Bugün ilk olarak size bir soru yöneltmek istiyorum sevgili okur. Neden bir hikâye okuma ihtiyacı hissederiz? Neden yazarların yarattığı başka başka evrenlerle buluşmak bizim için bir anlam ifade eder? Yaşadığımız anda kalmayıp geçmişi ve özellikle çocukluğumuzu hatırlamak ve belki de deşmek bizim neden gereklidir?

Günışığı Kitaplığı etiketiyle raflarda yerini alan Ceplerine Çiçek Dolduran Çocuk ‘un yazarı sevgili Tolga Gümüşay ile gerçekleştirdiğim röportaj aracılığıyla bu soruların zihnimi kurcalamasına izin verdim. Tolga Bey, bir yazar olarak çocukluk anılarını anlatma ihtiyacı hissetmişti ama onun anılarını dinlemek de benim içsel yolculuğum için gerekliydi. Hikâyeleri aracılığıyla çocukluğumun birçok anı bilinç düzeyine çıktı. Neleri biriktirmişim bilinçaltımda! Kimi zaman buruk bir neşeyle kimi zaman hüzünle ama en çok da sevgiyle okuduğum hikâyelerin sizinle de buluşmasını istedim.

Keyifle okumanızı, cümlelerimizin size temas etmesini dilerim.

Ceplerine Çiçek Dolduran Çocuk hikâye kitabınız aracılığıyla çocukluk anılarınız ile buluşuyoruz. Biz okurlarınız için de keyifli bir yolculuk oluyor. Bir yazar için çocukluğunun kalemine katkısı nedir? Çocukluğunuza yüklediğiniz anlam hayatınızın tam olarak neresinde duruyor?

Çocukluk, yaşamın yalnızca başlangıç evresini değil aynı zamanda merkezini oluşturuyor. Her defasında farkına varamasak da, hayatımızın sonraki yıllarında yaptığımız seçimler ya da başımıza geleni algılama, yorumlama biçimimiz; verdiğimiz tepkiler, ötekilerle ilişkilerimiz hep bu merkezin etkisi altında. Yazarlara sıkça sorulan sorulardan biri, kimlerden etkilendikleridir. Oysa yazarlar da en çok kendi çocukluklarından etkilenir.

Hikâyeleriniz tek tek değerlendirilebileceği gibi bir bütünlük içinde de okunabilir, kronolojik bir otobiyografi olarak tanımlanabilir. Kurgunun planlanmasında öncelikleriniz nelerdi?

Başlangıçta bir kurgu yoktu kafamda. Geride bırakılmış onca yıla inat belleğimde capcanlı kalan, hatta kimisi zaman geçtikçe daha da parlaklaşan bazı anları, yaşarken sıradan olduğunu sandığım ama şimdi geriye baktığımda ne kadar tuhaf, kişisel ya da şiirsel olduğunu fark ettiğim birtakım olayları ve hiçbir zaman sözcüklere dökmemiş olsam da zihnimde ışıldayıp duran bazı imge ve duyguları paylaşılabilir hâle getirmek istedim. Sonra bu yaşam kesitlerinden bir kısmı olduğu gibi, bazılarıysa kendi gerçekliklerine uygun ekleme ve birleştirmelerle hikâyeleştiğinde, karşımda ilk farkındalıklarımdan ergenliğime uzanan bir yelpaze açıldı. Ben de onları yaşandıkları sıraya göre dizerek kitaplaştırdım.

Üç Boyut hikâyenizde Allah Baba ile konuştuğunuzu söylediğinizde aileniz size inanmıyor. Hatta ailenizin bıyık altından size gülmelerine içerliyor, yeterli kanıt bulamadığınız için üzülüyorsunuz. Çocuklarının farkındalık düzeyinin ne denli yüksek -21 aydır oğlum aracılığıyla gözlemlediğim için- duygularının ne derece gerçek olduğunu bilerek bir soru yöneltmek istiyorum. Biz yetişkinler gerçeklikle nasıl bir çarpık ilişki kuruyoruz ki kendimizin de bir dönem çocukluğunda yaşadığı soyut şeylere bu kadar uzaklaşıyoruz?

