Ev-vet! Bu yazıda “keşke perdeden çıkıp benimle de tanışsa” dediklerimi konu aldım ama bunlar görmeye alışık olduğumuz o çok yakışıklı/güzel Hollywoodvari tipler değil, yaratıklar! Bu yaratıklar çoğu zaman genel biçim anlayışımızdan uzaklar ama kesinlikle biçimsiz değiller.
Tamamen olmamakla birlikte yaratıklar çoğunlukla korku ya da gerilim filmlerinde bizlerle buluşsa da onları fantastik, macera ve gerilim filmlerinde de görmek mümkün. Bu eciş bücüş “şeylerin” sempatiklik uyandıran bir yanları vardır. Neden vardır? Çünkü onlarda bizden bir şeyler vardır. Korku, gerilim, acıma, sevme tıpkı acı, haz gibi tepki modelleridir. Bizim tepkimiz elbette bir projeksiyon makinesine değildir, kendi bilinçaltımızadır. Bastırılmış olan her şey bilinç dışıdır, bilincin altındadır. Yalnızca düşünceleri, yüzeysel olan şeyleri ele alırsak biz de yüzeysel kalırız çünkü seçimlerde etkili olan şeyler duygulardır. İşte tam burada sanatın sibop etkisi girer işin içine. Nasıl duygusal filmde ağlayınca, komik filmde gülünce rahatlıyorsak gerilim filminde gerilince ve korku filminde de korkunca rahatlıyoruz. Buna Aristoteles’in bahsettiği “katarsis” de diyebiliriz. Katarsis, arınmadır. Katarsisin psikanaliz yorumunu bilinç dışına itilen duygularla yaşanan boşalım sayesinde nevrotik belirtili duygulardan uzaklaşma olarak yapabiliriz. Potansiyel suçlu olan bizler, seyirciler perdede yüzleştiklerimizle rahatlarız, perdedekine acıdığımızda vicdanımızı hisseder, “ne sevimliymiş bu” dediğimiz şeyin biçimce ne kadar biçimsiz olduğunu görünce kendi okyanusumuzun derinlerine ineriz kısaca kafamızın içinde olan soyut şeyleri böyle somut olarak görünce ister istemez sempati duyarız, eylemi öğreniriz, sonuçların neye varacağını ya da varabileceğini öğreniriz ve üstüne kendi bilinçaltımızdakini öğrenir, tanırız. Bu tasvirler kişisel bağlarla desteklenebileceği gibi toplumsal yönden de mutlaka ilişkilendirilir, haliyle toplumsal ve sosyal bir dünyada yaşıyoruz. Scopenhauer/İnsan Doğası Üzerine adlı eserinde der ki: “Pek çok insan bir başkasını olduğu gibi görebilseydi dehşete kapatıldırdı,” ve ekler “Gerçekte vahşi ve korkunç bir hayvandan başkası değildir insan. Biz, onu evcilleştirilmiş ve dizginleşmiş haliyle tanıyoruz ki uygarlık dediğimiz şey de budur.’’ Ben genel estetik kavramının dışındaki bu “şeyler”i çok seviyorum hatta bazen öyle seviyorum ki KEŞKE PERDEDEN ÇIKSA, BENİMLE TANIŞSA! diyorum. Tanışmak istediğim yaratıkları size göstermeden önce Aristoteles’in Poetika eserinden de bir alıntı yapacağım. Bu alıntıda bahsi geçen asıl konu taklit, taklit ile gelen öğrenmenin verdiği haz olsa da ben bu yazıya uyabileceğini düşünüyorum. Sonuçta taklit ilk çağlardan beri evrilip oyunlara, tiyatroya, sinemaya kadar uzanmaktadır.
“ …gerçekte çok zor seyredebileceğimiz şeylerin, örneğin en korkunç canavar görüntülerini ya da kadavraların birebir taklidinden çok hoşlanırız.’’
Ve son olarak, izlediğimiz canavarlar, yaratıklar perdede değil, içimizde, etrafımızda, kafamızın içinde… İzlediklerimiz ise sadece fragman, keyifli okumalar. Hep beraber tanışalım!
OTESÁNEK (2000)-Jan SVANKMAJER
Otesanek eski bir Çek masalına dayanıyor. Masalda çocukları olmayan bir çift vardır, adam ormanda bulduğu ağaç kökünü çocuğu anımsatacak şekilde yontar ve karısına hediye eder. Bu kök bir süre sonra canlanır, sonu gelmeyen bir açlıkla önüne gelen her şeyi yemeye başlar. Büyür ebeveynlerini yer, eve gelen misafirleri yer, köyde sürüleri, çiftçileri yer ta ki yaşlı bir kadın onu öldürene kadar.
