Yuvamız, evimiz, barınağımız, sığınağımız. Kapımızı kapatıp dış dünyaya, içine adımımızı attığımızda rahat bir nefes alıp bütün tehlikeleri uzakta bıraktığımız yer.
Kapıyı kapatıp oturunca odada güvende olduklarını söyleyip dururlar İngiliz oyun yazarı Harold Pinter’ın “Old Times” (Eski Zamanlar) adlı oyununda, ne tür tehlikeler vardır dışarıda, neden korunmaktadırlar belli değildir. Ama kimsenin gelip rahatsız etmeyeceği, istemeden görüşmek zorunda kaldığımız insanlardan uzak bir ortam, kendimizle ya da birlikte olmak istediklerimizle baş başa, dünyamıza kabul ettiğimiz nesneler, dünya yolculuğumuzda yol arkadaşlığı yapmak istediklerimiz, can sıkıcı şeylerin, güven duygumuzu zedeleyen bilinçaltı kabusların kapının dışında kaldığı bir oda, bir ev, yaşam nefesi rüyamız. Bir sıcaklık taşar yuva kelimesinden, çoğumuzun kalbinde ılık nefesiyle çiçeklenen.
Çocuklar masaların altına girip oynamayı sever ya, kendi kabuğumuza çekilip yaşam oyununu kucağına sığınıp sahnelediğimiz yerdir evimiz.
Duvarlarımız, güven inşa ettiğimiz kalemiz hiç beklemediğimiz şekilde tehdit edildiğinde, bu dünya cennetimiz elimizde olmayan sebeplerle tam da korkup kaçtığımız bir cehenneme, bitmeyen bir kabusa dönüştüğünde ne yaparız? Yıllardır kullanılmayan bir yolun üzerindeki evimiz, devlet birden o yolu açmaya karar verdiğinde o sessiz, belki de herkesin hayalini kurduğu sessiz yuva bir gürültü yığınağı hâline geldiğinde dehşet bekler bizi. Ursula Meier‘in yönettiği, başrollerinde Isabelle Huppert ve Olivier Gourmet’nin olduğu “Home” (Yuva) filmi tam da bunu irdeliyor. 2008 İsviçre yapımı filmimiz İsviçre’nin en iyi yabancı film dalında Oscar ödülü için adayıydı fakat ödülü alamadı. Farklı festivallerden ödülleri olan film, ev, yuva algımızı, dış tehditlerin aslında nasıl da bizi altüst edebildiğini, güven duygumuzun koruyucu devlet tarafından nasıl kolayca yok edilebileceğini, kalemizin zemininin pek kaygan olduğunu alışkanlık diyebileceğimiz benimsediğimiz evin, çevrenin değişimini kabullenmenin pek kolay olmadığını hatırlatıyor bize.
Marthe, Michel ve üç çocukları. On yıldır kimsenin rahatsız etmediği, adeta izole bir şekilde kullanılmayan bir yolun dibinde yaşamaktadırlar. Yol çocukların oyun alanıdır, bir kısmında havuzları vardır, büyük kızları bütün gün bahçede yatıp sigara içer, müziğini dinleyerek bikinisiyle güneşlenir. Ev tek başına bir kale gibidir, ailenin sıcacık atmosferini koruyup kollayan, her zaman gülümseyerek işten gelen baba, okullarına neşeyle ıssız yoldan geçerek gidip gelen kız ve erkek kardeş. Elbette tatili kutlamak için sipariş ettikleri pizzanın gelmesi kolay olmayacaktır ama ne gam. Birden işçiler belirir, yolu yapmaya gelmişlerdir, gürültülü, sinir bozucu bir çalışma dönemi, neredeyse hiçbir açıklama yapmadan yollarını kapatırlar, Michel iş dönüşü arabasıyla rahatça geçemez karşıdan, büyük kızları kayıtsızca güneşlenmeye devam eder kapalı gözlerle. Yol açılır ve kabus. Normal yaşantılarına devam etmeye çalışırlar ama o yaşantı hızla terk etmektedir onları. Gün geçtikçe daha kalabalık olmaktadır yol, radyo neşeyle yoldan günde kaç arabanın geçtiğini haber verir, solmayan gülümsemelerin izi de kaybolmaya başlar dudaklardan. Arabalar evin içinden geçmektedir sanki, çamaşır asmak bile bir işkencedir, yemek yemek, hele hele uyumak, uyumak. Hayatına aynı şekilde umursamadan devam eden büyük kızdır sadece, trafik tıkandığında yoldan geçenlerin bakışları bile rahatsız edemez onu.
