Kerem Bozkurt: Sizi mimarlıktan sinema yazarlığına adım attıran tutkunuz nasıl başladı? Sizi ilk etkileyen filmler hangileriydi?

Atilla Dorsay: Çocukluk yıllarında, İzmir’deyken başladı. Ailenin tek çocuğuydum, sonradan iki kardeşim daha oldu ama; en azından yedi yıl sonra. Ailemin tek zevki sinemaya gitmekti; savaş yıllarından, 40’lı yıllardan bahsediyoruz. Beni bırakacak kimse olmadığı için beni yanlarına alıyorlardı. En azından 5-6 yaşından itibaren sinemaya gitmiş olmalıyım. Naçizane görüşüme göre; zaten gerçek bir sinema sevgisi o yıllarda başlıyor, başlamalı. Çocukluk yıllarında başlar sinema ya da başka bir şey için olabilir o tutkunluklar. İzmir’de ilk filmlerimi seyrettim. Onların arasında en çok kılıçlı silahşörlü egzotik filmler beni çeker. Maria Montez diye olağanüstü güzel bir kadın oyuncu vardı. Örneğin onun Yılanlı Mabude filminde veya Üç Silahşörler’in o yıllarda çekilen bir versiyonunu gördüğümü hatırlıyorum. Ama on yaşındayken İstanbul’a geldim ve de ondan sonraki sevgim İstanbul sinemalarında sürdü. İki yıl Ortaköy’de ortaokulun son iki sınıfı kendimi Beyoğlu’nun ortasında buldum. Beyoğlu da o yıllarda tam bir sinema cennetiydi ve o senelerde sinema sevgim gelişti.

Kerem Bozkurt: Size göre iyi filmin tanımı nedir? Siz bir senaryo yazsanız hangi konuları ele almak istersiniz?

Atilla Dorsay: Konuyla ilgisi yok iyi filmin. Yani iyi film her şeyi anlatabilir, her türlü konuyu, her türlü hikayeyi kapsamına alabilir. Tabii iyi filmin tanımı da yok, bugüne kadar yapılmadı ama kişisel bir tanım yapmaya çalışırsam; hikayesine en uygun anlatımı gerçekleştiren film tanımı bana çok uygun gelir. Çünkü her hikaye farklı bir anlatım gerektirir. Bir de mutlaka insanı derinden etkileyen çok boyutlu psikolojik yanı olan tür sineması ise Western, gangster, gerilim, komedi, dram bütün bunlar olabilir; o türün gereklerini yerine getirmekle kalmayıp o gerekleri aşan o türe bir yenilik getiren filmler bence iyi filmlerdir.

Kerem Bozkurt: Hocam günümüzde bir senaryo kıtlığından bahsedebilir miyiz gerek Türk sinemasında gerekse dünya sinemasında?

Atilla Dorsay: Tabii edebiliriz. Türk sinemasının en büyük sıkıntısı yıllardır oydu bir kere, onu hemen söyleyelim. Yeşilçam bugün çok övülüyor. Tabii övülecek yanları da var ama senaryo açısından bir felaketti çünkü hiçbir zaman önemli yazarlar ciddi yazarlar senaryoyla ilgilenmediler. İlgilenenler olmadı mı, oldu. Atilla İlhan oldu. O da Ali Kaptanoğlu adıyla. Yaşar Kemal sonra bazı senaryolara katıldı, Orhan Kemal katıldı ama çok tekil örnekler bunlar. Uzun yıllar senaryo neredeyse ayaküstünde yazılan klasik deyimiyle çiziktirilen bir leydi. Ama tabii bu değişti. 80’li yıllardan itibaren değişmeye başladı ve bugün çok ciddi bir senaryo yazımı ve yazarların sinemaya katılımı olduğu gibi author dediğimiz yaratıcı sinemacılar var ki onlar zaten oturup kendi sinemalarını kendileri yazıyorlar.

Kerem Bozkurt: “Sinema ve Unutulmayanlar” kitabınızda içinde Hitchcock, Kurosawa, Angelopoulos gibi birçok sinemacıyla yaptığınız röportajlara yer verdiniz. Bu röportajlarda yaşadığınız birkaç anınızı paylaşabilir misiniz? Ben Hitchcocklu bir tanesini biliyorum.

Atilla Dorsay: Onu tekrarlamayayım artık o kadar çok yayınlandı ki o. Ama mesela o konuşmalarla dolaylı ilişkili bir anı anlatmak isterim. Yıllar önce Cannes’dayım, gittim bir film gösterimine oturdum. Film başladıktan birkaç dakika sonra çok güzel olduğunu şöyle böyle gördüğüm bir hanım oturdu. Biraz sonra yan gözle baktım; Faye Dunaway. Bonnie ve Clyde filmiyle tanınan çok ünlü bir oyuncudur. Bayılırdım o yıllarda. Faye Dunaway biliyorsunuz en son Oscar’da bir rezaletin kahramanlarından biri oldu Warren Beatty ile birlikte. Belleğini biraz yitirmiş, o yıllarda daha gençti. Çok heyecanlandım, filme de konsantre olamadım ve dedim ki film biter bitmez Faye Dunaway’le tanışayım ve söyleşi yapayım. Bu konuda cesurum Fransızcam da iyi olduğu için. Fakat film bitmeden kadın kalktı gitti. O şans olmadı, o şans kullanılamadı. Aradan yıllar geçti Faye Dunaway Antalya Film Festivali’ne geldi. Ben onunla baş başa söyleşi yapmak için festival yöneticilerinden izin aldım. Kendisine o anımı anlattım, sizinle yıllar önce yan yana oturduk, ben çok heyecanlandım ama konuşamadık dedim. Mecburdum dedi, yani halkla birlikte seyretmeyi çok severim ama mutlaka biraz geç girip erken ayrılmam gerekir yoksa filmden önce ve sonra herkes saldırıyor. Çok doğal bir şeydi ama sizinle konuşmak gerçekten keyifliymiş, iyi ki bugün bunu yakalayabildik dedi. Bu benim için çok güzel bir anıdır.

