Zaman benim kontrolüm dışında akarken ben sığınacak bir şeyler ararım. Çoğu zaman zamanla birlikte kazanımlarıma değil de yitirdiklerime odaklanırım. Belki karamsar bir bakış açısı ama her defasında bende yeni bir üretim sürecini tetikler bu sığınmalarım. Tam da böyle bir anda sevgili Ömer Açık’ın “Yaz Gezgini ile Hapşu Teyze” romanını okudum. İki gezginin bir karavanda yaz boyunca deneyimledikleri şeyler, benim de içsel yolculuğum oldu. Pandemi süreciyle evimde geçirdiğim bir yazı, Roza ve Hapşu Teyze sayesinde içsel bir yolculukla tamamladım.

Romanı okurken tamamladığım her bölümün ardından bölüm adlarını yeniden okudum. Bölüm adlarının da bir yolculuk, bir farkındalık olduğunu hissettim. Benim derdim “kendi kuyumu kazmak” zaten, kendi yolumu yaratmanın başka yolunu bilmiyorum. İşte tam da bu noktada bu roman, içsel yolculuğumda bana kendi kuyumdan bir toprak parçasını daha dışarı atmamı sağladı.

Hem ne demişti Lokman Usta: “Yaşam yeterince büyük bir armağandır zaten.”

Günışığı Kitaplığı‘na ve sevgili Ömer Açık‘a teşekkürlerimle.

Öncelikle röportaj isteğimizi kırmadığınız için teşekkür ederim. Gönül isterdi ki yüz yüze bir röportaj gerçekleştirelim. İlk sorumu da pandemi gündemine dair yöneltmek istiyorum. Bir yazar olarak pandemi sürecini nasıl geçirdiniz? Üretim sürecinize katkısı ya da zararı oldu mu?

Pek çok arkadaşımdan işlerine yeterince yoğunlaşamama gibi bir şikâyet işittim. Sadece yazan çizenler değil, çeşitli mesleklerden insanlar bunlar. Sürecin geleceğine dair belirsizlik zihinlerde fazla yer kaplayınca özellikle düşünce üreten insanlar çok zorlandı.

Benim açımdan üretim sürecini belirleyen temel etken zaman. Zaten yeterince zaman yoktu, bu dönemde de durum değişmedi. Sokakta, parkta oynaması gereken çocuklarla uzun süre evde kalmak çok yorucu olabiliyor. Bunu deneyimledik ailecek.

İnsanlığın bugün vardığı karmaşık noktayı daha derinlikli düşünmeme yol açtı salgın. Yaşadığımız çelişkilerin bireysel ve toplumsal ölçeklerde birbiriyle kesişme hatlarını sorgulamak gelecekte yazınsal üretimime kuşkusuz etki edecektir.

İnsan kişisel olarak da toplumla birlikte de zor zamanlar yaşayabilir. Bunlar belki de iyi günlerimiz. En zor zamanda bile üretme inadını yitirmemeliyiz bence. Okumanın ve yazmanın bir çeşit düşünme, direnme aracı olduğunu aklımızdan çıkarmamadan ilerlemeliyiz.

Yazarların aynı zamanda iyi bir okur olması gerektiğini düşünüyorum. Sizler okurları bilen, okuma süreçlerimizi değerlendirebilen bir göze sahipsiniz. Pandemi süreci sizce okurda neyi değiştirdi? Yeniden kitaplara yöneliş olduğunu, okur sayısının arttığını söyleyebilir miyiz?

Bunu hiçbir zaman tam olarak bilemeyeceğiz. Benim tahminim okurdan çok izleyen sayısının arttığı yönünde. Salgın nedeniyle karamsar bir tabloyla yüz yüze olan insanlar daha çok seyirlik, eğlenceli ve kafa yormayan uğraşlara yöneldiler.

Çocuk kitaplarında durum farklı olabilir belki. Okullar açılmayınca anne babalar ne yazık ki kendilerini öğretmen olmaya adadılar. Keşke anne baba olarak kalsalardı. Öyle olunca okulun bıraktığı boşluğu kitaplarla doldurmaya çabasına girdiler. Oysa okul sadece kitap değil. Ne kadar eleştirirsek eleştirelim, çocuklar açısından akranlarıyla buluşup kişiliklerini oluşturdukları, sosyal öğrenmenin yaşandığı, hayatın provası gibi bir işlevi var okulun.

