Size memleketimden üç farklı insan manzarasını dile getireceğim, kendi yaşadıklarımdan hem de. Şüphesiz sizler de hayrete ve dehşete düşürecek nicelerini yaşamışsınızdır. Şimdi var mısınız, benim trajikomik, ibretlik hikâyelerimi okumaya.

Geçmişte bir okulda çalışıyordum, okula başladığım ilk günlerde hemen her koridorun başına “şikayet ve dilek kutuları”nın yerleştirildiğini fark ettim, ne kadar mutlu oldum; gerek öğrenciye gerekse veliye açık olan bu kutuların önemini düşündüm ve hemen “Bu yazıyı yazan benim, Barış Aygener. Kutuyu açtığınızda haberim olursa sevinirim.” şeklinde  bir not yazdığım kağıt parçasını, kendi odamın bulunduğu kattaki kutuya attım. Uzunca bir süre bekledim, bir haber gelmedi. Yılın sonunda ben peşini kovaladım işin. Sordum kim ilgileniyor kutuyla diye, eskiden kurumda çalışan biri varmış; o ilgileniyormuş, o ayrılınca kim bakıyormuş bu işe, bilemediler, anahtarı kimdeydi diye de sorunca, sekreter “Bende olacaktı.” dedi ama bulamadı, kat görevlisine sordum, “Olsaydı; bilirdim.” dedi, idari işler müdürüne, kurumsal ilişkiler müdürüne sordum, kat kat, birim birim, anahtarı arıyordum, kimi görsem anahtarı soruyordum, bir anda kendimi Aziz Nesinlik bir öykünün kahramanı gibi hissettim, sonunda binanın teknik işleriyle ilgilenen yaşlıca çalışana  sordum, “Hocam bende anahtarların hepsinden bir örnek var, o da vardır inşallah, bana bir iki gün izin ver, sana getireyim, olmadı kırar açarız, bende marangozluk var, eskisinden iyi hale getiririm, sen hiç merak etme.” dedi. Dediğini yaptı, açtık kutuyu, kutudan neler çıktı dersiniz? Önceki yıl okul meclis seçimlerinde görev almak isteyen bir öğrencinin dilekçesi, okul törenlerinden dönen farklı düzeydeki öğrencilerin farklı kapılardan okula girmesinin sıkışma, ezilme tehlikesine karşı bir zorunluluk olduğunu  belirten bir veli yazısı, çikolata ve gofret kağıtları, ataçlar, toplu iğneler, kırık cam parçaları, okula sıcak içecek otomatı istediklerini anlatan, altında bir grup öğrenci imzasının yer aldığı kağıt ve benim kağıdım. Bu arada seminer dönemi diye adlandırılan zamanda aldığımız eğitimlerden birinin başlığının “Etkili İletişim” olduğunu dile getirmeliyim. Seminer konusu anlamlıydı, anlatıcı da iyi hazırlanmıştı, iletişimin değerinin altı çizilmiş, geribildirimin kurumun sürekliliği açısından yaşamsal önemi üzerinde durulmuştu. Yani yani…

Okul müdürü bir arkadaşımı, okullar virüs salgını dolayısıyla kapanmadan önce, ziyarete gitmiştim, okulu gezdireyim sana, bak neler yaptık dedi, gerçekten kısıtlı olanaklarına rağmen güzel şeyler yapmışlardı, en çok önemsediği atölye ise maker odasıydı, odanın içinde neler yoktu ki; lego minstrom EV3, arduino çeşitleri, , raspberry pi, arduino ve raspberry uyumlu sensör kitleri, 3D yazıcı, bilgisayar ve tablet programları… Atölyeyi Stem ve Steam eğitimleri sonrasında oluşturmuşlar, yeni olmasına rağmen konuya ilgi duyan gençler çalışmaya başlamışlar şimdiden, eğitime ara verildiği sırada bir ekiple Tübitak projesi geliştiriyorlarmış. Yukarı çıktım, rehberlik odasını gördüm, odada rengârenk yıldızlar, kartlar… Rehber öğretmenle tanıştık, ayaküstü sohbet ediyoruz, nedir bunlar deyince, “Davranış yönetme materyalleri” dedi, çağın gerisinde bir anlayışı uyguluyordu öğretmenimiz, sorsanız içsel motivasyonun öneminden, özyeterlilik becerilerinden dem vuracak, fakat ne yaptığını kendisi de bilmiyor, ne yazık ki. Küçük bir çocuğu düşünün, aşağıda legolarla tasarladığı ürünü 3D yazıcıyı kullanarak eline alacak, yukarıda ise silgisi olmayan arkadaşıyla silgisini paylaştığı için, yani doğru davranışta bulunduğu için gülen yüzün olduğu kartı ödül olarak alacak. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu. Bir anda kendimi zaman makinesinde hissettim; alt katta maker atölyesinde 21.yüzyılı, bir üst katta, rehberlik odasında yoksa farelerle dolu laboratuvarda mı demeliydim, 19.yüzyılı yaşıyordum, başka katlara da çıkmadık zaten.

