Günümüzde, “Seyahat” kavramı aslında olması gerekenden tamamen farklı bir ideoloji kazanmış durumda. Farklı kültürlerin arasına kaynaşmak, farklı insanlar tanımak, farklı güzellikler görüp farklı yapıları keşfetmek istermiş gezginler önceden. Çünkü gezginlik,seyyahlık yani ‘yollara düşmek’ özünde özgür bir ruhu barındıran bir eylemdir. Ve günümüzde, rutin hayatın kaosuna sıkışıp kalmış olan ruhlarımızı bu karmaşadan uzaklaştırabilmenin tek yolu da yollara düşmektir. Daha fazla görmek, daha fazla keşfetmek ve daha fazla ruhumuzun içine çekebilmek ; işte bütün mesele budur aslında.
Mimari yapılar, aslında günümüz seyahat olgusunun temelinde bir kilit taşı görevi görür. İtalya’ya gideriz, Trevi çeşmesini ve Pantheon’u görmek için ; Paris’e gideriz, opera binasını ve Eyfel Kulesi’ni görmek için; İstanbul’a gideriz, şehrin tam ortasında ihtişamıyla yükselen Ayasofya ve Sultanahmet Camisi’ni görmek için… Gördüğümüz ve dokunduğumuz yapıları zihnimize kaydetmemiz kolaydır. Peki ya günümüzde var olmayan, hatta atalarımızın dahi görmediği yapılar? Aslında eski dönemlerde varlığından haberdar olduğumuz fakat nasıl bir şey olduğuna dair bir kalıba sığdıramadığımız yapılar? İşte bu yazımızda, aslında Bizans başkentinin entrikalarına ve en büyük katliamına tanık olmuş fakat günümüze ulaşamamış bir yapıdan bahsedeceğiz : Constantinopolis Hipodromu.

Constantinopolis Hipodromu

Öncelikle hipodromların işlevlerinden ve bazı özelliklerinden bahsedelim. Hipodromlar, Geç antik dönem halkının en önemli eğlencelerinden biri olarak karşımıza çıkar. Antik dönemin başlarında, eğlence için tiyatrolar kullanılırdı. Bu tiyatrolar aslında şarap ve eğlence tanrısı Dionysos’a adanmış yapılardı, burada düzenlenen oyunlarla tanrı Dionysos anılırdı. Fakat gerek antik dönemin etkisini yitirmesiyle, gerek de Hristiyanlığın devlet dini olmasıyla beraber ‘Bizans’ olarak andığımız Doğu Roma devletinin, antik dönem Roma’sından anlayış bakımından keskin çizgilerle ayrılmasıyla aslında halkın sosyal yaşamında da köklü değişiklikler olmuştur. Bunlardan birisi de elbette ki eğlence sektöründe yaşanmış. Tiyatrolar, felsefe ve edebiyatın da şekil değiştirmesiyle beraber önemlerini kaybetmiş ve burada avam eğlenceler olarak görülen ayı gösterileri, soytarı gösterileri, düşerek bir yerlerini sakatlayan pandomimcilerin gösterileri sergilenmiştir. Yani aslında tiyatro, ideolojik kavramının dışına çıkarak adeta bir sirk işlevi görmeye başlamıştır.


İmparator Büyük Constantin’in kendisine yeni bir ‘Roma’ kurma çabasının ardından, aslında İtalya topraklarındaki Roma’nın kültürel ögelerini alıp, kendisine göre şekillendirerek yeni başkenti oluşturan temel yapılar haline getirmesi göze çarpmaktadır. Aslında Roma’da Circus Maximus adıyla var olan bir eğlence merkezi, Constantinopolis kentine çoğu özelliği aynı olarak getirilerek “Hipodrom” olarak adlandırılmış ve bu yapıya başka bir statü yüklenmiştir.
Peki Circus nedir? Circus, Roma’nın yükseliş dönemlerinde kullanımı revaçta olan bir eğlence merkezidir. Burada at ve araba yarışları yapılır, bazı oyunlar oynanabilen bir yapı olan Circus’un en önemli örneği hiç şüphesiz Circus Maximus’tur. Bu yapının öncülü olarak bazı araştırmacılar Hellen dönemi stadyum yapı formunu ve Roma’nın latinlerden önceki halkı olan Etrüskler’in yarış pisti olarak kabul etmektedirler. Roma Circus’ları da tiyatro gibi tanrıların onuruna düzenlenen oyunlar için kullanılmıştır. Kentte bir hastalık baş gösterdiğinde, savaş dönemlerinde tanrılar için adak oyunları düzenledikleri biliniyor.
Hipodrom ile Circus ilişkisi ele alındığında, mimari olarak birbirlerine fazlaca benzeyen formlardan oluşan bu iki yapı, işlev olarak da halkı eğlendirmek ile doğrudan ilişkilidir. Fakat Constantinopolis Hipodromu’nun işlevi, bundan biraz daha fazlasıdır.


