Hayır, bu feminist bir metin değil!

Hayır, bu bir kadının haykırışı değil!

Bu, bir bireyin bireysel haklarını istediği bir metin.

Bu, toplumsal mekanizmanın çok da doğru işlediğine inanmadığım dişlililerine dikkat çeken bir metin.

O kadar!

36 yaşında bir kadınım. Bir evin kızı, bir başka evin gelini, bir başka evin eşi oldum. Her birinde “anne” sıfatındaki kadınların üstlendiği roller ürküttü beni. Bu kadarını asla yapamam dedim. Kendimi beceriksiz bile hissettim. Evet, dünyada milyonlarca kadın bunu yapabilirdi ama kendimde böyle bir yetenek görmüyordum. Düpedüz beceriksizdim! Kahvaltı masasını herkesin uyanış saatine hazır etmek, bir yandan kahvaltı ederken diğer yandan boşalan çayları takip etmek, herkesin eli kolu tutmasına rağmen boşalan çay bardaklarını itinayla doldurmak, kahvaltı ardından herkes köşesinde keyfini sürerken masayı toplamak, kahveleri yapmak, kendileri için biçtikleri alelacele kahve keyfinin ardından öğlen yemeği, ütü, temizlik gibi birçok iş yükünü sırtlanmak benim harcım değildi.

Nihayetinde başaramadım da!

Eşimin uyandığı saati tutturamadım örneğin. Boşalan çay bardağını kendisinin doldurabileceğinden emin olduğum için elim o boş bardağa gitmedi, ütüler birikti, ev planlanan vakitte değil de istediğim vakitte süpürüldü. Ev temizlerken o an canım kitap okumak istediyse yaptım kahvemi oturdum, istediğim kadar kitap okudum. İşim de bitti kitabım da.

Sonra ne mi oldu?

Pislikten ölmedik, eşim bir yeteneğinin daha farkında vardı. Biliyor musunuz erkekler de çay koyabiliyormuş!

Peki, ben etrafımdaki kadınlara rağmen neden bu rolleri üstlenemedim?

Bu rolleri koyan kişilerin adalet anlayışından şüphe ediyorum da ondan!

Bunu ifade etmek ve bu rollerden arınmak benim için oldukça zor oldu aslında. Gözlemlediğim bütün kadınlar mutsuzdu. Sohbet tarzları ilgimi çekti ilk olarak. Söz ettiklerinin ne olduğu hakkında en ufak bir fikri olmayan kadınlar grubu bir araya gelmiş, ezberlenmiş cümlelerle hayatlarını anlatıyorlardı. Söz ettikleri kendileriydi. Ancak kendilerine o kadar yabancılaşmışlardı ki söz ettikleri “ben”liklerinin farkında dahi değillerdi. Özne “kendi”leriydi ama yükleme sorulan hiçbir soruyla özne elde edilemiyordu.

Annelik vasıflarının altında günah çıkarmaları midemi bulandırıyordu. “Ama”lı ifadelerin ardında kendi mutsuzluklarını, mutsuz olduklarının dahi farkında olmadan anlatıyorlardı. Çoğu kadın vücudunun herhangi bir yerindeki ağrıdan söz ediyordu. Vücutları alarm veriyordu ama duyan yoktu.

Bir başka kadını eleştirme biçimleri ise daha da şaşkınlığa uğratıyordu beni. Aldatan erkeklerin beraber olduğu bir diğer kadın hakkında çirkince konuşurken erkeğe toz kondurmuyorlardı. Ya da aldatılan kadını bir şeyi eksik yapmakla suçluyorlardı.

Bir saniye bu olay tamamen saçmalık değil miydi?

Evdeki kadın yemek, ütü, temizlik vs. yapıp bütün kadınsal kimliklerinden bir bir uzaklaşırken hatta bunların altında ezilip kadınsal kimliğini adeta unuturken dışarıda başka bir kadını seksi bulan adama kimse bir şey demeyecek miydi? Aynı doyumsuz adam bir süre sonra seksi bulduğu dışarıdaki kadını da yemek yapamaması gibi saçma bir nedenle eleştirdiğinde kimse garipsemeyecek miydi?

Bir kadın, bir diğer kadının ruhen katledilmesine önayak olabilir miydi gerçekten?

Bütün bu sorularla bunaltmıştım kendimi. Keyif almadan yaşamak, ruhsuz bir kadın olarak ölmek istemiyordum.