Bunun ötesinde artık daha komplocu bir okur kitlesi oluştuğunu düşünüyorum. Pandemi kafaları epey bulandırdı. Yakın zamanda sinemada, edebiyatta bu okur kitlesinin beklentileri yönünde, bugün yaşadıklarımızı açıklama iddiasında yapıtlar göreceğimizi tahmin ediyorum.

Hacettepe Üniversitesi Sınıf Öğretmenliği Bölümü’nden mezun olduğunuzu biliyoruz. Ancak aldığınız eğitim tek başına “çocuk edebiyatına” yönelmenizi sağlayacak diye bir denklemden söz edemeyiz. Neden çocuk edebiyatı yazarı olmayı tercih ettiniz?

Çünkü yetişkinler bir çeşit umutsuz vaka. Değişime açık olmayan, düşünceleri kemikleşmiş bir insan malzemesiyle çok fazla yol alınamayacağını yeterince deneyimledim, diyeyim. Yetişkinler sözcüklerle, hikâyelerle onarılamayacak kadar kirlenmişken çocuklar gerçek bir hazine. Geleceği hayal etme, bugünü şekillendirme yeteneğine sahipler. Onlarla birlikte yürümem gerektiğini hissediyorum.

Öğretmenlik yaptığım yıllar boyunca günü genç insanlarla paylaşmanın insan zihnini nasıl diri tuttuğunu fark ettim. Onların sorularına cevap bulmalısınız çünkü. Önerilerini dikkate almalısınız. Çocuk kitapları da gençler hakkında düşünme, geleceği hayal etme konusunda inanılmaz bir alan açıyor. Çocuklar için yazmak, onlarla birlikte geleceği hayal etmek demek benim için.

Gelelim 2020 yılında Günışığı Kitaplığı etiketiyle raflarda yerini alan Yaz Gezgini ile Hapşu Teyze’nin hikâyesine. Ne kadarlık bir çalışmanın sonucunda okurla buluştu kitabınız?

Birkaç yıla yayılan bir çalışmadan söz edebilirim. Hikâyeler üzerlerinde sürekli düşünmeyi gerektirirler çünkü. Yazıp bozmalar, yeniden yazmalar, eklemeler, son okumalar derken sadece bu kitap değil diğerleri de hemen her zaman birkaç yıla yayılan bir çalışma istiyor.

Roza, annesinin babasının boşanma sürecinde bir yolculuğa çıkıyor. Aslında Roza’yı yine anne ve babasından başka bir yere, başka bir eve gönderebilirdiniz kurguda. Ancak onu gezgin-yazar teyzesinin yanına göndermeyi tercih ettiniz. Bu yolculuğun Roza’nın kendisini bulma yolculuğu olduğunu söyleyebilir miyiz?

Ebeveynden ayrı geçirilen zamanlarda çocuk bağımsızlaşma fırsatı yakalar. Bu, kendi kararlarını vermek demektir. Kendi gücünü, yeteneklerini, yapacaklarını, yapamayacaklarını ölçme fırsatıdır. Kendini keşif, bu kitaptaki gibi yolculuk izleğiyle iç içe olunca, sona gelindiğinde hiç kuşkusuz dönüşmüş biriyle karşılaşıyoruz.

Hapşu Teyze, tatil için yanına çocuk gönderilecekler listesinin en sonundadır muhtemelen. Hayata kendi normallerinin dışında bakma cesareti gösteremeyenler için tabii. Bu normallerinin dışına adım atıldığında kendini keşif başlıyor işte. Roza, teyzesiyle birlikte eski ya da yeni tüm normallerin dışında bir toprağa adım atıyor. Sıradan ya da sıra dışı olma, ölüm ve ölümsüzlük, yalan, doğanın bin bir hali gibi konularda düşünme, konuşma, deneyimleme şansı buluyor. Bu da tabii bir çeşit kendini keşfetme.

Roza’nın bir de arkadaşı “Bay Fiskos” var. Deniz kabuğu Bay Fiskos, Roza’nın en zor anlarında sesini duyurmayı başardığı gibi birisiyle konuşmayı istediği an da Roza’ya ses verecek kadar bağ kurmuş onunla. Roza’nın iç sesi hatta kimi zaman bilgin dedesi olarak okudum ben onu. Roza gibi kendini ifade etmekten çekinmeyen ve sosyalleşmekte sıkıntı yaşamayan bir çocuk neden Bay Fiskos’un arkadaşlığına ihtiyaç duyuyor?