Kerem Bozkurt: Hocam 100 Yılın 150 Oyuncusu, 100 Yılın 100 Filmi ve 100 Yılın 100 Yönetmeni şeklinde bir yüzyıl üçlemeniz var. Bu filmleri, yönetmenleri ve oyuncuları listelerken kıstasınız ne oldu?

Atilla Dorsay: Objektif olmaya çalışmak tabii. Mesela en bir kitabım çıktı, hatta o kitaptan almış olmanızı isterdim. 50 Unutulmayan Film. Bu elli unutulmayan film en iyi filmler kıstasıyla seçilmedi. Benim ya vaktiyle gördüğüm ya hiç adını duyup göremediğim filmler. Onların DVD’leri yoktu piyasada. Yavaş yavaş çıkıyor bu DVD’ler. O DVD’lerden gördüğüm filmleri çok özgürce yazdım. Bu kolay ama 100 yılın 100 filmi, 100 yılın 150 oyuncusu, 100 yılın 100 yönetmeni, hatta Türk sineması için yaptığım gibi 100. yılında 2014’te 100 yılın 100 Türk filmi… Bu isimle başlarsanız iddialı oluyorsunuz. O zaman gerçekten en iyisini seçmek lazım. Çok zor bir iş yani. O kitapların her biri için günlerce düşünmüşümdür. O filmler seyredilmiştir. Yazdığımın üç misli, dört misli film izlemişimdir. Gece yarılarına kadar, sabahlara kadar bazen çalışmışımdır. Sancılar girmiştir, baş ağrıları çekmişimdir. Ama bu son kitabım daha rahat oldu çünkü öyle bir niyeti, bir iddiası yoktu. Bu kolay. Ben onu bir seriye dönüştürüp belki her iki yılda bir unutulmayan film 2, 3 şeklinde gidecek. Öbür türlü şeyler bir kere yapılıyor. 1995’te yaptım ama Allah uzun ömür verirse atıyorum sinemanın 120. yılında belki yeniden bir yaklaşım yaparız.

Kerem Bozkurt: Hocam ülkemizde politik sinemanın mihenk taşı olmuş filmler size göre hangileridir ve size göre politik sinemayı doğuran unsurlar nelerdir?

Atilla Dorsay: Yani politik sinema yapılmadı tabii uzun süre Batı’nın karşısında. Yeşilçam bir avuntu sinemasıydı, insanları avutma yöntemiydi, insanları rüyalar âlemine davet etme sinemasıydı. Politikanın bu dünya içinde pek yeri yoktu. Ama mesela 60’lardan itibaren bu değişti. Çünkü 60’lar aynı zamanda sol düşüncenin bütün dünyada güç kazandığı yıllardır ki bu 1980’lerde, 90’larda Komünizmin bir ideoloji, bir rejim olarak çöküşüne kadar sürer. O yıllarda sansür de çok ağırdı. Bir sürü film reddediliyordu. İlk defa politik sinema deneniyordu. 27 Mayıs Devriminin getirdiği görece hoşgörü havası içinde deneniyordu. Çünkü ilk defa yeni anayasa içerisine ifade özgürlüğü girmişti. İlk defa solculuk eski yıllarda olduğu gibi bir günah gibi görünmüyordu ve Yılmaz Güney olayı başlamıştı tabii. Bütün bunlar Türkiye’de politik sinemanın oluşmasına sebep oldu ve güzel politik filmler yapıldı. Onları kitabıma mümkün olduğu ölçüde almaya çalışmışımdır. Orada işte Yavuz Özkan’ın Maden filminden Yılmaz Güney’in Umut, Arkadaş, Sürü, Yol gibi bu tür filmlere yer vermişimdir. İşçi hakları üzerine hala en iyi filmlerdendir Ertem Göreç imzalı Karanlıkta Uyuyanlar ya da Duygu Sağıroğlu imzalı Bitmeyen Yol’a yer vermişimdir. 60’lar bir hayli güçlüdür. 70’ler 12 Mart olayı, baskılar içinde çok karışık geçti zaten. Aynı zamanda 70’lerin ikinci yarısı Türk sinemasının çöktüğü, seks filmlerinin ortalığı kapladığı yıllardır. 80 sonrası yeni bir askeri müdahale sonrasıdır ve daha baskıcıdır. 1960’lardan daha baskıcıdır. Orada politik sinema pek var olamadı zaten Yılmaz Güney de gitti ama birey ortaya çıktı, yani bireyi çok iyi anlatan filmler, 80’lerde başladı. O da aslında çok önemli. Yani politik sinemayı savunurken ve yüceltirken politik veya apolitik bir bireyi dört başı mamur biçimde anlatan filmlerin varlığı da önemli. Mesela 80’lerde tek başına Anayurt Oteli bile bireyin ne kadar geliştiği, eski Yeşilçam’a kıyasla birey denen olayın nasıl ortaya çıktığı konusunda bir örnektir.