Filmde de Svankmajer bu masala çok sadık kalmış. Evet, bu sevimli mi sevimli bebeğimizin(!) adı Otik. Çocuğu olmayan çiftimizin bir gün çocukları oluyor ama bu çocuk bir ağaç kütüğünden meydana geliyor. Filmde, Küçük Otik büyüyor ve etraftaki her şeyi tüketiyor. Her şeyi! Kendi ailesini, komşuları, misafirleri… Bu filmde Otik, çiftin açgözlülüğünü, çocuğu gerçekten çocuk istedikleri için değil de “evli-mutlu-çocuklu” kalıbına uymak zorunda olduklarını hissettikleri için istediğini yani birtakım dogmaları temsil ediyor. Zaten filmin başında, bebekler, pazar yerinde tartılmakta, kâğıtlara sarılıp müşterilere satılmakta ve kesilen karpuzların içinden çıkmaktadır. Ayrıca filmimizin tüketim toplumuna da eleştirel bir yönden değinişi var. İnsanoğlunun yaşadığı yeri tüketim, sömürü dünyası haline getirdiği evreni bu kez kütük Otesanek penceresinden, rolleri değişmiş bir şekilde izliyoruz. Tüketim toplumuyla ilgili yorum, reklamlarda izlenilen ürünün halüsinasyonlarla evin içinde belirmesi gibi sahnelerle de destekleniyor.
ERASERHEAD (1977)-David LYNCH
Eraserhead, Daviy Lynch’in ilk uzun metrajı olmakla birlikte otobiyografik de bir filmdir. Film kendi hayatından kesitler taşırken en büyük otobiyografik özelliği baba olmaktan korkan Lynch’in bu deforme çocukla tasvir edişinde görüyoruz. Evliliği zorunlu hale getiren, istem dışı çocukların sevgisizlikle çirkinleşmesi ya da ebeveynlerine çirkin bir yük gibi gözükmesini de ele alabiliriz bir noktadan. Ya da Otesanek filminde olduğu gibi bu kez evlilik dışı çocuk sahibi olmak isteyenlere yapılan normatif sosyal etkiyle olayların çirkinleşmesi… Film boyunca bebeğin ebeveynleri olan çiftimiz kendi kapalı iletişimlerine bebeği de alıp bir iletişimsizlik üçgeni kurarlar, öyle ki film boyunca bebek bir kez bile kucağa alınmaz. Eraserhead’de gördüğümüz bir diğer unsur, yine tüketim toplumuna dönüşme, kapitalleşme… Karakterimiz Herbert, makine ve tren seslerinden ürküyor, kafasından seri silgi üretimi yapıldığını görüyor. Kızın ailesinin evindeki bir sahnede, mutfakta bulunan yaşlı, engelli kadın otomatiğe bağlanır gibi bir şey çırpıyor ve bunun karşılığında kızı tarafından ağzına bir sigara konuyor. Kadın o sigarayı hissetmese de hissedecek vakti olmasa da yapılan iş karşılığı ödülü veriliyor. Ve Lynch burada sanayileşme ile birlikte gelen otomatikleşmeye, yabancılaşmaya kocaman bir selam çakıyor tıpkı Modern Times gibi. Ayrıca Herbert etrafındaki hiçbir şeyde yeteri kadar söz hakkı değil, sürekli bir otorite figürü var ve aşırı modernleşen yaşam psikolojik olarak doğal dengesine uymuyor. Filmin sonunda Herbert tüm olanlara dayanamaz hale gelir. Makasla birlikte kendi bebeğini kesmeye, deşmeye başlar. Kesildikçe ortaya çıkanlar testisi andıran iç organlardır. Ölen sadece bebek değildir, Herbert’in bilinçaltındaki üreme isteğini, cinsellik dürtüsünü, kadınlara karşı beklentisini de öldürdüğünü görürüz. Tam burada Herbert kendi katarsinini, arınmasını gerçekleştirir. Ekran bembeyaz bir ışıkla kaplanır ve film son bulur. Artık her şey düzelmiş, Herbert’in istediği gibi olmuştur. Ben Eraserhead filmindeki bebeği tıpkı Otesanek’deki Otik gibi çok tatlı buluyorum… İçten içe acıyor olabilirim ama kesinlikle sevimli bir yanı var!
