‘Anadolu’nun Mimarlık Dili’ dosya konumuzda, bu kez de Çatalhöyük’ün kapısını çalıyoruz. Bizden önce onlar vardı diyor, 9000 yıl öncesinde dünya üzerinde yaşamını sürdürmüş toplulukların sosyal hayat düzenlerini öğrenmek için tarihin ve sanatın kapısını aralıyoruz.

Kaynağı M.Ö. 7400’e dayanan ve M.Ö. 5200 yılına dek izini sürebildiğimiz bir yerleşim alanı… Bu kadar geçmiş günlerden günümüze yarı yarıya da olsa ulaşabilmesine şaşırdığımız aşınmaya en müsait malzeme olan kerpiçten yapılmış sivil mimari örnekleri…

Anadolu topraklarında, bizden önce yaşamını sürdürmüş bazı topluluklar var demiştik önceki yazılarımızda. Bu topluluklardan maalesef ki günümüze ulaşabilen sivil mimari örnekleri çok azdır. Özellikle Selçuklular öncesinde Bizans İmparatorluğu ele alındığında, daha yakın tarihlerde hüküm sürmelerine rağmen savaşların sonucunda en çok sivil mimari örnekleri zarar görmüş ve ortadan kalkmış. Anadolu’da rastladığımız sınırlı sayıdaki sivil mimari örneklerinden en önemlilerinden biridir Çatalhöyük.

James Mellaart tarafından 1958’de keşfedilen bu arkeolojik sit alanının ilk kazı çalışmalarına 1961 yılında başlandı.  Yüz ölçümü bakımından çok geniş sınırlara ulaşan Çatalhöyük’ün doğu ve batı olarak ikiye ayrıldığı bilinmekte. Burada yaşamış olan nüfusun ise 8.000 kişiye ulaştığı düşünülüyor.

Burada yaşayanların tarımcılık ile uğraştığı edinilen bilgiler arasında. Fakat ilginçtir ki evlerin çevresinde bir dini yapı yani ruhani varlıklara atfedilmiş bir anıtsal yapı bulunmuyor. Bu kişilerin inançları hakkında pek bir bilgimiz maalesef ki yok.

Genellikle dayanıksız kerpiç malzemeden yapılan evler, yağmur veya kar sebebiyle aşındığından sürekli kerpici yenilemek zorunda kalmışlar bu evlerde yaşayan insanlar. Evlerin, aslında alışılmadık bir mimari sistemi olduğunu söylemek gerek. Öncelikle evler, insanların yaşam alanlarının altında kalıyor. Şöyle ki, birbirine bitişik şekilde inşa edilmiş evlerin çatılarında, kişiler günlük yaşam işlerini gerçekleştirirlermiş. Şaşırtıcı değil mi?

Şaşırtıcı gerçekler yalnızca bununla kalmıyor. Evlerin girişinin çatıda olduğu gerçeği de bayağı ilgi çekici. O dönemde doğanın olumsuz etkilerinden ve hayvan saldırıları gibi durumlardan kurtulmak için girişlerin bu şekilde tasarlandığı düşünülüyor. Fakat ‘Acaba evler kerpiçten olduğu için, kapı açarak yapının statiğinde boşluk yaratmak bir sorun muydu?’ düşüncesi de kafaları kurcalayan soru işaretlerinden biri.

Çatıdaki girişten aşağıya, evin asıl bölümüne uzanan merdivenin tam altında ocak buluntularına rastlanmış. Bu ocağın açıklık altında olması durumu, dumanın iç alandan çıkartılması için yapılmış bir uygulama. Bu duruma, Türk çadırlarında da rastlıyoruz.

Evin içinde odaları ayıran duvarlar yok, yalnız farklı işlevlere hizmet eden alanlar sekilerle zeminden yükseltilerek belirginleştirilmiş. Evlerin çeşitli yerlerinde farklı bezeme programlarına rastlanıyor, çok sanatsal olması elbette beklenmeyen bu resimlerden biri de dünyanın ilk şehir planı olduğu düşünülen kent tasviri.

Bir de şaşırtıcı bir durumdur ki, önemli eşyaları saklayabilecekleri çeşitli oyuklar duvarlarda karşımıza çıkıyor. Bu oyuklara -nişlere- değerli, çeşitli nitelikleri olan bazı eşyaların özenle yerleştirildiği biliniyor. Ve atalarının da, yerden yükseltilmiş platformların altına gömüldükleri biliniyor. Yani bir nevi insanlar, atalarıyla birlikte yaşıyorlar.

Bazı evlerde boğa başlarına rastlanmış. Bu boğa başları, insanın hayvan üzerindeki yetkin gücünün göstergesi mi yoksa hayvan gücüne karşı duyduğu ilginin tapınma ihtiyacına dönüşmesinin bir ürünü mü bilinmez, bu konu hakkında çeşitli teoriler var fakat benim görüşümü merak edenler için söylüyorum. Bir insan tapındığı bir canlıyı ya da varlığı avlamayacağı için bunun tapınma amaçlı olduğu düşünmüyorum. Tabii bunun bir kesinliği yok, bu durumların yalnızca ortaya atılan teoriler dahilinde ele alındığını belirtmekte fayda var.

Şimdiye kadar ele aldığımız Doğu Höyük yerleşimindeki insanların nüfus sayılarının azalışının ardından Batı Höyük rağbet görmeye başlamıştır. Fakat Doğu Höyük ile kıyaslandığında Batı Höyük yerleşiminde bazı farklılıklar vardır. Örneğin Batı Höyük’te duvar resimlerine ve ev içinde ata mezarlarına rastlanmamıştır. Bunun yanı sıra bu höyük alanındaki en önemli buluntular olarak boyalı çanak-çömlekler ele alınabilir.

Çatalhöyük’te yaşayan kişilerin saygı ve sevgi çerçevesinde yaşamlarını sürdürdükleri de düşünülüyor. Bulunan ölü kemiklerinde yapılan deneylerde mızrak, bıçak gibi kesici aletlerle oluşturulmuş bir darbe izine rastlanmamış; bu da kişilerin, birbirleriyle uyumlu bir yaşam sürdükleri ve doğal yollarla öldükleri teorilerini güçlendiriyor.

2016 yılında, Çatalhöyük’te çok önemli bir arkeolojik buluntuya rastlandı. Bu eksiksiz kadın heykelciği bulunduğu yere özenle yerleştirilmiş.

Çatalhöyük, görülmeye değer bir sit alanı olarak ülkemizin topraklarında zamanda dondurulmuş bir tarih sahnesi gibi varlığını sürdürmeye devam ediyor.