Kerem Bozkurt: Macit Koper’le de röportaj gerçekleştirdim.

Atilla Dorsay: Öyle mi, ne güzel!

Kerem Bozkurt: Yılmaz Güney’le aranızda yakın bir ilişki vardı sanırım. Mesela senaryo döneminde size danışır mıydı, sorar mıydı?

Atilla Dorsay: Hayır. Yani ilk hızlı döneminde senaryolar yok gibiydi zaten. O da sevmezdi. Senaryolar neredeyse sette yazılırdı. Benim Yılmaz Güney’le tanışıklığım zaten 60’ların hemen sonları yani sinemada yeni yıllarımdır. Umut filmiyle başlayan dönemimdedir. Ama Yılmaz Güney öyle ele avuca sığmaz bir insandı ki yani bir yandan çok çabuk film çekiyordu o yıllarda. Filmler üzerinde yeterince düşünmeden yapıyordu. Öbür yandan tutuklanmak için bir bahane buluyordu veya toplum onu tutuklamak için bir bahane buluyordu. Yani mesela daha 50’lerin sonların iki yıllık bir hapis yatma olayı var. Yazdığı bir şiirden dolayı mı çok iyi hatırlamıyorum. Oradan çıktı 60’ların gürültülü patırtılı ortamı içinde birtakım şeyler yapmaya çalıştı. Ben dediğim gibi 70’lerin başından itibaren onunla ahbap oldum, bir ölçüde arkadaş oldum ama 12 Martta yeniden tutuklandı. Selimiye Cezaevi’ne kapandı. Ben gittim, onunla o ünlü söyleşimi yaptım. Çünkü cezaevlerine gazeteciler kabul edilmiyordu söyleşi yapmak için. Ben Cumhuriyet gazetesinin forsunu kullanarak onunla cezaevinde söyleşi yaptım ve büyük ilgi gördü. Ondan önce de dışarıdayken kendisiyle bir söyleşim vardır. Oradan çıktı Arkadaş’ı yaptı, sette ziyarete gittim. Yine röportaj yaptım. Geldi Adana’ya indi, Endişe filmini çekmeye başladı. Orada bir hâkimi vurdu, yeniden hapse düştü. Yani adamın hayat hikâyesi zaten sizin onunla normal bir arkadaşlık yapmanızı mümkün kılacak bir tempoda değildi. Yani onu takip etseydim benim de o sırada bir suç işleyip hapishaneye düşmem falan gerekiyordu. E ne oldu işte, yine ben onu ziyarete gittim. İmralı adasındaki hapishanede ziyaret ettim, yine bir söyleşi yaptım. Oradan kaçtı, malum Fransa’ya gitti. Fransa’dayken gidemedim, o benim büyük hatamdı. En azından Cannes Film Festivali’ne gidebilseydim 80’lerin başlarında onu ölmeden görebilirdim ama 80’lerin başında ben Cannes’a gitmiyordum. Çünkü o yıllarda turizm işine merak salmıştım, mimarlıktan da para kazanamayınca, sinema yazarlığından hiç kazanamayınca. Bildiğim diller sayesinde biraz turizm işi yapıyordum, tercümanlık, rehberlik yapıyordum, bir acentede çalışıyordum. Mayıs ayı turizm açısından çok parlak bir dönemdir. O sırada adam oradaydı ve Cannes’a gidemedim. Falan derken öldü gitti. Hayatımda duyduğum en büyük pişmanlıktır. Demek ki Yılmaz Güney’le sınırlı bir dostluğumuz oldu ama o yıllar içinde en kritik anlarında yani en azından iki tanesinde hapishanede olduğu sırada onu ziyaret etmiş olmamı, ona bir kitap yazmış olmamı ki o kitap ilerde benim eklerimle zenginleşti. En son bir on yıl önce Güney Film’in yaptığı baskı tuğla gibi bir şeydi. Şimdi bulunmuyor tabii o kitaplar. Böyle bir hikâye…

Kerem Bozkurt: Yılmaz Güney’in Yol filmiyle Inarritu’nun Diriliş filmi arasında benzerlik buluyor musunuz?

Atilla Dorsay: Bir benzerlik olduğunu sanmıyorum.

Kerem Bozkurt: Size göre gerek dünya sinemasının gerekse Türk sinemasının altın çağları hangi dönemlerdir?

Atilla Dorsay: Türk sinemasında bence iki tane altın çağ var. 60’lı yıllar ve de 2000’li yıllar. Arada çok inişli çıkışlı dönemler oluyor bir kısır döngü gibi. Mesela 80’lerin başında inanılmaz bir bunalım yaşıyor, kimse gitmiyor Türk filmlerine. Türkan Şoray’ın bir filmi bile üç gün sonra afişten kaldırılıyor. 90’ların başı da öyle tuhaf bir şekilde. 90’larda da bir bunalım var. O yıllarda da özel kanallar işin içine giriyor. Amerikan firmaları burada büro açıyor. Filmleri günü gününe getirmeye başlıyorlar, televizyon kanalları çoğalıyor. Kimse gitmiyor. Ne oluyor, 95 yılında Eşkıya filmine kadar kabaca söylüyorum, Türk sineması seyircisinden kopuk yaşıyor. Ama 2000’lerden sonra bu düzeliyor. Dolayısıyla bence 60’lar ve 2000-2010’lu yıllar en parlak yıllar. Dünya sinemasına gelince; benim en önemli bulduğum yıllar 40’lı yıllar. 50’ler de öyle ve de belki 80’ler… Güzel şeylerin yapıldığı yıllar. Bugünkü dünya sinemasını çok beğenmiyorum aslında. Fazla fantaziye, tekrarlara, remakelere, fantastik sinemaya düşkün çılgın projeler üretiyoruz bugünlerde. Gerçek iyi sinemayı çok bulamıyorsun.

