Seni mi düşlemiştim o sabahın gecesinde yoksa rüyalarımda seninle mi buluşmuştum? Bilmiyorum şimdi, bilemiyorum, hatırlamıyorum, hem ne önemi var, tek bildiğim bütün benliğim seninle doluydu. İçime işlemiş bir fotoğraf, çayın her derde deva olduğu söylenip durur, gözlerin, ışıl ışıl ve çay, gözlerin, çayın rengi mi yansımış, sanki bana mı sesleniyordu, çay her acıyı dindirir diyen gözler, İstanbul geceleri, gözlerin, ben, biliyorsun, aşığım İstanbul’un gündüzüne de gecesine de, ama geceler başkadır tabii, sen de çok iyi bilirsin, gece âşıklarına ne bilinmez hazineler sunar, şiirli bir aleme çıkar insan, yüreğine damla damla sızar altın ışıklar yıldızlardan, aydan, Sappho’nun binlerce yıllık dizeleri sesini bulur:

“Yıldızlar, güzel ayın çevresinde
gizliyorlar ışıklı yüzlerini,
dolunay olup da ışıldarken ay
tüm yeryüzünde”

Düşünmeden, hiç hesap yapmadan seslendi sana gönlüm, en derinlerini döktü kucağına. Sen, uçurumun kenarında olduğumu bilmeden, yooo, belki de çok iyi bilerek ve isteyerek ittin beni varlığının tüm şiddetiyle, rüzgar sürüklemişti beni sana, rüzgar, sen arkana bile bakmayıp rüzgardan hızlı uçtun gittin, kayadan daha sert, o şiirli ellerinle, ittin beni, uçurumun dibine. Ben bir asma köprünün üzerinde gelmiştim sana doğru, sen diğer uçta, sallanarak köprüde attığım her adımda, sarsılarak tüm benliğimle, korkularımın üzerinde yürüyerek sana gelmiştim, sadece “gel” dediğin için, ben kendim gelmezdim, gelemezdim, biliyorsun. Görememişim, daha önce sapladığın hançer elindeymiş, attığını söylemiştin bana, söz vermiştin, kabuk bağlamış yaramın üzerine, yüreğimin tam ortasına sapladın tekrar hançeri, aynı hançerle kestin köprünün ipini, sapladın bıraktın yüreğime tekrar, “Güle güle” derken ayak seslerin. “Yüreğimde bir hançer, kimseler tanımıyor” beni, rüzgar, dostum, vefalım, denize itti beni, “Şaşırtı”, Lorca’nın dizeleri, Ezginin Günlüğü’nün şarkısıyla, deniz kucakladı beni, ayak seslerin bile yoktu, öyle gittin, hiç bakmadın arkana, kararını vermiştin ya, kararını. Deniz kucakladı beni uçurumun dibinde denizim buldu beni, denizim, sardı beni ve okşadı ağaçlarımın dibinde. Senin tüm istediğin bir daha asla ortaya çıkmamamdı. Deniz, ama, rüzgarım, ağaçlarım tanır beni ve koşulsuz sever, denizimin aynasında baktım kendime, denizimin derin aynalarında gülümseyen bir yüz gördüm, ben miydim o, denizim avutuyordu çünkü beni, “insan olmak budur işte bak” diyordu, “yaşa acılarını, yaşa ki seni daha çok kucaklayayım, ne büyülü sevinçler vardır bitmez görünen kederlerin arkasında ve duygularından korkmayanlar tadabilir o altın güzellikleri sadece. Haydi, cesur ol, bak kendine, öğren yaralarınla yaşamayı, sen hep kendin olmayı istemedin mi, yaralarınla kendin olduğunu biliyorsun, korkma, sev onları, hüzünlerin olsun ki yaşamak tadını bulsun, sev onları, nasıl ki baharın tadını daha iyi alırız kıştan sonra, beyaz ürpertiden sonra ne hoştur ateşin sıcaklığını hissetmek buram buram, keder de öyle lezzetini verir coşkunun, coşkudur çünkü aslolan.” Herkesin olmamı istediği gibi olmayı reddetmedim mi ben en baştan, kendimi kazandım ama, çoğu insanı, annemi bile kaybettim. Az şey midir kendini kazanmak, bence her şeydir. Denizin sesiyle, kokusuyla buldum tekrar kendimi ben de kayıplar gömülsün en diplere.

