Bu defa bir resim sergisinden bahsedeceğim, size. Daha doğrusu bir kadının kendisine biçtiği yolda yürüyeceğim… O yolun tanığı ve suç ortağı olarak. Aslında, 1970’lerin ilk yarısına doğru, Arnavutköy sırtlarında, bahçesinin gün boyu erguvan sağanaklarıyla yıkandığı bir okulda tanışmıştım Çiğdem Alanya ile. İtiraf etmeliyim ki, okulun en güzel kızlarından biriydi. Sahi neydi okul numarası; 22, 222, 124 hatırlamıyorum şimdi… Sinirlendiğinde gözlerinde beliren derin lacivert gölgeler kalmış sadece aklımda. Ve sözünü esirgememezliği. Sahi, bir de çevresindeki hemen herkesi kontrol etme çabası. Benim gibi otoriteyle oldum olası sorunu olan biri için, tabii bu ‘baskın, hırçın kimlik’ bilinçli ya da bilinçsiz de olsa, kendisinden hep uzak durmamı gerektiriyordu. Frederico Garcia Lorca’nın “ Mariana Pineda”sıydı Çiğdem benim için biraz… Ve tabii, Aysel Gürel’in “Firuze’si aynı zamanda. “Duru bir su gibi, bazen volkan gibi, bazen bir deli rüzgar gibi… Gözlerinde telaş… Yıllar sanki yavaş.” Hep bir acelesi vardı oysa. Tıpkı Firuze gibi.

Sınıf arkadaşımın, 26-31 Mayıs 2017 tarihleri arasında Mersin Bazzar Cafe Sanat Salonları’nda açacağı ilk kişisel sergiye ait, afiş  ve eserleriyle ilgili kimi fotoğraflar ekrana düştüğünde, doğrusu ya, çok heyecanlandım. Onlarca belki yüzlerce kadının parmak izleri vardı tablolarında sanki. Neredeyse üç bin yıldan beri bu coğrafyadan süzülen acılar… En hoyrat yalnızlıklar… Elemle sobelenmiş isyan ve hüzünler… İzleyicisini, Işık ve gölge oyunlarıyla büyüleyen o çizimler. Ve tüm bunların ötesinde, Çiğdem Alanya Yaşa’nın ustalık katındaki yorum ve yansılama tekniği.

İnsanın kanına giren ve tüm hücrelerine yayılan o renk ve duygu seli… Kimbilir belki de, ürperten ağıtların eşlik ettiği, kıran zamanlarının birinde, biteviye can çekişen kadın siluetleri… Çiğdem Alanya Yaşa’nın fırça ve paletinde yapışıp kalmış kadın çığlıkları… Gözyaşları. Sırrına, bir türlü eremediğim, ağır kanamalı yalnızlıklar. Ipıssız aynalar… Yüzümde yapışıp kalmış eski bir maskenin solmuş renkleri… Kırılışlar… Her yenilgide sil baştan var edilen öfke ve kin… Bütün bunlar ve daha fazlasını Çiğdem Alanya Yaşa ile konuşmak, yazmak, anlatmak istiyorum aslında şimdi… Umarım başarabilirim.

Türk Resim Sanatında yepyeni bir soluk olacağını düşünüyorum…inanılmaz duygu patlamaları ve çok güçlü çağrışımlar buldum eserlerini incelediğimde..öncelikle merak ettiğim ne oldu, nasıl oldu da resme başladın Çiğdem ?

