi. Zorlandığım noktalar oldu ama bu olay örgüsünün kasvetinden daha çok eksik parça bırakmama kaygısından ötürüydü. Kendimi dış dünyaya kapatmıştım; her an kurgunun atmosferini solurken buluyordum kendimi. Reelde, romanın tamamlanması geniş bir zamana yayıldığından, belli aralıklarla kurguya dışarıdan bakarak objektif yaklaşma imkânım da oldu diyebilirim. Bu bağlamda okur açısından çift kurgu olması avantaj bile sayılabilir. Süreç boyunca o ruh hâli içerisinde kalmayacak. Geçişlerdeki merak duygusu o kasvetin önüne geçecek belki de.

“Özgürlüğün her zaman dış dünyayla ilgili bir kavram olduğu vurgulanır. Halbuki insanın kendi doğasıyla yakından ilgili değil midir? Birey asıl özgürlüğünü kısıtlayan çokça şeyi kendi içinde barındırıp büyütmekte; özgürlüğün kısıtlanmasının suçunu da dış dünyaya yüklemektedir.”

Bilinç akışı tekniği ile olayları okuyoruz. Açıkçası zor ve bence hata yapmaya müsait bir teknik. Bir taslak oluşturdun mu kurgunu hazırlarken?

Elbette. Temelinde her şey olması gerektiği gibi ilerledi. Yazdıkça -kurgunun iskelet sistemi değişmese de- detaylarda birtakım değişiklikler oldu. Açıkçası bilinç akışı tekniğinin olduğu her bölüm özellikle planlanmış değildi. Biraz da kendiliğinden akıverdiği anlar oldu. Bunun tamamen olay örgüsünün etkisiyle gelişen önemli bir detay olduğunu düşünüyorum.

Romanın iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde adını paylaşmadığın ana karakter sıkışıp kaldığı otel odasında bulduğu bir kitabı ve yaşadığı olayları bizimle paylaşıyor. Bir yandan kitaptaki Belma’nın hikâyesini, bir yandan da ana karakterimizin hikâyesini okuyoruz. Belma’nın hikâyesini neden üçüncü tekil kullanarak anlatmayı tercih ettin?

Aslında “karakter odaklı Tanrı bakış açısı” desek daha doğru olur. Oteldeki karakterimiz bulduğu kitapta bir başkasının hikâyesini okuması sebebiyle; akışta okurun iki kurgu arasında gidip gelirken olayları daha iyi özümsemesi ve oteldeki karakterin gözünden okur gibi olaylara yaklaşabilmesi açısından öyle tercih ettim.

Ana karakterimiz odasında düşünürken “Neyi neden yaptığını bilmeden yaşayıp ölen birçok insan var,” cümlesi ile düşündürüyor bizi. Ana karakterimiz sence yaşamak eyleminin anlamını yerine getiriyor mu? Bunun yanında -kurgudan bağımsız olarak soruyorum -neyi neden yaptığını bilmek için kişinin benliğinin farkında olması gerekmez mi?

Yaşamı boyunca kişinin kendini tam anlamıyla tanıması mümkün müdür, tartışılır. Lakin insanın farkındalık düzeyi arttıkça hayatı bütünüyle algılayışı ve yaşayış biçimi de dönüşmekte. Çoğu insan parçası olduğu toplumun düzen ve gelenekleri çerçevesinde; içine doğduğu ailenin birer kopyası olarak yaşamayı tercih ediyor. Çünkü bu yolu seçmek daha konforlu. Değişim önce bizde başlar ve bizimle beraber sıçrama imkânı bulur. Aksi takdirde; sorgulama yetisi gelişmemiş, sahip olduklarıyla yetinen, kim olduğu ve ne istediği hakkında kafa patlatmamış, mücadele ve cesaretle gelen acıyı göğüslememiş, merak etmemiş, okuyup araştırmamış insanlar sadece yaşar -tabii buna ne kadar ‘yaşamak’ denirse- ve öylece göçüp giderler bu hayattan. Karakterimize gelince, travmalarla dolu bir çocukluk geçirmiş. Fazla yaralı. Bu durumda onun öncelikli gayesi hayatta kalabilmek. Biraz da kafasında yarattığı ile içinde yaşadığı iki dünya arasında gidip geliyor. Aynı zamanda benliğini hiç bulamamış, kendini kabullenememiş olduğundan içinde bir yarılma yaşıyor. Bu romanda onun hikâyesini okurken arayış yolcuğuna tanık oluyoruz. Aradığını bulabilmesi için önce fark etmeli. Farkındalıkla gelen değişimi kabullenmesini umuyoruz biz de.

Belma’nın anlatıldığı bölümlerde Belma’nın sevgilisi Kaya ile ilişkisine de tanıklık ediyoruz. Bir yemek sahnesinde Kaya’yı tasvir ederken Belma ile yaş farkı olduğunu anlıyoruz. Belma, babasını oldukça erken yaşta kaybetmenin etkisi ile bir arayış içinde de olabilir mi?