Kerem Bozkurt: Peki hocam bu altın çağlarda hangi filmler bu çağları başlattı sizce?

Atilla Dorsay: Bunu söylemek çok zor tabii. Yani sessiz sinemanın başyapıtları var. Metropolis adlı bir filme bakıyorsunuz; tarifsiz bir film, bilim kurgu sinemasının bütün temellerini atmış. 30’lu yıllarda yapılan bazı filmler. Mesela 39 yılında Rüzgar Gibi Geçti bir sinema başyapıtı değil ama tarihe yaklaşma yıldızları kullanma anlatım denen olay o renkli teknikolor ilk defa bu kadar başarılı kullanılıyor. Bu da bir çağ açıyor. 40’lara geliyorsun Casablanca diye bir film çıkıyor, mütevazı bir aşk filmi ama savaş sırasında aşkla görev, misyon denen şeyin karşılaşması konusunda bir başyapıt. 50’lere geliyorsun sayılamayacak kadar çok film var. Hangisini söyleyeyim. 60’lar da öyle. Ama mesela 68 yılında Stanley Kubrick 2001 Uzay Yolu Macerası diye bir film yapıyor. Bilim kurgu denilen alanın ne kadar uçsuz bucaksız bir alan olduğu, bir bilim kurgu filminde teknolojinin gelişiminden Tanrı’nın var olup olmadığına, zaman kavramından görev kavramına bu kadar çok insanın hayatını çok yakından etkileyen temanın aynı filmde ele alındığı kolay çözülemez, belki on kere izlense bile sırrı çözülemez, büyüsüne doyulamaz bir film yaratmanın örneğini veriyor. Bunlar benim en favori filmlerim olduğu için söylüyorum. 80’lerde veya 90’larda David Lynch geliyor. Mulholland Yolu ve Mavi Kadife gibi filmler yapıyor. Bundan biraz geriye gidip Alfred Hitchcock’tan da bahsetmek gerek. O da hem son derece gizemli işler yapıyor. İnsanı film boyunca perdeye bağlamayı bildiği gibi sinema denen sanatı öyle bir ustalıkla kullanıyor ki her bir filmi başyapıt olarak gençlere gösterilebilir. Vertigo, Ölüm Korkusu filmi muhteşem bir filmdir. Defalarca izleyin. İşte bütün bunlar sinemanın unutulmaz filmleri… Fransa’dan Alain Resnais diye bir adam çıkıyor ve Hiroşima Sevgilim diye bir film yapıyor. O filmde de son derece zor bir şey en iyi şekilde başarılıyor. Hatırlamak. Çünkü hatırlamak öyle bir olaydır ki insana mahsustur, hayvanların hatırlama duygusunun olduğunu sanmıyorum ve bu duygu sanatlardan ancak edebiyatta anlatılabilir ama sinemada bunun anlatmanın imkânı yok. Gerçi Amerikalılar flashback denen şeyi bulmuşlar. İşte adam hayale dalar, birden perde bulanır 10 yıl öncesine gidersiniz atıyorum. Ama bir teknolojik bir trickdir, o zaman gerçekte neyi nasıl hatırladığı ortaya çıkmaz, edebiyat bunu anlatır ama sinemada bunun aşağı yukarı imkânı yoktur. Hâlbuki Hiroşima Sevgilim denen şey şavaş suçları, özellikle atom bombası olayını gayet ciddi bir biçimde ele aldığı gibi hatırlama dene olayı soyuttan somuta dönüştürür yani soyut şeyi sizin için somut hale getirir. O da muhteşem bir film. Yani bu gibi filmler tabii çok etkili, daha birçok örnek de verilebilir. Ama burada 100 tanesini bir kitapta topladım, kalkıp onları teker teker anlatacak halim yok.

Kerem Bozkurt: Hocam “Emek yoksa ben de yokum,” deyip gazete yazarlığını bırakmıştınız. Şu anda baktığımız zaman tarihi sinema ve tiyatro binalarımız yıkılıp yerlerine avmler yapılıyor ve devlet yapmış olduğu tiyatro ve sinema salonlarının sayısı ile kültüre katkı yaptığını savunuyor. Sizce devletin gerçek manada kültüre katkısı nasıl olmalıdır?