Ellili yaşlarımda, birden geriye döndüğümde, kendim için ne yaptığımı sorguladığımı fark ettim. Ne çok keşke, ne çok cevapsız soru kalmıştı yedeğimde taşıyıp durduğum yıllar yılı. Hüzün partikülleri savruluyordu içimde. Dizginleyemediğim iç sorgular yaşıyordum.Adeta taş bir duvara toslamış gibiydim. Yine de, pişmanım demedim hiç. O zaman ben, ben olamazdım çünkü. Geçmiş denen prangadan kurtulmam… Yeniden, yepyeni bir yol ayrımına gelmem gerekiyordu. İşte tam da o günlerde, resim yapmaya karar verdim. Öyle durup dururken, aniden… Artık hayatı ertelemeyecek… Yeşilin, uçuk pembenin, lilanın, sulandırılmış eflatun tonların ayırdına vararak yaşayacaktım. Her yol bir başka öyküye açılıyordu çünkü… Ve her öykü yeni bir yola taşıyordu hayatı… Hayatlarımızı…

Şövalenin karşısına geçtiğinde ne hissediyorsun tam olarak ? Zor, acılı bir süreç mi bu ..yoksa olabildiğince eğlendirici, rahatlatıcı mı…

Pınar, şöyle açıklayayım… Bazen ağrılı, bazen pamuk şeker kıvamında çok farklı duygu skalalarından geçtiğimi ayrımsıyorum resim yaparken… Zaten keyif almasam bırakırdım. Bir tür sağaltım sanki… Psiko terapi gibi. Zor yanları olsa da. Şunu özellikle belirteyim ki, tablolarımla bütünleştim zaman içinde. Zaten, içtenlikle söylüyorum hayatımda ‘ iyi ki var’ dediğim üç evladım ve resim oldu. Onların mevcudiyetiyle kendimi gerçekleştirdiğimi, biliyorum çünkü. Laf lafı açıyor belki ama, atölyeye girdiğimde o hava var ya… Boyaları karıştırırken soluduğum o heyecan… O spatulanın ucunda kurumuş kalmış eflatun boya artığı… Bütün bunlar tutunma, hayatta kalma nedenim ve enerjim aslında.

Bir sanatçı olarak izleyicide yarattığın derin illüzyonun farkında mısın ?

Kesinlikle, ‘hayır’, diye yanıtlayacağım bu sorunu. Ben sevdiğim, tat aldığım için yaptım bu resimleri. Haa, arada beğenenler çıkarsa şayet, bu da işin ödülü olacaktır. Hiç iddialı olmadım çünkü… Sadece sınırlarımı bilmek, olabiliyorsa kendimi aşmak, gerçek Çiğdem’i yansıtmak istedim… Hepsi o kadar. İzleyicinin  bunu nasıl algılayacağını kestirmek elbette olasız. Neticede her sanat eseri farklı algıları beraberinde getirir, öyle değil mi ? Hep söylerim, herkesin ‘kırmızı renk’ tanımı bir diğerinden farklıdır… Seçici bellek,yaşanmışlıklar, eğitim, o an ki ruhsal durum ve elbette bunlar gibi, pek çok faktörün adeta kozmik buluşmasıyla oluşan bir hadise bu. Büyü gibi, metafizik gibi. Tek bir izahı, kanıtı olmayan.

Neden hep hüzün, matem, düş kırıklıkları, şiddetli cinsel, duygusal sarsıntılar ve aynı zamanda yoğun bir umut.. Sevinç patlamaları var eserlerinde…

Sebebi açık aslında… Tüm bu saydıkların değil mi, hayatı şekillendiren? Bazen düşünüyorum, ökse ve yem konumunda da kalmışız, sevip sevilmemişiz, kazanmışken kaybetmişiz… Umutlarımız kırıldığında daha bir tutunmuşuz yaşama… Yani olan olmuş, aradan koca bir ömür geçmiş, Pınar. Her ne geçmişse, her neyle yüzleşmişsek hayat akmaya devam etmiş, devam ediyor… Bizler kendi alazımızda yanıyoruz sadece… Pişmanlıklar giriyor devreye hoyratça… Ya da uçsuz bucaksız bir kozmosu sevgiyle, sanatla kucaklamaya çabalıyoruz… Ben bu yolu seçtim. Resme yöneldim.

Tam da bu noktada, buğulu bir pencere camına ilk ne yazacağını merak ediyorum..

