2003 yılında yayımlanan ilk kitabı Abis’ten bu yana hem yetişkinler hem de çocuklar için pek çok eser veren Aslı Tohumcu’nun, hayatı eşit şekilde paylaşmanın mümkün olduğunu işaret eden keyifli hikâyesi Benim Babam Kötü Örnek, Can Çocuk aracılığı ile Mavisu Demirağ’ın etkileyici çizimleri ve Mehmet Erkurt’un editörlüğünde geçen yılın kasım ayında okurları ile buluştu.
Benim Babam Kötü Örnek; küçük bir kız çocuğunun gözünden, atanmış ve kalıplaşmış aile içi rolleri sorgularken diğer yanı ile de mizahi bir dille gelenekçi ve ataerkil bakış açısına muazzam bir eleştiri getiriyor. Her geçen gün baskının arttığı, özgür düşüncenin, eşit yaşam koşullarının ve fikrinin önünün kesilmeye çalışıldığı günümüz Türkiyesi’nde Tohumcu’nun ailede müşterek bir hayatın mümkün olduğunu hatırlattığı Benim Babam Kötü Örnek sadece çocuklar için değil biz yetişkinler için de dikkat çekici.
Tohumcu ile yeni kitabı üzerinden; toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden, kişisel özgürlüklerin önündeki dayatmalardan, çocuk edebiyatı yazarlarının sorumluluklarından, çocuklardan, sözcüklerin değiştiren ve dönüştüren gücünden konuştuk.
“Benim Babam Kötü Örnek” küçük bir kız çocuğunun gözünden, atanmış ve kalıplaşmış aile içi rolleri sorgularken diğer yanı ile de mizahi bir dille gelenekçi ve ataerkil bakış açısına muazzam bir eleştiri getiriyor. “Kadın ya da anne” denildiğinde hamilelik, doğum gibi sözcüklerle başlayan fakat hemen peşine mutfak, ütü, temizlik, çamaşır, ev işi gibi çağrışımlarla zihnimize üşüşen imgeler temelde toplumsal cinsiyete dayalı bir ön kabul aslında. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği hakkında ne söylemek istersiniz?
Erkeklerin ve her türlü eril iktidarın işine gelen bu ön kabulleri reddediyoruz elbette. Şu anki sistem, bu aptal düzen, varlığını ancak kadının erkeğe hizmet ve itaat etmesi, erkeğin sözünden çıkmaması, çıktığı takdirde başına gelecek felaketleri peşin peşin kabul ettiği algısıyla sürdürülüyor. Oysa biz başka bir dünyanın mümkün olduğunu, rollerin farklı şekilde paylaşılabileceğini biliyoruz. Bunu günlük sohbetlerimizde, sözcük seçimlerimizde, meydanlarda, şarkılarda, çizimlerde, yazılarda ve edebiyatta dile getiriyoruz. Sesimiz giderek daha yüksek çıkıyor. Sayımız günden güne atıyor. Ben de yazar olarak başından beri bu meseleleri dert edindiğimi, ısrarla bu konularda yazmaya devam edeceğimi görüyor, biliyorum artık.
Benim Babam Kötü Örnek’te önlüğünü takıp ev işlerine “yardımcı” olan bir baba değil hayatı anne ile müşterek yaşayan bir baba görüyoruz. Kendi özerkliğini de koruyan bir baba üstelik. Babanın sadece ev işleri yaparken değil halter kaldırırken de “kötü örnek” olması bize bir anlamda müşterekliğin kişisel özgürlüklere zarar vermediğini mi işaret ediyor?