Atilla Dorsay: Valla iki türlü olmalıdır. Korumacılık ki bu özel sektörün yapacağı bir şey değil. Her türlü tarihi ve doğal hazinelerimizi korumak temelde devletin asli görevlerinden biri olmalıdır. Diğeri de bağımsızlık, özgürlük. Yani sanat devletin güdümünde olmamalı bir kere özgür bırakacaksınız. Ama efendim özgür bırakırsak çok ahlaksız şeyler yapıyorlar, özgür bırakırsak devlet aleyhtarı laflar ediyorlar. Kardeşim onun da bir kontrolü var. Tamam kabul ediyorum kimse istediği şeyi tamamen istediği biçimde yapamaz ama siz sanatçıyı önce özgür bırakın. Ona derdini anlatma fırsatı verin. O zaten edepli insandır, edepsiz değildir. Genelde sanatlarda da sanatçılarda da asgari bir edep duygusu vardır. O istediğini yapsın bundan kimseye hele topluma zarar gelmez ben naçizane böyle düşünüyorum. Ama koruma çok önemli. O mekânlar özel sektör mekanı da olabilir. Bütün opera salonları, sinema salonları devletin malı değildi. Özel sektörün malıydı. Ama işte hepimiz kapitalizm denen ideolojiye teslim olmuş durumdayız. Çünkü alternatif yok, her şey paraya dayalı, kapitale dayalı. Kapitalizmin egemenliği alternatifi olmayan bir egemenlik, tamam bunu kabul ettik boyun eğdik. Ama o zaman da nasıl her şeye rağmen sosyal devlet olma ve yoksul kesimleri çalışan ve emekçileri koruma görevi devletin boynunda önemli bir yük ise sanatı ve sanat mekânlarını korumak da aynı şekilde olmalı. Ama bugünkü şekil tamamen ama tamamen yatırımın ve rantın esiri olmuştur. Yani bu çok açık ve kesin. Daha bugün gazetelerde vardı. Büyük millet meclisi binasında Ağa Han ödülü almış olan meclis camisini küçük buldukları için yıkıp büyük bir cami yaptıracaklar. Tamam da ya bu bir mimari eser. Ağa Han ödülü çok önemli bir ödül ama yıkıyor daha büyük bir camii yapıyor. Orada rant değil belki ama gösteriş merakı var. Birçok yerde de rant… O arazinin kendisi, o ağaçların kendisi korumaya değer şeyler ise ne olacak. Bu tabii Türkiye’yi mahva götürür. Ben bir mimar olarak ve de korumacı olarak bütün bunlara çok kızıyorum. İşin siyasal boyutundan çok neredeyse korumacılığa karşı alınan tavır beni çok üzüyor. Daha geçenlerde Beyoğlu’nda son yirmi yılda kapanan veya kapatılan tiyatro salonlarının listesini çıkardım. Valla ben de üzüldüm. Bu kadar olduğunu bilmiyordum. Düşününce insan hatırlıyor, korkunç bir şey. 20’ye yakın mekân ya yıkılmış ya da kapalı tutuluyor. Ya ne olur şunlara bir el uzatın. Beyoğlu’nun göbeğinde de insanların film göreceği konuşmalar yapacağı bir takım salonlar olsun, hayır.

Kerem Bozkurt: Kült film tanımı gerçek anlamıyla nedir? Siz gerek Türk sinemasında gerekse yabancı sinemada hangi filmleri hangi sebeplere bağlı olarak kült film olarak tanımlarsınız?

Atilla Dorsay: Valla kült film tuhaf bir şey tabi. İlle başyapıt olmaları gerekmeyen, sinemanın en iyi örnekleri olması gerekmeyen ama bir şekilde insanları etkileyen ayrıca ve bu en önemlisi zaman içinde bu etkisi azalmayan tersine artan filmlerdir. Bunu hiçbir eleştirmen oturup saptamaz, hiçbir eleştirmen bu konuda listeler yapmaz, bu ancak zamanla ortaya çıkan bir şeydir. Bugün önemsenmeyen veya az önemsenen bir film zaman içinde çok önemsenmeye başlıyor ve o zaman külte dönüşüyor. Böyle bir olay…

Kerem Bozkurt: Sistematik bir sebebi var mı hocam?

Atilla Dorsay: Sistematik bir sebebi yok, o sanatın kendine özgü gizlerinden biri. Yani içeriğiyle olabilir, anlatma biçimiyle olabilir, onların kombinezonu hususundan olabilir. Savundukları fikirler, düşünceler, tezler zaman içinde değer kazanabilir hem de biçim açısından ne kadar değerli olduğu zaman içinde anlaşılabilir. Böyle bir şey, karmaşık bir konu…

Kerem Bozkurt: Peki Türkiye’de yapılan film festivallerini nasıl değerlendiriyorsunuz, festivallerin belirli bir kimliği var mı? Yoksa da dönem dönem yenilenen jürilere göre bir kimlik mi oluşturuluyor?

Atilla Dorsay: Antalya’nın bir kimliği var artık. O kadar uzun yıllar oldu ki… Gerçi Fransa’da mesela şöyle bir şey vardır. Festivallerin yönetimle politik açıdan bir bağlanışı yoktur, özgürdür, belediye başkanın kimliği onları etkilemez. Bizde hala Antalya Belediye Başkanın hangi partiden olduğuyla şöyle veya böyle davranan uygulamalarını ona göre yapan bir festival var. Buna rağmen Antalya’nın bir kimliği vardır. Türk sinemasına çok hizmet etmiştir. Umuyorum bundan sonra da edecektir. İstanbul Film Festivali ciddiyet kazandı, Altın Lale 80’lerin ortalarında başladı ve bugün dünyaca tanınan ödüller oldu. Diğerleri inip çıkıyorlar. Ankara Film Festivali, Uçan Süpürge Festivali ki ona çok değer veriyorum, Eskişehir, Erzurum, başka yerler… Ama onlar çok daha kimlik bulamadılar. Mesela Malatya Film Festivali Vali tarafından iptal edildi. Hâlbuki ben de gitmiştim bir iki defa, küçük ama gayet düzeyli bir festivaldi. Vali Bey onu iptal ediyor.