Düşünmeden yaşamak mutluluk olabilir mi diye düşünürken iç sesim “Kendine ihanet etme,” diye haykırıyordu.

“Dünyada bir sürü kör insan var,” diyordu Sylvia Plath Sırça Fanus kitabında. İnce bir çizgide yaşıyor insan. Kendine dönük yaşamı seçerek “öz”ünün kıymetini bilen ya da başkalarının hayatlarında boğulup kendi yaşamlarının hiçbir anının kıymetini bilmeyen insan tipiyle karşımıza çıkıyorlar.

İş, ev, televizyon, alışveriş merkezi arasında geçirilen bir ömrü, yaşanılmış sayıyorlar. Mecburen girdiğim ve her seferinde baş ağrısıyla ayrıldığım alışveriş merkezindeki kadınların suratına bakıyorum bir bir. Çocukları ve eşleriyle orada olmaktan mutlu yüzlerini inceliyorum. Her seferinde bu yapay mutlulukları daha da şaşırtıyor beni.

Kendilerine dair en ufak bir deneyim yok orada bulundukları saatte. Herkes birbirini oyalıyor o kadar. Markaların arasına serpiştirilmiş aileler! Marka değeri kazanmaya çalışan evlilikler!

Peki, paylaşım bunun neresinde?

Çok düşündüm insanları. Ama anladım ki öğretilmiş çizgilerin dışına çıkmak o kadar da kolay değil. En yakınındaki insanlar, eleştirel cümleleri ya da küçümseyen bakışları ile toplumsal mekanizmayı yürütmeye devam ediyor! O kadın alışveriş merkezinde olmaktan mutlu olduğu için değil, herkes evliliğini böyle yaşadığı için oraya gidiyor. O adam, karısını o alışveriş merkezine götürerek karısını mutlu ettiğini düşündüğü için oraya gidiyor. Kimse yanı başındaki insana ne istiyorsun diye sormuyor!

Bir rutinin içinde “kim” olduğunu, “ne” olduğunu, “ne” olmak istediğini bilmeden yaşayıp gidiyor insanoğlu. Haliyle “erkek” birey, “kadın” birey için masaya bir tabak eklemeyi akıl edemiyor ya da biten çayının yerine çay koymayı kadının görevi sayıyor. Düşünmemiş ki üstüne, nasıl bunun bir görev olmadığını anlasın?

Yaşadığımızı zannederken bir de ölmekten korkarız. Zaten yaşadığınız hayat sizin değil ki, korkunuz nedendir? Yine Sylvia Plath’in “Günlük”lerinde geçen bir cümle ile sizi yaşamınızı sahiplenmeye davet ediyorum: “Hiçbir şey yapmadan geçen hayat, ölümdür.”

Bu metni bir “kadın” birey yazdığı için “iç dökme” olarak görüneceği için bir konuya dikkat çekme amacındayım. Bu yazıyı bir “erkek” birey yazsaydı “Aa ne güzel noktalara değinmiş, kadına kadın gözünden bakmış,” denirdi.

Sosyal medyadan takip ettiğim “blogcuanne” mahlasıyla yazan Elif Doğan’ın dikkat çektiği güzel bir nokta var. Erkekler evde herhangi bir iş yaptığında “Eşim bana yardım ediyor,” cümlesine karşı çıkıyor sevgili Elif Hanım. Yardım değil, iş bölümü olarak düzeltiyor her seferinde. Çok da haklı. Ait olduğunuz(!) bir yerin bütün sorumluluğu bireyler arasında bölüştürülebilir. Kadın, bu yüklerin altında ezilmemeli.

Ben kimseye nasıl bakacağınızı söylemeye çalışmıyorum. Aksine yanı başınızda bulunan sevdiğinizi iddia ettiğiniz “kadın”larla iş birliği yapın, toplumsal dayatmalarla yaşamak yerine “birlikte” yaşayın diyorum. Ömür tüketmeyin, beraber yaşlanın diyorum.

Tezer Özlü’nün sözüne kulak verin:

“Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi!”

Bizim kılabiliriz yaşamı. Kendimiz dışında emek verdiğimiz onlarca şey, onlarca kişiden önce kendimize emek verebiliriz.

Unutmayın:

“Yeterince bencillik, hayata saygıdır.”