En gürültüsüz odada hep birlikte uyumaya başlarlar, gece de devam eder kabus. Okul açıldığında karşıdan karşıya geçmek, sonra eve dönmek neredeyse imkânsızdır, bir tünel kullanmak zorunda kalırlar. Yavaş yavaş psikolojileri bozulur, küçük kız erkek kardeşine bahçenin, evin zehirli gazlarla dolduğunu, ciltlerinde çıkan basit bir sivilcenin bile ölmekte olduklarının habercisi olduğunu anlatıp durur. Ama gürültü, gece gündüz sonu gelmeyen dehşetli kabus, gitmeleri mi gerek? Aslında evet, yuvayı yuva yapan unsurlar yoktur artık orada ve yaşam biraz da değişim demektir zaten. Kuşkusuz onların huzurunu bozmaya hakkı yoktur kimsenin ama ne yapılabilir? Elde olmayan değişikliklerle, kaçınılmaz unsurlarla dolu değil midir yaşam yolu? Gidemeyeceğini söyler Martha, şehre gidemez, yapamaz, taşınamaz, yoktur buna gücü. Yaşanmışlıklar geride kalmıştır burada, yeni bir yuva imkansızdır onun için. Bu arada büyük kız ortadan kaybolur bir gün, ne yapacaklarını bilemezler, bir yetişkin olduğu için polisin de kendilerine yardımcı olamayacağının farkındadırlar. Gürültüyü azaltmak için bütün pencereleri tuğlalarla kapatmaktır o zaman tek yol, sadece duvarlardan oluşan bir yuva, dışarıya tamamen kapalı, tamamen içine dönük. Ses yok olur ama kalenin dünyayla yaşamsal bir ilişkide olmasını sağlayan, nefes almasının tek yolu olan pencereler de yok olur. Büyük kızları bir süre sonra bir erkekle geri döner, ama ev artık girilmez bir kale olmuştur, girilmez ve çıkılmaz bir zindan. İnsan nefessiz yaşamını sürdüremez, dehşetli kabus artık simsiyah bir renktedir. Değişimin kaçınılmazlığı kendini derinden hissettirir, değişim, yaşamın olmazsa olmazı, derisini değiştiremeyen yılanların yaşamlarına devam edememesi gibi, insan da yeni şartlara göre şekillenmediğinde huzur veren güzellikler geri dönmemecesine kaybolur, aslolan varoluş değil midir?
Bir taşınma sürecinde olduğum için bu film üzerine çok düşündüm son zamanlarda, izlediğimde yeni bir başlangıcı reddettiği için eleştirdiğim Martha karakterine daha farklı yaklaştım, kendimi onun gibi hissettim bazen. Evet insan yaşamayı çok istediği, doğduğu, bütün çocukluğunu, gençliğinin önemli bir kısmını geçirdiği, rüyalarında görüp kavuşmayı sonsuz bir heyecanla beklediği şehre taşındığında bile öngörülemez paranoyaların içinde bulabiliyor kendini. Yeni bir eve taşınmak, yıllardır yuvası bildiği, her ne kadar alışkanlıkların kölesi olmamayı kendine ilke edinmiş olsa da alışıp sevdiği yerden uzaklaşıp bilmediği, içine girip bildik eşyalarını yerleştirmeye başladıkça değişik korkulara, nedensiz huzursuzluklara kapıldığı evi kendine yuva edinmek gerçekten epey güç bir iş. Sığınacağımız ev korkutabiliyor bizi önce hiç nedensiz, bilinçaltımız değişimi reddedip kabuslarla geceleri ortaya koyuyor tepkisini. Sevdiklerimizle çevreledikçe kendimizi değişim yeni bir nefes oluyor bize tabii, oturduğumuz koltukta karşımızda kitaplarla selamlaşmaya başlayınca tekrar, kedimiz yanımıza gelip sürtündüğünde huzurla, çocuklar yeni odalarına yerleşip keyifle gülümsediklerinde.
“Boş Ev” filmini de düşünmeden edemiyor insan, Koreli yönetmen Kim Ki-duk’un 2004 yapımı unutulmaz, çok katmanlı filmini. Yönetmene Venedik Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü kazandıran filmdeki sahipleri tatilde ya da bir gezide olan evlere girip bir gün kalan, o evlere kendi eviymişçesine yerleşen, sahiplerinin giysilerini giyip huzurla oturan, buzdolabındaki malzemelerle yemeğini zevkle pişirip yiyen genç çıkmıyor insanın aklından. Gittiği evlerde küçük tamiratlar yapıp müziğini dinleyen huzur dolu bir adam.
Müzik hep Natacha Atlas’ın “Gafsa” şarkısı, kafanızın içinde uzun süre dönüp duran büyüleyici şarkı. Hiç yadırgamıyor gittiği evleri delikanlımız, âşık olduğu, onun peşinden gelen genç kadın da öyle. Kendimizin olduğunu iddia ettiğimiz pek çok şey, bize ait gördüklerimiz ne kadar bizimdir acaba? Huzur hissettiğimiz her ortamı, insanı var olduğu sürece kabullenip yaşayabildiğimiz güzellikleri derinden hissedip yarını, sonrasını dert etmeden, güvenin içimizde bir his, kendimizle ilgili bir duygu olduğunu bilip öylece yaşamak gerekiyor herhalde. Yuvamız da içimizde, nereye gidersek gidelim, Bülent Ortaçgil’in de dediği gibi “Bu Su Hiç Durmaz” çünkü.
1972 yılında İstanbul’da doğdum. Liseden sonra İngilizcemi geliştirme amacıyla bir yıllığına İngiltere’ye gittim. Döndükten sonra İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdim. Mezun olduktan sonra yurt dışı ve yurt içinde özel sektörde çalıştım. Küçüklüğümden itibaren amatör olarak şiir, deneme, öykü ve roman çalışmalarım oldu. Evli ve iki çocuk annesiyim. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, film izlemeyi, tiyatro, opera ve baleye gitmeyi, müze ve sanat galerilerini ziyaret etmeyi severim.