Burada bahsettiğimiz gerçeklik kavramı nesnelleşmeyle ilgili. Nesnellik ise öznel etki ve ögelerden bağımsız olabilme durumu. Modern yetişkinler dünyası, nesnelliği ortak payda olarak görür ve toplumsal yaşamı kişiden kişiye değişmeyen değerler üzerine inşa eder. Oysa insanın varoluşu bundan ibaret değildir. Bir çocuğun varoluşu yalnızca uzay zaman boyutunda var olanı değil, Allah Baba’yla diyaloğu ya da rüyasında uçabilmeyi de kapsar.

Bozacı hikâyenizde pul koleksiyonunuzdan söz etmişsiniz. Bu detay beni gülümsetti. Ankara’da geçirdiğim çocukluğuma uzandı hislerim. Benim de peçete koleksiyonum vardı ve Ankara’ya taşındığımız ilk zamanlarda bozacının sokağa bağırarak girmesinden inanılmaz korkmuştum. Bir adamın başına bir şey geldi zannedip ailece camlara koşmuştuk. Kimimizin pulla kimimizin peçete ile ilişkilendiği çocukluk döneminde bu nesneler sanırım bizde bir aidiyet duygusu da oluşturuyordu. Sizce günümüz çocukları neden bu tür koleksiyonlara yönelmiyor?

Aslında şimdiki çocuklar da koleksiyonlar yapıyor. Mesela oğlumla birlikte birkaç sezon futbolcu kartları biriktirdik. Çöp çetesi karakterlerinden süper kahraman figürlerine, parmak kaykaylarına varan ilginç koleksiyonlara sahip pek çok çocuk tanıyorum. Sanırım bizim zamanımızdakilerle bugünkü koleksiyonlar arasındaki en büyük farklılık, bizimkilerin kolayca sahip olunabilir parçalardan oluşmamasıydı. Örneğin benim gibi pul koleksiyonu biriktirenlerin yıllar boyunca her gün heyecanla posta kutularını kontrol edip yurtiçi ve yurtdışından gelebilecek mektup ve kartpostalların yolunu gözlemesi; gazoz kapağı, misket ya da çiklet kâğıdı koleksiyonu yapanların kaybetme riskini göze alarak diğer çocuklarla kapışıp koleksiyonlarını büyütmeye çalışması; anı bilet biriktirenlerin hatırı sayılır bir koleksiyona ulaşabilmesi için çokça sinema, tiyatro, konser ya da maça gitmesi gerekiyordu. Herkesin koleksiyonu kendine özgüydü ve kişi ne kadar odaklanır, çaba sarf eder ve sabrederse koleksiyonu da o denli zenginleşiyordu. Ne kadar özenli ve seçiciyse koleksiyonu da o denli cazip hâle geliyordu.     

Yine Bozacı hikâyenize değinmek istiyorum. “Çok sigara içen, az yıkanan ve ağır bedensel işlerde çalışan yetişkin erkeklere özgü kesif kokusu, kısa sürede içerideki havaya hâkim oluyor.” cümleniz ile bir çocuğun gözlem yeteneği karşısında şoke oldum. Ne dersiniz çocuklar ile yazarların ortak noktası gözlemleyebilmekteki başarısı mıdır?

Kesinlikle doğru bir tespit bu. Yazar, çocuk kalabildiği ölçüde yaratıcıdır. Çünkü çocukluk merak etmektir. Hayret etmektir. Farklı olana önyargısızca yaklaşmak, onu tepeden tırnağa, dıştan içe incelemek, ona karşı bilgiden ziyade sezgiye dayalı bir tavır geliştirmektir. Çocuğun bir başka özelliği, eldeki malzemeleri kullanarak yeni ve özgün yapılar oluşturabilmekte gösterdiği cesaret, heves ve özgürlüktür. Biz buna yaratıcılık diyoruz. Çocuk bozacıyı tanımamakta ama o kokunun bileşenlerini bir yerlerden hatırlamaktadır. Hatırladığı parçaları birleştirdiğinde tanıdık ve aynı zamanda özgün bir tasvire ulaşır. Başarılı bir yazarın ulaşmaya çalıştığı seviye de budur.

Bozacı hikâyeniz bende kendi çocukluğumdan bir şeyleri tetiklediği için bir soru daha yöneltmek istiyorum size. Bozacının sizin yaşlarınızda bir çocuğu olduğunu öğrendiğinizde bir çocuğun babası ile geçirmesi gereken vakitlerde babasının çalışmasından çok etkileniyor ve bozacıya oğluna götürmesi için cebinizdeki pullardan veriyorsunuz. Empati kurabilmenin güzel bir örneği ile duygulandığım bu hikâyede yetişkinlerin dünyasını düşündüm. Büyüdükçe duygularımızın da büyümesi, geliştirilmesi gerekirken empati gibi temel bir duyguyu kaybetmenin sizce bedelini nasıl ödüyoruz?