Kerem Bozkurt: Bir gerekçe göstermiş mi hocam?

Atilla Dorsay: Hatırlamıyorum herhalde göstermiştir. Ama ne olabilir ki gerekçe. Zaten küçük bütçesi olan bir festival.

Kerem Bozkurt: Bir Anadolu hikayesi olan Umuda Yolculuk filminin yönetmeni ve yapımcısı İsviçreli olduğu için akademi ödüllerinde İsviçre adına yarıştı ve kazandı. Oysa filmin yazarı ve oyuncuların birçoğu yerliydi. Bu bağlamda Türkiye’nin akademi ödülleri yolculuğuna nasıl bakıyorsunuz?

Atilla Dorsay: Çok iyi bakıyorum. Türkiye her yıl akademi ve Oscar ödüllerine katılmalı. O yıl iyi filmdi ama bir başyapıt değildi. Ama önemli şeyleri tam zamanında söylediği için dediğiniz gibi yabancı filmden çok Türk filmi gibi gözüktüğü halde İsviçre filmi olarak kayıtlara geçti. Ama ben inanırım ki çok iyi bir filmimiz hem zamanında başvuru yapıp yollanırsa bu iş olabilir. Tabii kolay değil çünkü her şeye rağmen o ödüller Amerikan bakış açısını yansıtır. Türkiye ise bir Avrupa ülkesi. Nitekim Avrupa festivallerinde bir hayli ödül aldık. Cannes’da defalarca ödül aldığımız gibi Berlin’de de Altın Ayı’yı aldık en son Bal filmiyle. Diğer festivallerde de daha büyük ya da ortanca ödülleri aldık. Dolayısıyla Amerikan zevkine uygun hem iyi bir film olacak hem de atıyorum çok fazla Nuri Bilge Ceylan olmayacak. Çünkü Nuri Bilge Ceylan iyi bir sinemacı ama çok Avrupai, onu Amerika’da kabul ettirmek kolay değil. Biraz daha erişilmesi kolay bir sanatçımızın yaptığı iyi bir film emin olun Oscar’a aday gösterilebilir ve alabilir. Yani belli bir yerdeyiz.

Kerem Bozkurt: Cannes Film Festivali’ni nasıl değerlendiriyorsunuz?

Atilla Dorsay: Cannes film festivali kabul etmek lazım ki Oscarların dışında dünyanın en iyi sinema olayı. Oscarların dışında mecburen diyorum. Oscarların her şeye rağmen daha büyük bir popülaritesi gösterişi var ama ondan da önemlidir Cannes’ın filmleri. Emin olun çok iyi filmler topluyor. Geçen yıl gittim. Hala Cannes’ın filmlerini konuşuyoruz. Bitmedi yani o kadar iyi bir yıldı ki… En son Personal Shopper isimli bir film İstanbul festivalinde yeni gösterildi, sinemalara gelmedi. Yani hala düne kadar geliyordu Cannes’ın filmleri. Cannes bunu yapabiliyor, dünyanın en iyi filmlerini seçebiliyor. Herkes filmini Cannes’a göndermek için çırpınıyor ve onlar da en iyisini seçebiliyor. Ona göre de bir jüri oluşturuyorlar tabi. Film seçmek yetmiyor, salağın biri gelir ödüller kayabilir. Bunu da yapmıyorlar. Kompozisyona önem veriyorlar, oyuncusundan senaryo yazarına, yönetmeninden müzisyenine sinemanın bütün alanları temsil ediliyor. Cannes çok iyi ellerde yani…

Kerem Bozkurt: Bir yanda Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Reha Erdem gibi filmleri çok az sinemada gösterilen yönetmenlerimiz var ve diğer yanda yüzlerce kopyayla çıkan hepsi değil ama bir kısmı ucuz olan filmler var. Bu saydığım yönetmenlerin filmleri çok önemli festivallerde çok önemli ödüller alıyor. Kaliteli film ayrımını yapabilecek bir toplumsal bilince nasıl ulaşabiliriz hocam?

Atilla Dorsay: O toplumsal bilinç dışarda da çok yok yani. Fransa dünyada en büyük sinema zevki olduğu söylenen ülke ki doğrudur. Sinemada ilk kez yapılmış filmleri korumayı akıl edebilmiş, sinemayı hayatında özel bir yer vermiş müthiş bir sinema ülkesi. Paris’te hala sanat filmleri gösterilir. O ülkede bile üç yıl önce bir komedi filmi 18 milyon seyirciye ulaştı. Oysa Fransa’da en iyi filmler bile en fazla 7-8 milyon seyirci toplayabiliyorlar, 10 milyona ulaşamıyorlar. Fransa’da oturup bunun nedenlerini araştırdı. Komedi filmiydi, sıradandı bence. Ama Türkiye’de şu var o komedi sanatçısı yönetmeni oyuncusu dediğimizi insanların bile eski Türk sinemasıyla kıyaslanamayacak kadar kalite kazandı. Yılmaz Erdoğan’ın filmleri bence çok kaliteli. Kitabıma üç filmini aldım. Cem Yılmaz yönetmenliğe yeni geçti ama oyuncu olarak ve film yönettiğinde de iyi yapan ve daha iyisini yapacak biri. Bence Ata Demirer de öyle. Bunlar da var. Popüler film ama kaliteli popüler film… Bir de zıpır filmler var tabi.