Belma için ‘ev’ ve ‘aile’ kavramları karmaşık. Ebeveynleri ile güvenli, sağlıklı bağ kuramamış. Aidiyet duygusundan yoksun. Erken dönemdeki bağlanma biçimlerinin ileriki hayatımıza etkileri malum. En önemlisi de yetişkinlikte, başkalarıyla kurduğumuz ilişkileri doğrudan etkilediğini biliyoruz. Belma’nın anne babası ile normal ilişki kurması şöyle dursun; oldukça sağlıksız. Üstelik babasını doğal yolla kaybetmiyor. Babasının kendi tercihiyle ondan yoksun kalıyor. Bir nevi terk ediliyor. Nasıl ki güvenli bağlanmada kişi ilişkilerindeki sınırlarını olması gerektiği gibi çizebiliyor, ‘benlik’ hissi gelişmiş oluyorsa; bunun aksi durumda birçok probleme gebe bir altyapı örülmüş oluyor. Dolayısıyla Belma bildiği, öğrendiği yani alışık olduğu güvensiz ilişkiyi kurabileceği ve hatta kendisini terk edecek kişileri seçiyor. Kaya da bu profile uyuyor.

“Aklını kaçırmış insanların en sevilen yanı, onlarda zoraki kibarlık ya da dünyanın akıl sır ermeyen kurallarına uyma gibi bir zorunlulukların olmamasıydı.”

Belma aynı evi Ahsen diye bir arkadaşı ile paylaşıyor ve Kaya ile Ahsen’in tanışmasını istemiyor. Ahsen’in güzelliğinden Kaya’nın etkilenmesi en büyük korkusu. Kurguya dair sürprizleri kaçırmadan sorularımı yöneltmek bir hayli zor ancak bana bu olay güven kavramını düşündürdü. Belma, çocukluğunun etkisiyle herkese, her şeye ve hatta kendine de güvenmiyor olabilir mi? Çocukluk, yetişkin yaşantımızda sence bir tetikleyici midir?

Karakter oluşumunda kritik dönem olması sebebiyle bence çocukluğumuz, kimimizin şansı kimimizin ise yarası. Dolayısıyla bunun sorumluluğu birçok şeyin ötesinde. Ve ne yazık ki çocuğun elinde değil. Yanlış kodlamalarla, sevgisiz ve güven duygusundan yoksun büyütülmüş bir çocuğun dönüşeceği kişi, sonsuza kadar kaderi olarak mühürlenebilir. Tabii bu en kötü senaryo. Sonuçta yetişkinlik evresinde, kişi bilinçlendikçe yaşadıklarına meydan okumayı seçebilir ya da kabullenmeyi reddederek geçmişin yüküyle yoluna devam etmeyi de tercih edebilir. Belki zor, belki uzun bir yolculuk olacaktır lakin iyileşmek de mümkün. Belma’nın, “güven” eyleminin kelime anlamını tam olarak deneyimlediğini söyleyemeyiz. Daha doğrusu bu kavramın Belma’daki karşılığını sorgulamak gerekir. O, istenmeyen çocuk olarak dünyaya geldiğine inanıyor. O kusurlu, o çirkin, o sevilmiyor… Annesinin suçlayıcı ve acımasız tavırları; babasının yaşayanlardan çok ölülere anlam yüklemesi hatta ruhlarını da beraberinde eve getirmesi, kardeşinin gerçeğiyle her an yüzleşmek durumunda kalması da cabası. “Yuva/aile” kavramı da içi doldurulamayan bir boşluk olarak kalıyor onun için. Yukarıda bahsettiğim gibi ebeveynleriyle olan ilişkisi sonucunda çocukluktan itibaren duygusal acıdan korunma mekanizması geliştiriyor. Normalliğe şüpheyle yaklaşıyor; güvensiz düşünceler üretiyor ve hep en kötüyü kurguluyor.

“Yanlış kodlamalarla, sevgisiz ve güven duygusundan yoksun büyütülmüş bir çocuğun dönüşeceği kişi, sonsuza kadar kaderi olarak mühürlenebilir. “

“Kaya için tüm bunların önem taşıyacağını hiç düşünmemişti Belma. Belki de tanıdığını sandığı adam değildi; Belma’nın tanımayı arzuladığı kişi, aslında kafasında yarattığı profilin Kaya’da vücut bulmasını istediği kişiydi.” Kaya’nın Belma’yı davet ettiği bir restoran ile gözlemlerinden sonra bu cümleler ile buluşuyoruz. Tanımak, aileden birini hatta âşık olduğun birini yani yakın diye adlandırdığın birini tam anlamıyla tanımak, zihnimizde yarattığımız imajların hayatımızdaki insanlarla örtüşmemesi nedeniyle mi bu kadar zor?