Öğretmen arkadaşlarımla uzaktan ve çevrimiçi eğitim üzerine sohbet ediyorduk. O kadar çok hikâye var ki… Çocuğunun yardımıyla internete bağlanarak ders anlatmaya çalışan öğretmenin sanal sınıfındaki afacan öğrencisinin öğretmeninin ekranına müdahale etmesine engel olamayışından, evindeki masayı tahta yapıp uzaktan eğitim yapmaya çalışan özverili öğretmen görüntülerine; uzaktan eğitim platformuna içerik yüklemesi için kendini müdürün baskı altında hisseden öğretmenden, dikkatimi dağıtacak sosyal uyaranların olmadığı ve öğrenme hızıma uygun olduğu için bu eğitim tam bana göre diyen öğrencilere kadar, ne arasanız bulunur. Eskilerin bir sözü vardı, aslında Koca Ragıp Paşa’ya ait bir sözdür bu, rahmetli babam da yeri geldiğinde söylerdi: “Turfe dükkân-ı hikemdir bu kühen tak-ı felek/ Ne ararsan bulunur derde devadan gayrı”; bugünkü Türkçe ile “Şu köhne dünyanın kubbesi tuhaf bir hikmet dükkânıdır. Burada derde devadan başka ne ararsan bulunur.” diyor bercestesinde yani hikmetli sözünde. Tüm hikâyedekiler gerçek de bizim derdimize deva mı yok. Bu arada bu tarz ders işlemenin, her bir içeriğin bu biçimde tasarımının uzaktan ve online eğitimle çok ilgisi olmadığını filan anlatmaya yeltendim, fakat hemen vazgeçtim. Neden mi vazgeçtim? Öğretmenler platforma girip çıkmalarına, yükledikleri içeriklerin çokluğuna göre puan alıyorlarmış da konu toplanan puanların yarışına dönüşünce ortamın “naif” havasını bozmak istemedim.

İşte size memleketimden insan manzaraları. Duramadım yine. Fuzuli misali; “Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.” diyesim geliyor.

Genelde tüm kurumlarımız özelde ise okullarımız, hiç fark etmiyor; gerçeği de sanal okulu da, toplama araba gibi, kaportası bir yerden, motoru başka bir yerden, şahin görünümlü serçe anlayacağınız. Bazen içinde bulunduğumuz sorundan kurtulmak için bazen modaya uymak adına bazen bir imajı inşa etmek gerekçesiyle Tanzimat aceleciliğiyle bulduğumuz çözümler, yaramıza derman olmuyor işte.

Bilmemiz gerekenler var: Aldığımız her bir parçanın buz dağının görünen yüzü olduğu ve  görünmeyen devasa büyüklükteki kütlenin varlığı. Koca kütlenin görünen ve görünmeyen tarafıyla bir bütün oluşu, o bütünün parçalarıyla uyumu. Her bir parça arka planında belli bir insan, toplum, evren görüşünü barındırıyor, bir felsefenin ürünü, bir eğitim yaklaşımının, bir pedagojik anlayışın, bir öğrenme modelinin, bir yöntemin ve bir tekniğin yansıması.

Velhasıl-ı kelâm, bize bu bütünün bilgisini verecek olan felsefedir. Felsefe çalışmamız gerekiyor. Bu toprakların insan, toplum, evren görüşünden temellenip evrensele yönelen, parça bütün ilişkisini ahenkli biçimde kuran, kucaklayıcı bir felsefeden söz ediyorum. İnanın, keşfedilmeyi bekleyen bu felsefede, aradıklarınız var. Yeter ki aklımızdan çıkarmayalım: Aradığımız şey, kaybettiğimiz yerde. Siz hiç türkü dinlemediniz mi, hiç hat görmediğiniz mi, ebru yapmayı denemediniz mi, Anadolu’da bir evi gezmediniz mi, bir halının, kilimin üzerinde bağdaş kurmadınız mı, yün bir çorabın desenine bakakalmadınız mı, pabucu dama atılmak deyiminin hikâyesini merak etmediniz mi?…

Ah ah…

Kendimizi bilmekten söz ediyorum, başka bir şey değil anlatmak istediğim. Yoksa efendisinin ilaçlarını çalıp içen bir köle gibi öleceğiz.