Bilumum şeylerin ifşası…

Başımın üstünde ters mi duruyorum
Yoksa dünya mı ters?
Buradan bakılırsa gerçek asla bu kadar aşağıda olamaz!
“Sivrisineği Öldürmek”, Cevdet BAYRAY

“Sanatçı rahatsızlığı” ya da “teknik etmenler”den dolayı iptal edilen temsillerin çoğunun gerekçesi gerçeği yansıtmaz. Genelde yeterli seyirci bulunamamışsa “sanatçı rahatsızlığı”, ekibin kendi iç ve dış işleyişindeki anlaşmazlıklardan kaynaklı iptallerde ise “teknik etmenler” gerekçe gösterilir. Son yıllarda birçok konuda olduğu gibi tiyatroda da dürüstlükten uzak, karşısındakini aptal yerine koyan, böyle bir davranış biçimi türedi. Bakalım nereye varacak? Yalan söyleyen önce kendini kandırıyor bana göre ya, neyse.

Süpervizör saçmalığı! Sanatta, bilhassa tiyatroda süpervizör diye bir titre yoktur. Tiyatro hiyerarşisinde de ne böyle bir unvan ne de buna karşılık gelen bir kavram vardır. Son yıllarda izleyiciye servis edilmeye ve kanıksattırılmaya çalışılan bu kavramın aslında kullanılış amacı ve arkasındaki kara düşünce şöyle: “Şimdi bu oyunu ben yönettim ama henüz kamuoyunda genel bir kabule sahip olmadığım için, şuraya, hasbelkader tanıştığım ya da bir dönem hocalığımı yapmış, sadece bu proje özelinde birkaç (çoğu sanal ortamda) konuşmanın dışında iletişimimizin de olmadığı birinin ismini, bir biçimde künyede geçireyim de projenin katma değeri artsın. E ama oyunu ben yönettim, yönetmenin üstünde bir titre olmaz. E koskoca filancayı da ben kalkıp alta yazamam, heh buldum! Süpervizör diyelim. Bir nevi danışman, akıl hocası gibi anlaşılsın ama yönetmenin imaj değerini de zedelemesin. Evet, süpervizör. Güzel!” Ve dahi şeytanice! Kendi özgün üretiminin seyirci nezdinde bulacağı karşılığa güvenemediği için, sırf belli bir isme sahip diye, bir başkasının marka değerini kendine pay ederek tiraj yükseltmeye çalışmak… Süpervizör varsa yönetmen niye var ki? Yönetmenin aldığı aksiyonlar bir üst aklın onayından geçecekse, yönetmenlik unvanı o üst akla geçmiş oluyor zaten. Bu durumda, asıl kendini yönetmen olarak lanse eden ne oluyor, onu bilmiyorum.

Teaser, fragman, özet ya da her ne ise işte! Bunlara genel olarak yaklaşık 1 dakikalık, oyundan enstantaneler veren video çalışmaları diyebiliriz. Fakat, hadi teaser diyelim buna, burada yer alan görüntülerle sahne üzerinde karşılaşılan şeyin çok alakasız olmaya başladığı bir sürece girdik. Yani bir tanıtım çekiliyor, bu tanıtımı izliyorsunuz, belki bu tanıtımdan hareketle oyuna bir ilginiz uyanıyor, izlemeye gidiyorsunuz ama o da ne! Ne mekân o mekân ne müzik o müzik ne de konu o konu. Yani aslında oyuna dair kısa ve hızlı bir özet sunması gereken bu video içerikler, artık kendini sinemanın teknik imkânlarına fazla kaptırdıklarından mıdır, nedir? Kurgu, dublaj ve montaja dayalı birer illüzyon olup çıkıyor. Film çekmek isteyen, sinemaya yönelebilir. Oyununu tanıtmak isteyen, tiyatro yapsın, bence! Kaldı ki tiyatro ve sinema birbirlerinden her daim beslenen disiplinler olmakla birlikte çalışma metodu açısından pek fazla benzerlik göstermez. Böyle tuhaf bir diyalektiği vardır iki disiplinin, kendi arasında. Ama sinematik kurguyla oyun tanıtımı çekip, bilumum lojistik unsurları abartıp, oyunda seyircinin karşısına bir sandalye bir ceketle çıkınca olmuyor ama!

Künyeleri iyi okuyun. Bu konuyu ayrı bir yazı konusu olarak da incelemiştim. Bkz: Tiyatral Nepotizm. Fakat yeniden ve yeniden değinmekte hiçbir beis görmüyorum. Künyeler çoğu zaman kalabalık tutulur, aldanmayın. Künyeleri okuyup geçmek yerine biraz kişi ve kişiler arası bağlantıları da araştırıcı bir gözle tararsanız, o şişirilmiş künyelerin nicelik kaygısı ile uzatılmış listeler olduğunu ve nitelikli kısmın, o künyedeki kişilerin yalnızca yarısının elinden geçtiğini görürsünüz… Bir kitabı alırken kapağına göre alıp almama tereddüdü yaşayan fertlerimizin de azımsanmayacak sayıda olduklarını bir kenara bırakacaksak olursak siz değerli tiyatro seyircileri, afişleri, künyeleri ve broşürleri bir de bu minvalde değerlendirmenizi rica ediyorum sizden. Israrla!