İçses doğru yaklaşım olabilir. Dışadönük bireyler olmamız gün boyu kendi kendimize fısıldayıp durmamızı engellemiyor. İnsanın kendi kendine de itiraz etmesi gerekir, ilerleyebilmek için. Hatta en çok da bu gerekir sanırım. Söylediklerimizi, hareketlerimizi kendi kendimizle tartışırız. Dillendirdiğimiz şeyler inandığımız şeylerdir, çoğu zaman. Bir de şüphelerimiz var ama. Asıl onlar önemli. Kendi kendimize itiraf edip, kendi kendimizle tartıştığımız şüpheler. Ancak bir iç sesin rehberliğinde yol alabildiğimiz dikenli konular.

Bay Fiskos, Roza’nın iç sesi de olabilir, hayali arkadaşı da, gerçekten konuşan bir deniz kabuğu da. Nasıl isterseniz. Sonuçta kendinizle fısıldaşmaktan vazgeçemezsiniz.

Hapşu Teyze, alıştığımız kalıplardan uzak bir teyze. Gezgin ve yazar olması, kadın olarak bunları başarabilmesi çevresindekilerin ona farklı bakmasına neden olmuş. Halbuki dengeli, kurallı ve ne istediğini bilen bir kadın Hapşu Teyze. Roza’ya hiç öğüt vermiyor aksine onun hayatı deneyimlemesini istiyor. Hapşu Teyze ve Roza arasındaki ilişki ile göstermek istediğiniz neydi?

Onların iletişimini birkaç açıdan okumak mümkün. İlkin Hapşu Teyze’nin doğada bulunma haliyle Roza’nın doğadışı denilebilecek şehir yaşamının karşılaşması. Roza burada bir çeşit doğa kâşifi konumu ediniyor. Hapşu Teyze’de doğanın kendine yakın bir parçasını buluyor.

İkinci olarak çocuk-yetişkin dostluğu gözüyle okumak mümkün bu ilişkiyi. Bunu çok önemserim ben. Kuşaklararası iletişim her zaman ilham vericidir. Geçmişin dili bugünün diline bağlanır, tabii alışkanlıklar, deneyimler ve sorunlar da.

“Bir şeyi söylemenin en iyi biçimi, onu yapmaktır,” der Jose Marti. Hapşu Teyze öğüt vermek yerine bildiği gibi yaşıyor. Çocukların da öğüt veren yetişkinden çok, doğru yaşayan yetişkinlere ihtiyaçları var.

Kurgunuzda dikkatimi çeken unsurlardan biri de doğanın tam kalbinde olma hâliydi. Roza, depremi de denizin gece boyunca geçirdiği değişimleri de gözlemledi. Hatta bir cenaze töreniyle ölümün anlamı üzerine kafa yordu. Türklerin Şaman kültürüne çok yakın özelliklerle Roza’nın hikâyesini okudum. Ne dersiniz gerçekten de Bay Fiskos’un dediği gibi “Kendi dillerini icat etmeden önce insanlar, doğanın dilinden anlıyordu.” diyebilir miyiz?

Dil, insan için büyük bir evren. Ama aynı zamanda bir hapishane. Kendinizi onunla ifade ediyorsunuz. Ancak sizi adı konulabilmiş olanlarla sınırlıyor. Evet, kendi dillerini icat etmeden önce insan duygu olarak doğaya daha yakındı, onun dilini daha iyi anlıyordu. Dille birlikte doğayı adlandırabilen bir varlık olarak kendini doğadan üstün görmeye başladı. Doğanın parçası olma duygusunu, doğaya hükmetme hırsıyla değişti. Umarım bir gün zaten bildiğimiz o dili yeniden anlamaya başlarız.

Son olarak Roza’nın bu yolculuğunu devam ettirmeyi düşünüyor muyuz? Roza, teyzesinden istediği bir delice fidanı olarak macerasını bizlerle paylaşmaya devam edecek mi?

Hikâyeler pek çok şeyin bileşkesi olarak zihinde var oluyor, yer ediyor ve kendini yazdırıyor. Roza’nın ve Hapşu Teyze’nin yollarının kesişmesi olası görünüyor. Benim şimdilik böyle bir hazırlığım yok. Ama ne olacağı belli olmaz.