Öncelikle şunu belirteyim; söz konusu empati olduğunda çocukların tavırları farklı uçlarda olabiliyor. Bazı durumlarda çocuk araya hiçbir sınır koymaksızın karşısındakinin duygularını derhal içselleştirerek ona bütün varlığıyla -örneğin hüngür hüngür ağlayarak ya da kahkahalarla gülerek- katılabilirken; bazen de kendisinden başka kimseyi düşünmeyen, hep banacı, şımarık hatta saldırgan tavırlar sergileyebiliyor. Büyümek, yetişkin olmak; biraz da çocukluğun öngörülemezliğini ortadan kaldırarak herkes için geçerli normlara ayak uydurabilmek anlamına geliyor. İşte marifet bunu çocuklukta sahip olduğumuz saf, özgür, sevgi dolu ruhu koruyarak becerebilmek. Tam tersi durumda ise ortaya hoşgörüsüzlüğü, ben merkezciliği normalleştiren, gerektiğinde zorbalığa başvurmaktan kaçınmayan kişi ve toplumlar çıkıyor. 

Oyunlar, çocukların gelişiminde tartışılmaz bir noktada duruyor. Sadece oyun gözüyle bakamayacağımız birçok hareketlerinde kimi zaman gelişimlerini destekliyorlar kimi zaman korkuları ile yüzleşiyorlar kimi zaman da yaşadıkları bir olayın etkisini azaltıyorlar yani oyunlar aracılığıyla iyileşiyorlar. İlk Sınav hikâyenizde de “Tek bir arkadaş bile sıkıcı hayatı lunapark kadar eğlenceli hâle getirmeye yeterken, onlarca, yüzlerce yaşıtımın bir arada olduğu bir yere gideceğim.” cümlenizle hem akran ilişkilerini hem de oyunların gücünü düşündüm. Özellikle pandemiden sonra çok daha yalıtılmış şekilde büyütülen çocuklara tanıklık ediyoruz. Teknoloji neticesinde kaçamadıkları bir ekran maruziyeti var. Bizim çocukluğumuzdaki gibi “hiç ekran, bol akran” sürecinin devamı için bu yalıtılmışlıktan nasıl kurtulabiliriz, neleri değiştirmeliyiz?

Harika bir kampanya sloganı bulmuşsunuz: Hiç ekran, bol akran… Bizler romantik bir kuşağın çocuklarıyız, sizi çok iyi anlıyor ve duygularınızı paylaşıyorum. Fakat dünyanın şu anki gerçekliğinde özellikle kentli çocuklar için ekransız bir yaşam düşünebilmek pek mümkün gözükmüyor. Bu arada ekranda da bolca oyun olduğunu, akranlarla da buluşulabildiğini ve çocukların her zaman daha eğlenceli ve pratik olana meyilli oldukları için ekranı tercih ettiklerini de göz ardı etmeyelim. Bizim zamanımızda pandemi olsa sıkıntıdan patlardık. Çocuklarımızsa salgın süresince ekran başında arkadaşlarıyla iletişim kurdular, eğlendiler, eğitim gördüler. Ekranla barışıklıkları sayesinde böylesine travmatik bir süreci en az hasarla atlatabildiler. Kısacası her konuda olduğu gibi burada da dengenin önemli olduğunu düşünüyorum. Akran her zaman önemliydi. Ve öyle olmaya da devam edecek. Ama ekranın da ekransızlığın da fazlasının zarar olduğunu; aşırıya kaçan ebeveyn disipliniyle ekransız bırakılan çocukların gündem dışı kalarak akranlarıyla iletişim kurmakta güçlük çektiklerini gözlemliyorum.

Bazı öykülerinizin ortak noktası akran zorbalığına değiniyor olmanız. Biraz önceki sorumda da belirttiğim gibi akranlarıyla yeteri kadar vakit geçiremeyen çocuklarımız okul ortamlarında da bu ilişkiyi dengelemeyebiliyor. Haberlerde, sosyal medyada sık sık tanıklık ettiğimiz şiddetin ilk adımları olan akran zorbalığına dair neler söylemek istersiniz?