Günümüzde At Meydanı olarak adlandırılan yerde konumlanmış olan Constantinopolis Hipodromu’na dair kayıtlarda,hipodromun ilk yaratıcısının Septimus Severus olduğu ve bu kenti başkent yapmasının ardından Büyük Constantin’in geliştirdiği yer almaktadır. Bu hipodromun imparatorluk sarayına doğrudan bir yol ile bağlantılı olduğu bilgileri yer aldığını biliyoruz. Bu hipodrom, yalnızca eğlencelerin merkezi olmasına ek olarak farklı işlevlere de sahip. Bu işlevlerin en büyüğü, imparatorluk mecrasının meşruiyetini hissettirdiği önemli noktalardan biri olması olarak ele alınabilir. Şöyle ki, burada ‘Katizma’ adı verilen bir imparatorluk locası bulunuyor. Bu locada imparator, imparator ailesi ve imparatorun yardımcıları oyunları başlatmak, oyunları bitirmek üzere yerlerini alıyor. Hatta bu hipodrom alanında imparatorun, halkın şikayetleri ile isteklerini dinlediği bilgileri de dönem kaynaklarında yer alıyor. Yani aslında imparatorun halk ile doğrudan iletişim kurduğu bir alandır hipodrom.
Bunun yanında, halkın fikir ayrışmalarının gitgide sosyal bir kaosa dönüşmesine sebep de olmuştur Constantinopolis Hipodromu. Başlangıçta; ‘Hizip’ adı verilen ve renkler ile anılan, takım olarak adlandırabileceğimiz dört topluluk vardır. Bu hizipler önceleri Maviler, Yeşiller, Kırmızılar ve Beyazlar olarak adlandırılsalar da zamanla sayıları ikiye düşmüştür ve geriye yalnızca Maviler ile Yeşiller kalmıştır. Bu hizipler, hipodrom yarışlarını organize etmek ile yükümlü topluluklardır. Bu yarışlar için kendi yarışçılarını yetiştirirler, yarışçıları çalıştırarak karşılaştırmalara çıkartmak ile görevlilerdir. Bir de bu hiziplerin taraftar grupları vardır. Kimi zaman hizipler arasında anlaşmazlık çıksa dahi Nika Ayaklanması’nın öncesinde çok büyük bir sorun olmamıştır. Fakat daha önceki yazımız Byzantium’dan İstanbul’a… da bahsettiğimiz üzere bu çekişmelerin sonunda ortaya çıkan Nika Ayaklanması, kentin imarını önemli bir şekilde eklemiş ve birden fazla sonuç doğurmuştur. Bazı araştırmacılar hiziplerin Aristokrasi ve Tüccarlar, Hristiyanlar ve Paganlar gibi toplumdaki bazı sosyolojik gruplar ile bağdaştırmaya çalışsalar da modern Bizans tarihçileri bunun çok da doğru olmadığını düşünmektedir.


Nika Ayaklanması’nın kanlı bir şekilde bastırıldığına önceki yazımızda da yer vermiştik. Eşi Theodora’nın da desteği ile tüm isyancıları hipodroma anlaşma bahanesiyle toplayarak kapalı kapıların ardında yaklaşık 30 bin kişiyi kılıçtan geçiren imparator Iustinianus, bunun ardından hızlıca imar faaliyetlerine girişmişti. Maalesef günümüze ulaşmayan hipodromda da birkaç değişiklik yaptığı kayıtlarda yer alan bilgiler arasında.

Tarihinden ve işlevinden bahsettikten sonra sıra geldi bu hipodromun nasıl bir yapı olduğundan bahsetmeye. Az önce de dediğimiz gibi, hipodromun imparatorluk sarayına doğrudan bir geçiş ile bağlantılı olduğu bilgisi elimize ulaşan veriler arasında. Aslında günümüze ulaşan birkaç antik kentte görebileceğiniz stadyumlara benzeyen bir formu olduğu biliniyor. Bir kenarında at arabalarının 180 derece dönerek yarışa devam edebileceği dairesel bir form girişin tam aksında yer alır. Günümüzde, hipodromun duvarlarının birkaç kalıntısı hâlâ kente sıkı sıkıya tutunmuş durumda. 23 Nisan Çocuk Parkı’nın yakınında, atların 180 derecelik dönüşünü yaptığı dairesel kısmın bir bölümü hâlâ ayakta. Bu bölüm özgün halinde 123 metre genişliğindeymiş. Kendinizi orada yarışları izlerken hayal edince, ne kadar da coşkulu bir mekân olduğunu tahmin edebiliyorsunuzdur.

