21. yüzyıll popüler kültür ikonu olan Meksikalı ressam Frida Kahlo, resimlerinin yanı sıra inişli çıkışlı özel yaşamıyla da tanınır. Altı yaşındayken geçirdiği çocuk felcinden dolayı bir bacağı özürlü kalmış küçük Frida’nın. Okul yıllarında eve dönerken bindiği otobüsün tramvayla çarpışması sonucu çok kişinin öldüğü kazada, trenin demir çubuklarından birisi Frida’nın sol kalçasından girip sakatlığını artırmış. Kazadan sonra Frida’nın yaşamı korseler, hastaneler ve doktorlar arasında geçmiş; omurgası ve sağ bacağında dinmeyen bir acıyla yaşamış, otuz iki kez ameliyat olacak ve çocuk felci nedeniyle sakat olan sağ bacağı kangren yüzünden kesilmiş. Yaşamını dile getirdiğim koşullarda geçiren Frida, eserleriyle sanatseverleri kendine hayran bırakmayı başarmış bir sanatçıdır. Frida’nin pes edip vazgeçmesi için haklı nedenleri vardı fakat o yatağının tavanındaki aynaya bakarak oto-portreler yaptı ve sanatsal dehasını gözler önüne serdi. Frida’nın yaşamı beyazperdeye de aktarıldı. Yönetmenliğini Taymor’un yaptığı filmde muhteşem bir sanat yönetiminin olduğunu söyleyebilirim. Tabloların gerçek üstü canlandırmaları, nefis renk ve görüntülerle doluydu. Bu filmden bir sekansı paylaşmak istiyorum sizlerle.

Frida, resme meraklı bir gençtir, kendi halinde resimler yapmaktadır. Bir gün yaşadığı kasabaya zamanın ünlü ressamı gelir, kilise duvarını resmetmek üzere. Kendi çalışmalarını heyecanla götürür Frida, ünlü ressama göstermek niyetiyle. Ünlü ressam merdivenin üzerindedir ve arkası dönüktür. Frida, kendi halinde resimler yaptığını söyler ve çalışmalarını değerlendirmesini rica eder. Ünlü ressam arkasını dönmeden resimleri bırakmasını ve resimleriyle ilgileneceğini belirtir. Genç Frida, bir an önce bakması için ısrar eder ve “Sizin değerlendirmeleriniz benim için çok önemli, sizin sözlerinize göre resme devam edeceğim ya da son vereceğim.” diye ekler. Bu sözler üzerine öfkelenerek hışımla Frida’ya döner ünlü ressam ve “Al git çalışmalarını, benim değerlendirmelerime göre devam edecek ya da sonlandıracaksın, öyle mi? Çizmeden yapamıyorum, çizmekten başka çarem yok, dediğinde getirirsin!” diye çıkışır.

Frida’nın hayatı bizlere ne anlatır? Öncelikle olumsuz koşullara rağmen vazgeçmemenin anlamını; yeteneklerimizi, olanaksızlıklara feda etmemeyi. İkincisi ise dış dünyanın sözlerini esas kılarak içimizdeki cevherin üzerini örtmemeyi. Nice değerler var ki dış dünyanın sözleriyle yok olup gitmişler.

Bir insanın sahip olduğu potansiyel, geçilmemiş dev bir okyanus, keşfedilmemiş yeni bir kıta, açığa çıkarılmayı ve olumlu gelişmelere doğru yönlendirilmeyi bekleyen fırsatlarla dolu bir dünya gibidir. Ünlü ressamın Frida’ya söylemek istediği de budur: İçimizdeki potansiyelin gereğini yapmak.

Ne yazık ki gerek eğitim sistemimiz, gerekse sosyalleşme tarzımız içimizdeki potansiyeli ortaya çıkarmaktan ziyade dış dünyanın yani devletin ya da toplumun talep ve ihtiyaçlarına göre bizleri biçimlendiriyor. Devlet eğitim kurumu eliyle, yaygın fakat çağ dışı, ödül ve ceza mekanizmalarını kullanarak öğrencilerin ilgi, ihtiyaç ve beklentilerini hiçe sayarak kendine sorun çıkarmayacak elemanlar -ürünler mi demeliydik- yetiştirmeyi hedeflerken toplum da sosyalleşme araçlarıyla sosyal robotlar imal etmenin telaşında. Çocukluğu sistemin onayladığı ödüllerle pekiştirilerek geçen insanlar ödülün peşinden koşuyorlar. Çıkarın söz konusu olmadığı eylemlerden -örneğin etik değerlerle örülü eylemlerden- kaçıyorlar. Bu durum –yani saf çıkarcı algı- kişileri sosyal benlik noktasında eksik bırakıyor. Ceza ise çocukların kişiliklerinin örselenmesine, iradelerinin zedelenmesine, otoriteye bağımlı eğilimler geliştirmelerine neden oluyor.

Sıklıkla kullandığımız potansiyel kelimesi, Fransızca kökenli, Türkçedeki karşılığı ise varlığı ve gücü ortaya çıkmamış olan gizil güç. İşte ülkemiz varlığı ortaya çıkamamış yeteneklerin cenneti. Dış dünyanın potansiyelimizi; yetenek, ilgi ve meraklarımızı sergilemekte pranga olmasına izin vermeyelim hem kendimiz hem çocuklarımız için. Öyle bir iradeyle, fışkıran içsel enerji ile donanalım ki çizmeden yapamayalım, üretmeden duramayalım, keşfetmeden rahat edemeyelim!

Sait Faik dememiş miydi, “Yazmasam deli olacaktım.” diye?