Aslında kadınların hep yaptığını yapan bir babayla karşı karşıyayız. Ailenin diğer erkekleri hayatı müşterek yaşamayı istemedikleri, sorumluluktan kaçındıkları, hayatın bütün yükünü utanmadan kadınların sırtına yükledikleri için bu babayı ‘kötü örnek’ olarak görüyorlar. Müştereklik ise kişisel özgürlüklerin güvencesi. Ama bunu tartışabilmek için, erkeklerin hayatı müşterek yaşamayı öğrenmeleri gerekiyor. Özgürlüklerin tek taraflı tanımlanamayacağını… Önce bizim kişisel özgürlük ve heveslerimize alan açılması gerektiğini kabul etsinler de…
Sizce “Çok hamarat ev hanımı, çocuklarının annesi’’ telkini ya da sözüm ona iltifatı ile varoluşunun anlamı bir bakıma bu duruma ve rıza göstermeye ya da bu yol ile kutsallaştırılıp fedakârlığa zorlanan kadınların yetiştirdiği erkek çocukları, en fazla “yardım eden” noktasına gelen bugünün babaları, gelenekçi ve cinsiyetçi aile yapısından çıkıp kendilerine ve diğer erkeklere rağmen ortaklaşan olabilecekler mi? Umut var mı?
Erkekler sadece kalıplaşmış rollerden sıyrılamayan anneleri yüzünden çıkamıyor değiller bence gelenekçi ve cinsiyetçi gelenekçi aile yapısından. Daha tepeden öğretilmiş bir uyanıklık söz konusu diye düşünüyorum. Erkekler erkekliklerini terbiye edecekler, edemeyenlere de yardımcı olacağımızdan şüphem yok. O yüzden umudum var. Kadınlardan yana umudum var yani.
Her geçen gün baskının arttığı, özgür düşüncenin önünün kesilmeye çalışıldığı, insanların bir örnek, itaat ve kabul eden bireyler olmaya teşvik edildiği günümüz Türkiye’sinde “özgürlük, esneklik, eşitlik” fikrinin kitaplar aracılığı ile çocuklarda oluşması ve gelişmesinde çocuk edebiyatı yazarlarının sorumluluk alması gerektiğini düşünüyor musunuz?
Güzel fikirleri, özellikle de kadınları güçlendirici fikirleri çocuk edebiyatı aracılığıyla da gündeme getirmek, satır aralarına sıkıştırmak kendimi yapmaktan alıkoyamadığım bir şey. Bakış açım, dert edindiklerim ister istemez yansıyor yazdığım bütün kitaplara ve giderek de bu sorumluluğu üstlendiğim için daha iyi hissediyorum kendimi. Ama kimseye şu ya da bu sorumluluğu al diyemeyiz. İster yetişkinlere ister çocuklara hitap etsin, yazar dilediği hikâyeyi, dilediği niyetle anlatmakta özgürdür. Ayrıca çocuk edebiyatında başta toplumsal cinsiyet olmak üzere birçok konu artık ele alınıyor ve çocuk edebiyatının da çok politik bir alan olduğunun herkes farkında. Eğitim alanı demedim, dikkat ederseniz, politik bir alan dedim, bunun da altını çizmek isterim.
Gelenekçi bakış açısının, aile kurumunun kutsallaştırılmasının da katkısı ile bugün gelinen noktada çocuktan yana koyduğunuz her tavır anne babaya ya da ebeveyn kim ise ona karşı bir eleştiri olarak algılanıyor. Oysa kitaplar ya da çocuklarla ilgili her türlü üretimde mesele ebeveynin eksikleri ya da tercihleri ile başlıyor. Sizce aileler çocuklarının birer birey olduğu gerçeğinin farkındalar mı?
Farkında olan var, olmayan var. Burada ilgi ve sorumluluğun dışında elbette yetişkinin kaygıları, zaafları, yansıtmaları da devreye giriyor. Ama genel olarak çocuğun yetişkinin hâkimiyetinde yaşamak zorunda olan bir varlık olması çok üzücü, dramatik sonuçlara yol açabiliyor. Kendini yetiştirmekten men edilmiş, ezberleri ve kaygıları dahilinde her türlü farklılığı, dönüşümü, sorgulamayı reddeden insanların ebeveyn olması da.