Yapının çok fazla sütun kullanılarak masiflikten uzak, estetik bir hale getirilmesi için çokça çaba sarf edilmiş. Tüm yapı, sütunlarla ve kemerlerle süslenmiş döneminde. Yapıda ayrıca yöneticilerin çalıştığı ve toplandıkları kemerli salonlar da olduğu biliniyor. Pistin ve hipodromun tam uzunluğu bilmediğimiz verilerden birisi. Ayrıca hipodromun malzemelerinin yeni inşaatlarda kullanıldığı örneklere de rastlamaktayız. Bir kaidenin Topkapı Sarayında, 24 adet sütunun Süleymaniye Camisinde kullanıldığı bilinmektedir.

Hiziplerin, oturma düzeninde belli sınırları varmış. Katizma adı verilen imparatorluk locası, hipodromun doğusunda yer alırken halk tam karşısında, batıda yer alıyormuş. Demoslar balkonunda yer alan hiziplerden Beyazlar ve Kırmızılar imparatorluk locasının tam karşısında, Maviler sağında ve Yeşiller de solunda yer alırmış.

Gelelim At Meydanı’na. Buradaki gördüğümüz üç sütun da, yarış alanını ortadan kesen Spina olarak adlandırılan duvarın üzerinde bulunuyormuş aslında. Bu spina duvarının günümüze hiçbir kalıntısı ulaşamamış. Ve aslında bu üç eserden daha çok eser olduğu kayıtlara geçmiş fakat bu eserler günümüzde burada yer almıyorlar. Spina’daki bazı heykellerin, havuzların içine yerleştirilmiş kaideler üzerinde bulunduğu da kayıtlara geçmiş.


Hipodromun bir başka özelliği de, açık hava müzesi gibi birçok heykelin sergilendiği bir mekân olmasıdır. “Konstantinopolis’in kuruluş ritüeli neredeyse bütün öteki kentleri soyarak gerçekleşmiştir ( Constantinopolis dedicatur paene omnium urbium nuditate).” diyen Aziz Hieronymus’un tespiti her ne kadar acı olsa da gerçektir. Roma, Atina, Selanik, Delphoi, Nicomedia, Kaesarea, Tralles, Iconicum, Efes, Antakya, İskenderiye gibi birçok kentten heykeller getirtmişlerdir. Hangi heykelin nereden geldiği bilgisinin kayıtlara yanlış olarak geçmiş olabilme ihtimali de göz önünde bulundurulmalıdır ancak bu eserlerin hepsi, Doğu’da bir Roma yaratma çabasının bir sonucu olarak özgün döneminde bu kentte tüm anıtsallıklarıyla yükselmektedir. Farklı yerlerden getirilen bu heykeller, kentin kozmopolit yapısıyla birebir örtüşmesinin yanı sıra bulundukları yere farklı bir gizem kazandırırlar çünkü hangi eserin nereden geldiği belli değildir. Tüm eserler bu kente, bir amaç için gelmiştir: ‘Yeni Roma’ olarak görülen bu başkentteki estetik algıyı geliştirmek. Bu heykeller arasında Herakles’in bronz heykeli, Augustus dönemine tarihlenen katır ve sürücüsünün heykeli gibi eserler yer alır. Heykeller içinde en tanınmış heykel dört atın çektiği bir arabayı temsil eden Quadriga heykelidir ve M.Ö. 4. yy’ın ünlü heykel sanatçısı olan Lysippos’un eseridir. İmparator Iustinianus döneminde yalnızca yarışçı ve imparator heykelleri yapılmış ve bu sanat yedinci yüzyılda yok olmuş. İkonoklasmus(İkona karşıtlığı, Tasvir yasağı) dönemi ve manastırcılığın gelişiminin bir getirisi olarak yayılan katı Hristiyanlık, dönemin ruhu ile ele alındığında; bu eserlerin tahribatlarla, depremlerle, yangınlarla bir kaza(!) sonucu yok olduğuna inanmak daha da zorlaşıyor.Hipodromda yer alan dört at heykelinin haçlıların işgali sırasında kentten alınarak götürüldüğü Venedik’te yer alan San Marco bazilikasının girişinde olması da dikkat çekici.