Kerem Bozkurt: Tarkovski “Sinema insanlığa hiçbir şey öğretemez, çünkü insanlık hiçbir şey öğrenemeyeceğini son dört yüz yılda ispatlamıştır” diyor bir kitabında. Sizce sinemanın hem topluma hem de sanata karşı olan misyonu nedir?

Atilla Dorsay: Kaliteli şeyler üretmek ve insanları daha da insan kılmak. Sinema tabi bütün diğer sanatlardan farklı olarak aynı zamanda bir yatırım alanı. Diğer hiçbir sana türü bu kadar büyük para gerektirmiyor. Sinema aynı zamanda insanların Cumartesi hoş vakit geçirme alanı. Hoş vakit geçirmek için kimse müzeye gitmiyor. Sinemanın yüklendiği çok fazla misyon var. Sinemam çok büyük bir sanayi, büyük bir yatırım alanı. Dolayısıyla sinemanın yapısı son derece farklı. Bütün bunlar ona değişik misyonlar yüklüyor tabi. Bir kere yatırım alanı olduğuna göre asgari olarak o yatırımın geri gelmesi gerekiyor. Bütün bunların yanı sıra bir de iyi film bekliyorsunuz. Tabi bekleyeceğiz çünkü sinemam bir sanat, hem de sanatların en etkilisi. Ama işte bu ikilemin çözülmesi lazım bir yerde… İyi şeylere yatırım yine de paranızı çıkaracaksınız.

Kerem Bozkurt: Ülkemizdeki sansür, otosansür meselesine nasıl bakıyorsunuz? İran sinemasına u bağlamda nasıl görüyorsunuz?

Atilla Dorsay: İran sineması böyle bir rejim altında bile gayet iyi filmler yapılabileceğini gösteriyor. Şu da denebilir; o rejim sayesinde biraz iyi filmler yaptı. Çünkü daha incelikli, daha sansürcüleri rahatsız etmeyecek bir anlatım biçimi seçmek zorunda kaldılar, bir takım şeyleri daha incelikli anlatmaya başladılar da denebilir. O sinemacıların filmlerinde Kiyarüstemi ve diğerleri çok kaba mesajlar yoktur, ince şeyler vardır. Tamam, bu İran’daki dini rejimin ağır sansüründen geliyor denebilir. Ama onun yanı sıra İran kendine özgü bir kültürü olan bir ülke. Bunu unutuyoruz yani sadece İran’daki rejime bakıyoruz. İran müthiş bir kültür ve geleneği olan bir ülke. İran o rejim altından çıkıp çok iyi şeyler yapmayı başardılar. Türkiye dediğim gibi ağır bir sansürden çok çekti. Ama bugün o sansür yok gibi. Yasaklanan film duymuyoruz, bir Kürt sorunu biraz hassasiyet içeriyor. Mesela Zer filmi sansüre uğramış, iki yerinden kesilmiş. Bu mükemmel bir sansür örneği. Ama yine de bunlar istisnai şeyler. Kabul etmek gerekir ki Kürt sorunu Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri. Bir süre daha böyle bir sansüre maruz kalacak o sinema ama onun da aşılacağı günler gelecek. Naçizane benim görüşüm şudur bir aydın olarak; Kürt sorunu bile çözümlenebilir. Akıllı bir şekilde yaklaşılırsa makul bir diyaloğa girişilirse Kürt sorunu bile kimseyi incitmeden aşılabilir. Dünyada diyalogla aşılamayacak sorun yok.

Kerem Bozkurt: En son galiba bir Fransa’da bir belgesel gösteriminde sıkıntı olmuş..

Atilla Dorsay: Fransa’da ünlü bir yönetmenin Irak’ta çektiği bir film gösterildi. Biz de o filme gittik ama fotoğraf makinamı almamıştım ve adamın resmini çekemedim. Filmin adı Peşmerge. Irak’ta peşmergelerin Işid’e karşı olan savaşta aldıkları rolü gösteriyordu. Kürt sempatizanı olan ama bunu aşırı bir şekilde göstermeyen kimseye de zararı dokunmayacak bir filmdi. Ama filmin Türk aleyhtarı olduğu söylendi. Çünkü Türkiye’de Kürtlere sempatiyle bakan her şeye Türk aleyhtarı olmakla bakan bir anlayış var. Dolayısıyla ben o filmi savunan bir yazı yazdım.

Kerem Bozkurt: Ülkemizde son yıllarda çok daha fazla etkisini gördüğümüz ötekileştirme ve kutuplaşmayı sinema sanatı ne kadar yansıtıyor? Sizi bu konuda tatmin eden film ve yönetmenler hangileri?