Aile içi şiddet, çocukluk travmaları, karakter özellikleri, kültürel normlar gibi pek çok faktör var zorbalıkların gerisinde. Bizim kuşaktakiler mahallede, okulda, yatakhanede, hatta kendi evlerinde akranlarından ziyade yaşça büyüklerden görmüştür bu zorbalıkları. Temelinde güçlünün güçsüzü fiziksel ve psikolojik şiddetle sindirerek egemenliği altına alma arzusu yatar. Faili hangi yaştan, cinsiyetten, statüden olursa olsun şiddetin, sindirme girişiminin her türlüsüne, hep birlikte karşı çıkmalıyız. Bizim zamanımızın otoriter anlayışında biraz da kanıksanmış, yer yer disiplin ve hiyerarşiyle karıştırılan bir kavramdı zorbalık. Şu an yapılması gereken; şiddet ve zorbalık konusunu okul ve aile içi eğitimin öncelikli maddesi hâline getirmek. Neyin zorbalık olduğunu çocuklara somut biçimde, örnekleriyle anlatarak, şiddet görmeleri durumunda nasıl tepki vermeleri gerektiğini, kendi başlarına çözemedikleri durumlarda nasıl bir yol izlemeleri gerektiğini öğretmek. Ve olağanlaştırılmasına asla izin vermemek.

Yavru Vatan da üzerinde konuşmamız gereken önemli bir hikâyeniz. Bu hikâyede şehirli bir çocuk olarak babanızın memuriyeti nedeniyle Oltu’da geçirdiğiniz günleri okuyoruz. Türkçeniz düzgün, üstünüz başınız daima temiz, okul başarınız yüksek ancak bir tepeye tırmanma gibi doğada deneyim ve güç isteyen şeyleri yapmada kendinizi yetersiz olarak resmetmişsiniz. Aileler olarak çocuklarımızın mutluluğunu akademik başarı ile, hayatta kalmayı iyi işlere sahip olma ile özdeşleştirdiğimiz sürece gerçek deneyimlerden, doğadan ve dünyaya asıl gelme amacımızdan uzak kaldığımızı düşünüyor musunuz?

Kuşkusuz sağlıklı bir toplum hem doğanın hem de toplumun parçası olduğunun bilincine varmış bireylerden oluşur. Öykünün özünde ise bir önyargı eleştirisi var. Pek çoğumuz belli bir konuda başarılı bulduğumuz kişilerin diğer alanlarda da üstün olacaklarını var sayarız. Ya da tam tersine, belli bir yönüyle zayıf bulduklarımızı alenen ya da içten içe küçümser, her alanda öyle olacaklarını düşünürüz. Oysa bunlar ciddi yanılsamalardır; her bireyin muhakkak güçlü ve zayıf yanları bulunur.

Sanırım hepimizin çocukluğunda sınırlarını denediği bir olay vardır ya siz de Kötülük hikâyenizle bunu hatırlatıyorsunuz bize. Bir hırsızlık olayı ve yaşadığınız pişmanlığı “Bir devrin sonunun geldiğini, bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını seziyorum.” cümleniz ile ortaya koyuyorsunuz. Herkesin hayatında çocukluğundaki saflığı kaybettiği bir eşik var mıdır sizce?

İnsan merak eden, deneyen, hata yapan ve hatalarından ders çıkararak öğrenen, böylece gelişebilen bir varlık. Çocukluk ise bu çarkların en hızlı döndüğü dönem. Bu yüzden çocukken irili ufaklı pek çok zafer kazandığımız gibi bir sürü yüz kızartıcı duruma da düşüyoruz. İlk arkadaşlıklar, ilk aşklar gibi ilk hata ve suçların da saf çocuk ruhunda yarattığı etki ve izler derin oluyor. Bu da bazen toplam yaşam öyküsü içinde çok da önemli bir yer teşkil etmeyecek bir olayın, dönüm noktasıymış gibi algılandığı abartılı his ve düşüncelere yol açabiliyor. Ben genel olarak tek bir eşikte bütün saflığın yitirilmeyeceğini, ancak işlenen suç ya da düşülen hatanın sonuçlarıyla hesaplaşılmaması ve kusurlu eylemin normalleştirilmesi durumunda, o eşiğin bir eğilim hatta karaktere dönüşebileceğini düşünürüm. Öte yandan söz konusu eşiğin etkisi kişiye, olaya, duruma göre de ciddi farklılıklar gösterebilir.