San Marco Bazilikası

Günümüzde dikkatle korunan eserlerden biri olan Dikilitaş, Mısır’dan getirilmiş. Eser, imparator Theodosios döneminde kente getirildiğinden Theodosios Dikilitaşı olarak da anılmaktadır. Yekpare bir taştan oluşan bu eser, 19,59 metre boyunda oluşu ile görenleri kendisine hayran bırakmaktadır. Milattan önce 1500’lerde Güney Mısır’daki taş II. Constantin döneminde kente getirilmek için olduğu yerden kaldırılsa da imparatorun ölümünün ardından Theodosios döneminde kente ancak ulaşabilmiştir.Yaklaşık 200 ton ağırlığındaki bu eserin hiçbir zarar görmeden Mısır’dan İstanbul’a dönemin ahşap gemileriyle ulaştırılması da insanı şaşırtan durumlardan biridir. Bu taş, imparatorluk için önemli olacak ki sahilden Hipodrom’a dek bu taş için özelden bir yol yaptırıldığı bilgileri kaynaklarda geçmektedir. Başlangıçta, 32 günde kaidesinin üzerine ancak yerleştirilebilen bu taşın kaidesinde “Yerde yatan bu sütun, şehrin valisi Gaynas’ın himmetiyle dikilmiştir” yazmaktadır. Gaynas’ın katledilmesinin ardından yeni vali Proklus, bu kitabedeki adı sildirerek kendi adını yazdırmıştır. Kaidenin alt kısmındaki kabartmalar ise taşın nasıl dikildiğini anlatmaktadır. Bugün Paris’te yer alan bir diğer dikilitaş ise İstanbul’daki dikilitaştan 1500 sene sonra kente nakledilmiştir.

Dikilitaş

Dikilitaşın kaidesi

Orijinali 8 metre boyunda olan Yılanlı Sütun ya da Burmalı Sütun olarak anılan eserin, sütunun Delphi’deki Apollon mabedinden buraya getirildiği biliniyor. Perslere karşı zafer kazanan Yunan Kolonilerinin topladığı bronz ganimetleri eritmesinin ardından bu sütunu yaptırmıştır. Sütunun kenti böcek ve sürüngenlerden koruduğu da antik dönemde inanışlar arasındadır. Günümüzde yalnızca birinin İstanbul Arkeoloji Müzesinde yer aldığı üç yılan başı kırılmıştır. Evliya Çelebi’nin aktarımına göre, bir yeniçeri isyanında yeniçerilerden birinin kılıcıyla sütunu parçalamıştır ve yılanlar kaybolmuştur. Bu tarihten sonra şehirde yılan ve akrep salgını olduğundan bahsedilir. Bazı kaynaklarda ise 1700’lerde kendiliğinden düşen yılan başlarının ardından sütunun oyuk kalan kısımlarına küçük taşlar atılarak dilek tutulduğu bilgileri yer alır. 1848’deki Ayasofya restorasyonunda yılan başlarından biri bulunmuş ve İstanbul Arkeoloji Müzesinde günümüzde sergilenmektedir. Yılanlı sütunla beraber Delphi’den kahinlerin büyüler yaptığı söylenen ve içinde sürekli ateşin yandığı altın kazanın da sütunun zirvesinde yer aldığı da elimizdeki veriler arasındadır. Altın kazan, savaşların yarattığı mali sıkıntılar nedeniyle eritilmiştir.

Yılanlı Sütun

Son olarak da örme dikilitaştan bahsedelim. Bu örme dikilitaş 32 metrelik yüksekliği ile dudak uçuklatmaktadır. Bu taşların etrafında tunç levhalar bulunduğu, tam üstünde de tuç bir küre olduğu söylenir. Fakat Latin istilasında kentin zarar gören imarının yanısıra yağmalamalar sırasında bu tunç parçaların da yağmalandığı biliniyor. Selçuklu Sultanı Mesut’un 12. yüzyıldaki İstanbul ziyareti sırasında bir Türk ya da Arap olduğu düşünülen bir kişi hipodromu kanatlarıyla uçarak geçmek istese de, denerken düşerek öldüğü söylentileri vardır.

Örme Dikilitaş

Günümüzde hipodrom hâlâ var olsaydı; bu durum İstanbul’un kentsel dokusunu nasıl etkilerdi, Sultanahmet Camisi bugünkü yerinde mi olurdu, büyük merak konusu. Sanırım bunu hiç öğrenemeyeceğiz.
Özgür ruhlarınızın hiçbir zaman kelepçelenmesine izin vermeyin ; gezin, görün, hissedin.


Fotoğraflar:

Dikilitaş, Örme Dikilitaş : Merve Tuncer.
Rekonstrüksiyonlar Byzantium 1200’den alınmıştır.

Kaynakça:
KARA,Taner, İstanbul Hipodromu,Mimarlık Tarihi İçerisindeki Yeri ve Önemi, Edirne, 2010.
DAGRON,Gilbert, L’Hippodrome de Constantinople, Editions Gallimars, Paris, 2011.
İstanbul Kültür Sanat Ansiklopedisi, Tercüman Gazetecilik, İstanbul, 1983.
Byzantium 1200