EDWARD SCISSORHAND (1990)-Tim BURTON
Edward’a “insan dışı” ya da “yaratık” demek bana garip geliyor çünkü kendisi hepimizden daha insan ve kocaman, “insan dışı” bir kalbi var. Filmde, Edward Scissorhand bir mucit tarafından yaratılıyor, Frankenstein gibi. Fakat bu kez mucidimiz yaratım esnasında ölüyor, Edward hem yalnız hem de makas şeklindeki ellerle kalıyor. Münzevi bir yaşam süren Peg, Edward’ı şatosundan, şehre – kendi evine-götürüyor ve Edward’ı halk tanıdıkça hikâye hüzünlü bir hal almaya başlıyor. Şehirde, Edward’ın üzerinden farklı olmanın getirdiği hüzün bir türlü kalkmaz. İnsanlar ona ne kadar yaklaşırsa yaklaşsın daima kendilerinden olmayan bu canlıya şüpheci yaklaşırlar, Edward ise tam tersi davranışlardadır. Herkesin isteğini yapar, iyi yüreklidir, âşık bile olur. Edward’ın elleri eksik diye ona kimi zaman kötü davranan herkes aslına hepimizin bir eksikliği olduğunu, Edward’da da el eksikliğinin kocaman kalple doldurulduğunu görse belki empati kurarak onu aralarına alır ve sevdiği kadından ayrı kalmasına sebep olmazlardı. Filmde Amerikan banliyö hayatını da gözler önüne sermiştir Tim Burton. Kısacası, film boyunca 169 kelime konuşan Edward’ımız bizi anlaşmak için kelimelerin olmasının şart olmadığına ikna ederken insanlarda olan kendilerinden farklı olanı köleleştirme, çıkar sağlama, gerçekten sevememe, ötekileştirme gibi kavramları gösteriyor. Toplum tarafından kabul edilemeyen Edward en nihayetinde yine özüne dönecektir, yalnızlığa.
THE FLY(1986)-David CRONENBERG
“Bir zamanlar insan olduğunu rüyasında görmüş ve buna bayılmış bir böcek..”
Bununla da tanışmak istemezsin diyenler duyar gibiyim, ama isterim… Hatta öyle bir isterim ki bu yaratık filmin sonunda öldüğünde her izleyişte üzülürüm. The Fly II.Dünya Savaşı sonrası direkt Soğuk Savaş başlaması ile oluşan paranoyadaki atmosferde ortaya çıkan bir bilim kurgu filmi. (İlk versiyonu The Fly(1958)/Kurt Neumann.) Film “beden” olgusu üzerinde kafalarımızı çok kurcalar. Işınlanmayı bulmuşken bir sinek yüzünden sineğe dönen bilim adamımız Seth “sinek küçüktür ama mide bulandırır” sözünün açıklaması gibi görsel bir şölenle anlatılır. Filmde, bilim adamı sineğe dönüştükten sonra bedenen çok fazla değişse de ruhsal olarak sevdiği kadına beslediği sevgi olarak hemen hemen aynıdır. Burada devreye şu girer, beden toplumdaki dilimizin bir parçası mı yoksa yalnızca görsel bir imge mi? Bu filmdeki cevap toplumsal dilin parçası olma yönüne doğru gidiyor. İzlemeyen varsa çaresizliği, umutsuz aşkı, yabancılaşmayı, ötekileşmeyi, hayal kırıklığını ve kendi vücudunun dahi seni terk etmesini izlemek için izleyip bir akım şeylerle yüzleşebilirz.
*The Fly ölünce üzülmeyi unutmayın!
DİĞER SEVİMLİ(!) YARATIKLI BAZI FİLMLER
GREMLINS(1984)- Joe DANTE
Gizmoo! Ufacık dikkatsizliğin, bazen gerçekten uyulması gereken kuralların bir dışına adım attığınızda neler olabileceğini görmek için bu korku(?)-komedi 80’ler kuşağı filmini bir Noel haftasında izleyebilirsiniz.
PAN’S LABYRINTH(2006)-Guillermo del TORO
“Gerçekler sizi sardığında, tek sığınağınız hayal gücünüzdür.”
Pan’ın Labirenti’nde İspanya’da üç yıl süren iç savaşın çocuklar, köylüler, savunmasızlar adına ne denli zorlu olduğu gözler önüne serilmektedir. Filmdeki atmosferde dünya ikinci bir savaşla meşgulken Ofelia tüm hümanistliği ile karşımızda hem de otorite figürü üvey babasının tüm faşistliğine rağmen.
NAKED LUNCH(1991)-David CRONENBERG
Naked Lunch öyle bir film ki Sartre’nin varlouşçuluğundan, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine oradan da Beat Kuşağına atlamak mümkün. Filmde, Bill’in yazarak kendini var etme savaşını izleyip kendi savaşınızı görebilirsiniz.
Sizi bu buruşuk, biçimsiz ama sevimli mi sevimli hepimizin bildiği E.T. ile selamlıyorum, bahsettiğim yaratıkları sevin ve kendinizi de!
DİPNOT: Burada bahsettiğim dostlarla karşılaşırsanız benden selam söyleyin ve kimseye anlatmayın, size kalsınlar.