Kurumsallık; tiyatro sanatında bilhassa özel tiyatrolar kısmında bu kelimeyi duyunca gülüyorum. Engel olamıyorum. Çünkü “bizimkiler” her türlü kibir, kapris, ego, üst kimlik söz konusu olduğunda son derece kurumsal bir davranış biçimi getirirken iletişim, ama iş mesleğin pratiğini uygulamaya geldi mi, nedense, “Kurumsallık mı? O da ne?” diyebilecek kadar bildiğini unutabiliyor. Kendisinden, oluşumundan ve üretimlerinden bahsederken bir dolu terminoloji parçalayıp burnundan kıl aldırmayanla, iş birliğinde bulunduğu paydaşlarına, yol arkadaşlarına, meslektaşlarına haklarını teslim etmeyen; yine aynı kişi! Yani özetle, bu sadece sözde kurumsallık! Yahu zaten her üç kişinin basık bir evde bir araya gelip “aha da tiyatro kurduk” dediği/diyebildiği bir camiada ne kurumsallığı allasen, diyorum. Yanarım yanarım bu şekilde bir araya gelip eldeki imkânsızlıklardan ötürü harcanan geniş ufuklara, sıradanın üzerindeki yeteneklerin heba oluşuna. Hasbelkader belli imkânlara sahip olabilenler de marjinal polifonisi olan bir kelime bulup üç kişi başlattıkları oluşumdan, günün sonunda kanlı bıçaklı üç kişi olarak dağılıp gidiyorlar. Kurumsallık diyorduk değil mi? Evet, kurumsallık…

SOLD – OUT Çılgınlığı !!! Bir kere önce şunu sormak istiyorum? Özellikle sosyal medyada ilgili tiyatroların oyunlarının o günün temsiline yer kalmamışsa bu ibare afili bir şekilde yazılarak paylaşılıyor ya, heh, işte bunu neden Türkçe yazmıyoruz? Yani neden “kapalı gişe” değil de “sold-out”? İşte sana bunu bu dilde yazdıran dürtü her ne ise, bunun haklı gururunu bir pazarlama unsuru hâline getirten şey de o! Ama bu noktada dürüst ol en azından olur mu? Sevgili meslektaşım, biletlerin tükendiğinde (ki umarım bu hep olur) sen hep sold-out yaz hiç itiraz etmeyeceğim ama yeterli doluluğa ulaşamadığında da “teknik aksaklık” ya da “oyuncu rahatsızlığı” gibi bahanelerin arkasına sığınma, “yeterli doluluğa ulaşamadığından” ya da “beklediğimiz ilgiyi görmediğinden” de, olur mu? Anlaştık mı? Deal?

Çekiliş, davetiye, aracı site indirimleri… İnovasyon yapacağız, çağın imkânlarını da tanıtım, PR, katma değer unsuru olarak kullanacağız derken ev yapımı sabun satan sayfalara döndük. Askıda bilet uygulaması dışındaki hiçbir satış stratejisini benimsemek mümkün değil. Yok yoruma üç kişi etiketle, beş kez “story”de paylaş, şu ve şu hesabımızı takip et, ee sonuç? Al! Çift kişilik davetiye. Bir gün bir temsile gittim, tek biletli seyirci bendim. Zaten alternatif bir mekânda sergileniyordu, birim zamanda az kişi alınabiliyordu içeri ama işte biri arkadaşına davetiye vermiş, öbürünün sevgilisi, diğerinin hocası, öbürünün kocası, filanca sosyal medya talihlisi derken… Bir tek ücreti mukabilinde izleyen kişi bendim. Benimki de öğrenci biletiydi, öğrenci olmamama rağmen. Neden? Çünkü beş kişiyi etiketleyip dört kişiye o sayfayı takip ettiremedim diye tam ücret ödemek istemedim.

Yazılanların çoğu, sorgulamak için değil memnun etmek için yazılıyor.
Tarıq Ali

Son olarak bir 27 Mart’ı daha geride bıraktık. 1962 yılından beri, her yıl,  27 Mart Dünya Tiyatro Günü Evrensel Bildirisi yayınlanıyor. Kutlu olsun, mutlu olsun falan tamam da! Her yıl kafama takılan bir şey var bu konuda: Bu bildiriyi kaleme alacak kişi kim ya da kimler tarafından belirleniyor? Aynı şey ülkemizde yayımlanan 27 Mart Ulusal Bildirisi için de geçerli. Doğru anlaşılmak adına belirtmek isterim ki bakın ben kimin yazdığıyla ilgilenmiyorum, neden filanca kişi yazıyor da demiyorum. Nasıl belirlendiğini soruyorum sadece. Birçok konuyla ilgili böyle sorular sormayı çoktan bıraktım zaten. Bir tek bu kalmış aklımda, günü ve seneyi devriyesi gelmişken sorayım dedim. Yine de kutlu olsun tabi, 27 Mart!

Gerçek bir kez göründü mü ortak hafıza da değişmeye başlayacaktır. Gerçekler herkes tarafından duyulup görülmeden, kabullenilip içselleşmeden, resmi söylemler sorgulanmadan, var olan deliller yeniden değerlendirilmeden hesaplaşma gerçekleşmeyecektir.
Fakiye ÖZSOYSAL, “Küskün Yüreklerin Türküsü” Önsözü