Her yazar elbette çok okunmak, geniş kitlelere ulaşmak ister; bir okur olarak hiçbir yazarın salt satış kaygısı ile yazdığını, eserlerini bu motivasyon ile kurguladığını düşünmek istemem. Sizce çocuk ya da gençlik edebiyatı yazarları; çocukların okuma alışkanlıklarını, daha doğrusu tercihlerini yönlendirenlerin – ki bu kimi zaman eğitim kurumlarındaki öğretmenler kimi zaman da ebeveynler olabilir- baskısını yazarken üzerlerinde hissediyorlar mı?
Her sektörde ve dünyanın her yerinde olduğu gibi edebiyatta da çeşit çeşit üreten var. Satış kaygısı taşıyarak, belli tipte öğretmen ve ebeveynlere oynayan, tehlikeli bulduğu hiçbir suya girmeyen, yaratıcılıktan uzak kitaplar yazan insan çok. Neyse ki tam tersi de söz konusu. Güzel seçimler yapan, veliler karşısında bu seçimlerinin arkasında duran öğretmenler de, okuyacağı kitabı çocuğunun seçmesine izin veren, çocuğunun seçimlerinden korkmak yerine bu seçimler üzerine onunla diyalog kuran, onun sorularına ve merak duygusuna eşlik eden ebeveynler de çok. Sadece gönlünden geçeni anlatan yazar da az değil. Yazar, ebeveyn ya da öğretmen, yetişkinlerin akıllarında tutması gereken şey şu: Çocuklar aptal değil.
Gelişen teknolojinin de etkisi ile her şey hızlı bir şekilde yeniden biçimleniyor. Çocukları, gençleri yakından tanımadan onlar için ufuk açıcı yaratıcı metinleri kaleme almak neredeyse olanaksız. Çocukların ilgi alanlarını izledikleri filmleri, dizileri, dinledikleri müzikleri, oynadıkları teknolojik oyunları, sevdikleri giyim tarzını hatta kendi aralarında geliştirdikleri sözcükleri diyalog biçimlerini ve diğer şeyleri nasıl takip ediyorsunuz?
On iki yaşında bir kızım olduğu için bu nesle dair birçok şeyi öğrenebiliyorum. Hoş, öğrenmek istemediğim çok şey de var bir yandan. Ama yaratıcı metinler üretmek için böyle bir bilgilenme şart mı, emin değilim. Çocuk edebiyatının Bitmeyecek Öykü, Charlie’nin Çikolata Fabrikası ya da Pıtırcık gibi modern klasikleri, çocukları her dönem ilgilendiren meseleleri ustalıkla ele aldıkları için dünyanın her yerinde birçok çocuk nesli tarafından okunuyor. Ben çevreyle ilgili ya da hayvanların yaşam hakkı ile ilgili bir roman yazmaya kalktığımda fikrimi bugünün lezzetlerine değil gerçekten yaratıcı fikirlere yaslamaya çalışıyorum.
Çocuk ve gençlik edebiyatı eserlerinin gerek basılı yayın organlarında gerek sanal mecralarda daha görünür olduğunu söyleyebiliriz ama medyada henüz hak ettiği yeri tam olarak bulduğunu söyleyemeyiz. Benzer bir durum kitapçı rafları için de geçerli, oysa yetişkin okurlar kadar küçüklerin de edebiyatla buluşma ve okuma hakları var hatta bana sorarsanız daha öncelikli bir hak bu, her zaman, her yerde ve her biçimde sunulması gereken. Sizce çocuk edebiyatı eserlerini duyurma, tanıtma, geliştirici eleştiri metinleri yazma motivasyonu, yetişkin edebiyatı eserlerine gösterilen ilgi ve özenden farklı mı? Neden?
Kültür sanat dünyasında çeşitli nedenlerle zaten eski hareketlilik yok. Hareketlilik ve mecralarda çeşitlilik varken de çocuk ve gençlik edebiyatına ayrılan yer hep azdı; eleştirilen, üzerine konuşulan bir meseleydi bu. Bugünse her şeyi sosyal medyadan öğrenir olduk. Bunun iyi tarafları da yok değil elbette ama sektörde İyi Kitap gibi sadece çocuk ve gençlik edebiyatına odaklanan birkaç dergi daha olabilse keşke. Sanırım bu sermayeye dair bir sorun.