İletişim, yaşamın ayrılmaz bir parçası. Uzak, yakın, mesafeli her türlü ilişki içinde olduğumuz insanlar mevcut hayatlarımızda. Ve muhakkak hepsiyle farklı iletişim şekline sahibiz. Kendimizi tanımanın en iyi yolunun, başkalarıyla kurduğumuz ilişkilerden edindiklerimizin üstüne giderek gizlerimizi keşfetmekten geçtiğini düşünüyorum. Karşımızdaki kişi bir nevi ayna görevi gördüğünden bizler kendimizi onlar üzerinden tanımlayabiliyoruz. Bir nevi öteki ile var olabiliyoruz. “Duygusal bağ kurduğumuz insanlarda bizi çeken ne oluyor? Kendimizin, onların gözünden görünen hâlini sevdiğimiz için mi o bağı sürdürebiliyoruz? Yoksa tek önemli olan öteki mi?” gibi sorulara dikkat çekmek gerek. Elbette ki, her zaman asıl mesele “biz” ile ilgili. Diğer yandan, toplumda yaşıyor olmanın gereklerinden biri taşımak zorunda olduğumuz maskeler.  Bir kişinin iş hayatında çizdiği profille özel hayatında takındığı tutum bambaşka olabiliyor. Ya da arkadaşlarıylayken, ailesinin yanında olduğu gibi davranmayabiliyor. Öyleyse “Hangisi gerçek kişiliğidir?” sorusu geliyor akıllara. Psikolojik Danışman ve Yazar Tunç Tataker, “Aynı sen; farklı insanların hikâyelerinde iyi, kötü, sevilen, nefret edilen, özlenen veya istenmeyen olacaksın. Çünkü her insandaki yansımamız farklıdır. Nasıl yansıyacağımız biraz da koşullara ve aynanın kim olduğuna bağlıdır,” sözüyle durumu çok güzel ifade etmiş. Dolayısıyla kendimizi tanıdığımız ölçüde başkalarını da tanıyabiliriz bence. Kendimizi tanımak için ise başkalarına ihtiyaç duyarız. Öteki, bizim ona atfettiğimiz kadar değer kazanıyor gözümüzde. Kısacası insanlarla gerçek manada ilişki kurmak; tanımak, tanımlamak oldukça karmaşık bir durum.

“Kaybolmayı istemek, görünmez olmayı gerektirmiyor. Kaybolmaya müsait olmak gerekli.”

İkinci bölümde bütün anlattıkların açıklığa kavuşuyor. Bunlara değinmeyi çok istesem de bu kötülüğü bu röportaj aracılığıyla kitabınla buluşacaklar için yapmayacağım 😊 Ancak ikinci bölümden birkaç sayfa önce bir ayna motifi ile karşılaşıyoruz. Belma’nın Kaya ve Ahsen’i tek vücut halde gardırop aynasında gördüğü sahne, okur için bir ipucu muydu?

Belma, aynaları sevmiyor. Sebebi ise; oradan kendisine dikkatlice bakan gözbebeklerinde yabancı birini görmesi ve bu durumdan rahatsızlık duyması. Bir bölümde aynaların, yansımadan çok dışarıdan bakan yabancının kullandığı pencere hissi verdiğini söylüyor. Pencereden kendisine bakanı ise geçmişten gelen tanıdık ama kabullenilmemiş bir iz olarak tanımlıyor.Aynayı, gerçekliği yansıtan sırlı bir araç olarak varsayarsak, belki de daha önce farkında olmadığımız ya da yadsıdığımız detayları görmemizi sağlayabilir. Yani bazı şeyleri yeniden tanımlama imkânı verir. Yansıyan gerçekliğin, bakan kişinin de süzgecinden geçtiğini düşünürsek görünen, nasıl görmek istediğimize göre şekillenmiş olur. Belma da o sahneyi doğrudan değil de ayna aracılığıyla görerek bir sonuca varıyor.  

Son olarak ana karakterimizin fırtına yüzünden otelde bir nevi tutsak kaldığı günlerde otele, çalışanlarına dair çok fazla tasvir ile buluşmamız üzerine bir soru yöneltmek istiyorum. Otel çalışanlarının yüzünde maske olmasının sebebini sanırım öğrenmek istiyorum. Bunun yanında diğer tasvirler kurgunun gerektirdiği bir sonuç mu?

Otel, büyülü gerçeklik anlatımı ve kurgunun yapı taşı olması sebebiyle benim yazarken en keyif aldığım kısımdı. Otel çalışanlarının yüzündeki maskeler, en başta hiyerarşik düzenin bir parçası. Düzenin çarklarının işlemesi için o döngüde yutulmayı temsil ediyor. Çalışanların hepsi bir amaca hizmet ediyor. Her ne kadar objektif -sadece işini yapıyor- gibi görünseler de karakterimiz açısından bakıldığında buna inanmak güç. Karakterimiz, çalışanların fiziksel özelliklerine bakarak yüzlerini zihninde canlandırıyor. Onlara dair tahminlerde bulunuyor ve temkinli olmaya çalışıyor. Çünkü -ona göre- otel, bilinmezliklerle dolu yabancı bir ortam. Aynı zamanda kurguyu açık etmemek adına söylemediğim detaylar da mevcut. Genel olarak oteldeki bütün tasvirler, olması gerektiği biçimde, kurguya dair ipuçları veren sembolleri de kapsaması açısından önemli rol oynuyor.