‘Yazık, koca bir yazık hem de’,  diye yazardım. Aslında, hatırlarsın birkaç sene önce okul yıllarından, yatılı öğrenci olduğumuz günlerden konuşurken daha o yaşta çok ezildik, demiştim… Belki de o kırıklıklar, fonda parçalanmış aileler, mutsuz geçen çocukluk zamanları bizi hayatla ödeşmeye zorladı… Ve sanata sığındık.

Resimle olan ilgini ailede fark eden olmuş muydu ? Yoksa aman her çocuk resim yapar, duvarları, kıyafetlerini kirletir diye mi bakılmıştı bu yeteneğine ?

Sadece Resim ve Elişi Hocamız Nilay Kan, belli bir kabiliyetim olduğunu anlamıştı aslında. Ailem bu konuda  fazla ilgi göstermedi… Okumam, toplumun biçtiği rolleri üstlenmem, yani iyi, mutlu bir evlilik yapıp çoluk çocuğa karışmam bekleniyordu. Mihri Müşfik olacak, harikulade tablolara gün gelip imza atacak değildim ya…

Doğru mu hatırlıyorum, emin değilim.. 1978 yılında liseden mezun olduğumuzda akademi sınavını kazanmıştın, öyle değil mi ?

Evet… Ama göndermediler. Zaten öğrenci olayları da vardı, biliyorsun. Bahaneler hazırdı, anlayacağın. Ben de nedense fazla diretemedim. Çok gençtim tabii..

Anlattığında içimi acıtan bir hatıran var… Ortaokul yıllarında yaşadığın… Hani bir resim yarışması…

Pınar, az önce buğulu pencere camına ‘yazık’ sözcüğünü yazardım, demiştim… Yazık edilen nice duyguya, hayata bir tepki olsa gerek. Ortaokulda, dediğim gibi, Nilay Hanım’ın öneri ve çabasıyla Orman Haftası’yla ilgili düzenlenen  bir resim yarışmasına katılmış, derece almış ve bir tavşan ile ödüllendirilmiştim… Çok sevinmiştim aslında. Sevinmek de söz mü, kanatlanmış havalara uçuyordum resmen. Düşünsene, bir eserim beğenilmişti. Ertesi hafta okuldan eve döndüğümde annemin o tavşanı apartman kapıcımızın çocuğuna hediye ettiğini öğrendim… Kaç sene geçmiş aradan… Yüreğimde acıyan, sızlayan, kolay dolmayacak bir boşluk kalmış sanki. Bir iç sızısı…

Belli bir resim eğitim aldın mı ?

Şöyle oldu, yaklaşık altı yıl önce Halk Eğitim Merkezi Resim Kurslarına katıldım bir süreliğine. Ressam Kadir Akyol’dan teknik açıdan bazı dersler aldım… Hepsi bu.

‘Şu an, şimdi, dün, yarın, ‘asla’ların iç içe geçtiği ışık ve gölge oyunları… Beyaz tüllerin ardında geçmişini sorgulayan eski bir dansöz… Kırık dökük… Unutulmuş. Aynada dağılan o suret. Sanki Rocha Testi’ni yeniden almışım.. Renkler dağılıp gitmekte… Her kıvrım yeni çağrışımlara taşıyor beni.

Kısaca, kendi gerçeğini kendi yaratan, her çizginin sorumluluğunu ve ağırlığını taşıyan bir ressamın sergisi: “ Benim Yolum”. Aslında biraz benim de yolum… Belki ve kesinlikle sizin de…

Ve tam da o yolun başında Çiğdem Talu’nun sözlerini hatırlıyorum yeniden :

Bir resim yapmalısın, ilkel ve çocuksu
Örneğin küçücük bir kurşun asker ordusu
Bir resim yapmalısın, soyut ve karmaşık
Örneğin ıssız bir çöl, ufukta bir sarmaşık

Al eline fırçayı, gönlünce çiz doğayı
Kırmızı olsun deniz, evler yap baş aşağı
Al eline fırçayı, gönlünce çiz doğayı
Bembeyaz olsun gece, alt üst et kuralları

Sen ressamsın, yaparsın
Ya ben ne yapmalıyım?
Bu korkunç bunalımdan nasıl kurtulmalıyım ?