Çocuklar sürekli olarak yetişkinler tarafından neyi, nasıl yapmaları gerektiği konusunda öğüt ve emirlere maruz kalıyorlar; okulda öğrenme sürecinde, toplum içerisinde ve anne ile babanın söylemlerinde benzerlik gösteren bu davranış şekli çocuk kitaplarının farklı bir yaklaşımı benimsemesini de zorunlu kılıyor. Açıkça çocuk ve genç edebiyatı eserlerini severek okuyan bir yetişkin olarak dayatılmış ve kalıplaşmış doğrularla dolu buyurgan dilli bir kitabı okumak beni de mutsuz ediyor. Bu durumun çocukların kitaptan uzaklaşmasına hatta kitapları olumsuz bir nesne olarak görmesine aracılık ettiğini düşünüyorum. Sizin bu konudaki ve dolayısıyla dil metin ilişkisi hakkındaki fikirlerinizi öğrenebilir miyim?
Çocuk edebiyatını eğitim malzemesi olarak gören çok insan var, üstelik sadece veli ya da öğretmenler değil, bazı yazarlar da bu gözle bakıyorlar ne yazık ki. Bakış açımız böyle olduğunda, anlattığımız hikâye ve hikâyemizi anlatmak için kurduğumuz dil de bundan etkileniyor. Ben çocuklarla eğlenme taraftarıyım öncelikle. Çocuğu, yetişkin karşısında salt bir “alıcı” olarak görmüyorum. Okurunuzun çocuk olması, öncelikle çocukla eğlenebilmeye önem vermeyi gerektirir diye düşünüyorum. Bu yaklaşımı(mı) yansıtacak kitaplar yazdığımı umuyorum.
Bugün sokakta kapısının önünde özgürce oynayan artık mahalle kültürü de kaybolmaya başladığından arkadaşlarının evine rahatlıkla girip çıkan çocuklara geçmişe nazaran daha az rastlıyoruz. Bunda hem yaşadığımız şehirlerin hem de iletişim araçlarının etkisi büyük. Geçmişte oyuncağını kendi yapan çocuklar artık yerini çıkacak bilgisayar oyunlarını bekleyen çocuklara bıraktı. Çocukluk bütün yetişkinlerin yaşadığı bir deneyim fakat zamanla o deneyim de değişiyor. İlk çocuk kitabınız Üç, İkii Birr, Ateş! ten bu yana yani yaklaşık 20 yıl öncesiyle günümüzde çocuk olmak arasında okurluk açısından ne gibi farklar var?
Yirmi yıl olmuş mu yahu! İyi bir eser yazıldığı dönemden bağımsız olarak varlığını sürdürebilen eserdir bence. Neyse ki okurluk, en azından şimdilik, bu son cümlemi bana yutturacak şekilde bir evrim geçirmedi. Yirmi yıl öncesiyle günümüzde çocuk olmak, çocuk okur olmak arasındaki farklara gelince… Bir kere artık çok daha fazla seçenek var, üstelik iyi seçenekler de çok. Çocuklarla her konuda konuşan kitaplar yazılıyor. Bugünün çocukları ve çocuk okurları için şahane bir şey bu. Bir kesim çocuk edebiyatını çok ciddiye alıyor, okurken de üretirken de. Bu da çok güzel bir durum. Ama çocukların işi çok zor, bütün başarısızlıklarının acısını çocuklarından çıkaran ve bu yaptığının farkında olmayan çok ebeveyn var. Bütün çocuklar okumayı sevsin isterim ama bilgisayar oyunu da oynayacak çocuk; bununla mücadele etmek, bundan öcü gibi korkmak da anlamlı mı, bilemiyorum. Her şeyin yeri ve zamanı ayrı. Ayrıca çocuklar büyüdükleri evde gördüklerini taklit ederek büyüyorlar. Bugün benim kızım hem bilgisayar oyunu oynayıp hem de deli gibi okuyorsa, bu tamamen evimizde kitabın temel ihtiyaç malzemesi olarak görülmesindendir. Yetişkinler, çocukları kınamadan önce kendilerine bir bakmalılar bence. Tabii ki istisnalar da olabilir, herkes okumayı sevecek diye bir kaide yok.