Atilla Dorsay: Ötekileştirme ve kutuplaşma bugün Türkiye siyasetinin temel direği olmuş durumda. Hiç böyle olmamıştı. Hep çatışma vardı, hep birilerini küçümseyen partiler, hele ki o bitmeyen sağ-sol yarışması, insanları birbiriyle çatışan iki grup haline getirmişti. Özellikle 80’li yıllarda iki tarafın militanları birbirlerini öldürüyorlardır. Gayet iyi hatırlıyor 12 Eylül sabahı askerler duruma el koyunca ben kendi adıma “oh ne ala” demiştim. Çünkü biz evimizden dışarı çıkamıyorduk, yanı başımızda birisi öldürüldü. İki semt ötede birisine suikast yapıldı. Emin olun ben gece sokağa çıkamaz olmuştum. Küçük de olsa bir ismi olan gazeteciydim ve ürküyordum. Sokakta insanlar adam vuruyordu, korkunç bir şey. Sağ ve sol birbirine girmişti, anarşi alıp başını yürümüştü. Askerler geldi oh geldiler dedik. Sonra onlar da bir sürü halt işledi, o ayrı. Fakat böyle bir psikolojinin havayı kaplamasına sebep olmuştu bu ötekileştirme. Şimdi Türkiye’de bunun dik alası yaşanıyor. Batılılar da öyle görüyorlar, Türkiye ortasından ikiye ayrıldı bu referandum sonrası. Ortasından ikiye ayrılmadı kardeşim yani. Evet ve hayır diyenlerin bakın yaşantısına bakın, sosyal durumlarına, gelirlerine bakın, gündelik hayatlarına bakın; emin olun aralarında çok büyük farklar göremeyeceksiniz. Ama olayla bunu getirdi. Başta yöneticilerimiz, tüm politikacıların, tüm aydınların, tüm düşünen insanların yapması gereken başlıca şey bu ayrılığı gidermek ve bu yüzde ellişerlik iki grubun barış içinde yaşamasını ve ilerde bir gün bütün bu çelişkilerin yok edilip ortak idealler etrafında birleşmelerini sağlamaktır. Yapılması gereken şey bu. Ama bunu yöneticilerimizin çok iyi anladığı gözükmüyor.

Kerem Bozkurt: Hangi film karakterini şimdiye kadar kendi karakterinize daha yakın buldunuz?

Atilla Dorsay: Öyle bir şey aramadım. Arasam belki bulurdum ama kendime en yakın bulduğum karakter diye bir şey olmadı hiç.

Kerem Bozkurt: Ya da bir filmin yönetmeni ya da senaristi olmak istediniz mi?

Atilla Dorsay: İstedim, senaryo yazmayı istedim. Yönetmenlik yapamayacak kadar tembelim, yönetmek zor iş. Hele sesli çekim yapıyorsanız, o sabır bende yok. Dolayısıyla yönetmenliği düşünmedim. Senaryo yazmayı ciddi olarak düşündüm ama bir tülü vakit olmadı. Bir de Yıldız Kenter’e bir tiyatro piyesi sözüm var. Ama artık olmayacak herhalde. Yani ben yazamam, es kaza ben yazsam o oynayamaz.

Kerem Bozkurt: Türkiye’deki sanat anlayışında bir muhafazakârlaşma seziyor musunuz?

Atilla Dorsay: E tabi Türkiye’de genel anlamda muhafazakârlaşma olayı var. Ama çok kötü bir şey olarak da karşılamıyorum. Çünkü Komünizmin çöküşünden sonra Milliyetçilikle beraber din de yeniden gündeme geldi, önem kazandı, inanç müessesesi gayet önemli bir müessesedir. Buna bağlı olarak da toplumlar bir ölçüde muhafazakârlaştılar, bugün her yer öyle. Fransa’da Marie Le Pen’in başkanlık adaylığını kazanması çok muhtemel. Fransa’da bir arkadaşımla yemek yiyordum, o da kazanacağına ihtimal veriyor. Düşünün Fransa’nın başına ırkçı bir başkan geliyor ki gerçekten ırkçı olmayan bir toplum. Amerika’daki başkana bakın, bazı Orta Avrupa ülkeleri İslam düşmanı zaten bunu biliyoruz. Kötü bir dönem yaşıyoruz.

Kerem Bozkurt: Edebiyatta hangi yazarları okumayı tercih ediyorsunuz?

Atilla Dorsay: Bir kere polisiye çok seviyorum. Bütün Agatha Christie’leri okumuşumdur. Bugün de okuyorum ama tabi okumaya yeni başlayan bir insanın benim gibi Agatha Christie, Arsen Lüpen, Sherlock Holmes yerine çok önemli bazı yazarları okuması iyi olur. Dostoyevski’dir, Virginia Woolf’tur, Shakespeare’dir, Knut Hamsun’dur. Tüm bu yazarları okuması lazım. Gerçekten iyi bir okuma çabanız ve edindiğiniz bir kültür yoksa her şey havada kalıyor. Kültür televizyondan, dizilerden alınabilir ama yeterli değil. Okuyarak almak lazım. Hatta belki sinemadan bile daha kalıcı.

Kerem Bozkurt: Sinema kitaplarında hangilerini tercih ediyorsunuz Hocam?

Atilla Dorsay: Kendi kitaplarım.

Kerem Bozkurt: Müzik konusunda da bilginiz muazzam hatta TRT’de program yapmıştınız. Hangi müzisyenleri tercih ediyorsunuz?

Atilla Dorsay: Her türlü müziği seviyorum. Türk popunu severim bir kere. Alaturkayı çok severim, insanlar bunu bilmez. Son günlerde eski plaklardan kaydedilmiş CD’ler dinliyorum arabamda, beni çok mutlu ediyor. Çünkü biz çocukken bir tek radyo vardı evimizde. Akşamları fasıl saatleri olurdu, popu falan bilmezdik. Ama ben aynı şekilde klasik Amerikan şarkılarını, country müziklerini, cazı severim, şansonları çok severim, operayı pek sevmem, klasik müziği çok sevemem, dinlerim ama çağdaş müzik beni daha çok tahrik ediyor. Onda çağımız yansıyor.

Bizlerle bu keyifli röportajı gerçekleştirdiği için Atilla Dorsay’a teşekkürlerimizi sunuyoruz.