Özellikle son yıllarda sadece çocuklar ve gençler için kitap yayımlama amacı ile kurulan yayınevlerine ek olarak yetişkin edebiyatı yayıncılığı yapan yayınevleri de yine çocuk ve genç edebiyatına yönelik alt markalar oluşturdu. Sizce bu durumun yarattığı çeşitlilik, tek tip ya da salt değer bazlı çocuk edebiyatı algısını kırıp nicelik açısından bir artış sağlarken çocuk ve genç edebiyatında nitelik olarak da gelişime olanak sağladı mı?
Muhakkak ki sağladı ve çok da iyi oldu bence. Tarafların tamamı için iyi oldu üstelik. Yeterlilik çıtamız yükseldi, çeşitlilik arayışımız arttı ve yayınevlerinin nitelik konusunda eskiye kıyasla “azla” yetinmesi daha da zor bir hâl aldı.
Ne yazık ki çocukların içine çok erken yaşlarda adım attıkları eğitim sistemimiz yaratıcılığı teşvik eden bir sistem olmaktan çok ezbere, puanlamaya, rekabete dayalı bir sistem. Sizce eğitim sistemimizin çocukların yaratıcılığın önüne koyduğu bu engelleri aşmasında edebiyatın destekleyici ya da dönüştürücü bir gücü var mı?
Kuşkusuz var. Onca farklı hikâye, insanlık hâli, türlü türlü yaşamlar ve durumlar… Kaçınılmaz sorgulamaları da beraberinde getirecektir. Yine de, ebeveyn desteği olmadıkça edebiyatın tek başına etkisi sınırlı kalacaktır. Çocuğun üzerinde hangi yetişkin beklentileri hissettiği de son derece etkili.
Sadece çocuklar için değil yetişkinler için de kıymetli eserler kaleme alan bir yazar olarak epey süredir yetişkinlere yönelik atölye çalışmalarınızın yanında Çocuk Kitabı Yazım Atölyeleri de düzenliyorsunuz. Bize biraz oradaki çalışmalarınızdan da bahseder misiniz?
Atölyelerimizde okumayı, yazmaktan daha ön planda tutuyoruz diyebilirim. Elbette ki her buluşmamızda yazmayı da teşvik ediyor, yazılan ürünlerin analizini yapıyoruz ama… Elimizin altındaki iyi örneklerden neler öğrenebileceğimiz çok önemli. Çocuklarla ve çocuk edebiyatıyla ilgili önyargıları kırmak da öyle. Yerli, yabancı değişik türlerde çok sayıda örneği birlikte okuyor; belli bir temeli oturttuktan sonra mitolojiden masallara, korkudan mizaha değişik alanlara odaklanabiliyoruz. Birkaç grubumuzun birlikte yazdığı ve yayıncısından yanıt bekleyen bir kitabımız da var. Onu da elimize alırsak daha bir mutlu olacağız.
Anadolu Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Maliye bölümünden mezun oldu. Boğaziçi Üniversitesi’nde İnsan Kaynakları okudu. Uzun yıllar çok uluslu şirketlerin Lojistik ve Finans birimlerinde üst düzey yöneticilik yaptı. Halen kurumsal firmalara danışmanlık yapıyor. Birçok STK’da gönüllü olarak çalıştı, bireysel yardım projeleri aktif olarak devam ediyor. Yollar, kitaplar ve fotoğraf en büyük tutkusu. İlk kişisel fotoğraf sergisini 2018 yılında açtı. Kafalar Hep Karışık projesinde yer almaktan mutluluk duyuyor. Şiire, yollara, çocuklara ve gelecek güzel günlere inanıyor. Çizdiğini yazdığını kendine saklıyor. Okuyor, okuyor okuyor…