Gitmesi gerekebilir insanın, gitmek, tek çare olabilir, belki insana öyle gelir. “Seni seviyorum” demenin bir sorumluluğu vardır ama, asla kaçamayacağın, gitmelerini hesaplamanı gerektiren, sevgideki tek hesap, incitmeden, örselemeden, “seni seviyorum” dedikten sonra hiç hesapsız, çıkarsız, bütün imkansızlıkların ortasında, tutamadığın bir gönül çığlığı gibi, diyebildiysen elinde, yüreğinde tuttuysan o kristal sevgiyi, yüreğine sevdiğinin hançer saplayıp gidemezsin, eğer gidiyorsan, gidebiliyorsan, o zaman sen, sen değilsin, hiçbir şey misin? Asla kaçamazsın varsan, affetse de seni, affetsen de kendini, bu evrenin varsa bir yüreği, içini sızlatır deriiiin derin. “Sevmek insanın en büyük acısıdır” der Şükrü Erbaş, “Sevmek, bizi onaran, acısından bile haz aldığımız belki de tek incinme, bütün hüznü, iyimserliği ve ikircimine karşın, sesimizin en duru aktığı yataktır.” Elbette cesaret gerek sevmelere, “sığlığın kolaylığından derinliğin baş dönmesine geçmek bir zorlu yürek türküsüdür, içindeki binlerce gözü susturmayı gerektiren.” Buldunsa o sevgiyi, o düşlediğini, ama direniyorsan düşlerine, “eksik kalır ömrüm dediğin” sevgili Hüsnü Arkan’ın “Boşluk” dediği gibi. Kalmak imkansızlaşabilir bazen, gitmek tek çözümmüş gibi gelir, neden, bencillik yapmamak için, neden, herkesin yolunda olmadığını iddia ederken herkesten çok da uzak olmamak için, neden, herkes ne der diye, neden, duygular tehlikelidir diye, neden, herkes kadar mutlu olmak için, neden, birlikte bir gelecek olamaz diye, neden, gelecek için şimdi feda edilmelidir diye, neden, gelecek mutlaka gelecek midir ki? Gelecek nedir, şimdi yoksa, şimdi varsa, gelecek var mıdır, gelecek bir gün mutlaka, kaçınılmaz olarak gelecek midir? Ben şimdi varsam ve gelecek bilinmezliklerle doluysa bir dakika sonra ne olacağını bile bilmiyorsam, şimdi, şu an varsa, şu anda var olduğumu biliyorsam ve her şeyimi geleceğe bırakıyorsam ben nasıl bir varoluşun içindeyim ve neden? Sartre gibi derim ben de anın içindeki varoluşumda, özgürlüğümle, bırakarak geleceği geleceğe:

“Taşıması ne kadar ağır olursa o kadar memnun olacağım çünkü bu yük özgürlüğümdür. Daha dün yeryüzünü rastgele dolaştım; üzerinde dolaştığım binlerce yol, beni hiçbir yere götürmedi. Çünkü onlar başkalarının yollarıydı… Bugün yalnızca tek bir yolum var ve onun nereye gittiğini Tanrı bilir, ama o benim yolum.”

Gelecek, herkesin geleceğine dönüşecekse sonunda, evlilik, yuva kurmak, kutsallarımız, cilalı, ışıl ışıl, binlerce, on binlerce yıllık cilalı ışıltı. “Evlilik bu değil” dedin, nedir evlilik, anne babanın ve bütün akrabaların, elalemin gözündeki onay parıltısı, nedir evlilik, fotoğraflar, bitmek tükenmek bilmeyen, alışverişler, anlaşmalar, senetler, ince ince hesaplar, nedir evlilik, boyu boyuna, huyu huyuna, yaşı yaşına uyan iki kişinin ortaklığıdır, beklentidir, sebep ve sonuçtur. Evlilik, o büyülü(!) kelime, herkesi birbirine dönüştüren kurum, aynılaştırma mekanizması, sahip olmak ya da olmamak, hep hesaba katmak, seçmek, ölçmek, tartmak, memleket, mezuniyet, milliyet, ilkeler, verilmiş kararlar, “yüreğe değil, kula sormaktır”, Sabahattin Ali’nin dediğinin tersidir, Furuğ Ferruhzad’ın “Kurmalı Bebek” şiiridir, “evlilik birlikte edinilmiş eşyalardı” der Sevgi Soysal “Tante Rosa”da. Sevgi, saygı, ama illaki kadim zamanlardan belli kurallara göre oluşan bir alışkanlık zincirinin içinde, hep ve mutlaka güvence içinde. Marguerita Duras’nın “Kuzey Çinli Sevgili” romanında Çinli sevgili nasıl bir evlilik yapacağını, yapmak zorunda olduğunu anlatır:

“O da ben de henüz çocukken ailelerimiz tarafından sözlenmişiz… Çin’de böyledir, aile servetinin talihsizliklerden korunması için, her iki aile de aynı servete sahip olmalıdır… Bu öyle gelenekselleşmiştir ki Çin’de, başka türlü davranmak olanaksızdır… Hemen çocuk sahibi olunur. Sorumluluklar, metresler edinilir. Bunlar öyle çabuk olup biter ki, insan yaşamında hiçbir şeyi değiştiremez.”

Balyoz gibi gelenekler, her şey belli, önceden, her şeyi bilmenin sonunda boğan rahatlığıdır evlilik. “Seninle evlenmeyeceğim. Asla. Öbür dünyada bile.” diye devam eder “hıçkırarak.” Hıçkırık mıdır evlilik, gönlünde başkası varsa, susturamıyorsan derin sarsıntıları ve yıllar, yıllar sonra gelen bir telefon, nerede şimdi, nerede gelecek?

“ ‘Benim… Sadece sesini duymak istemiştim’.” Devam eder Duras: “Adam, kendisi için, öykülerinin böylesine eskisi gibi kalmış olmasının tuhaf olduğunu, onu hâlâ sevdiğini, ömrü boyunca da hep seveceğini söylemişti. Adam telefonda kadının ağladığını duymuştu. Sonra uzaktan, herhalde yatak odasından, kadın telefonu kapatmamıştı, ağladığını duymuştu adam. Sonra tekrar kadının sesini duymak istemişti. Görünmez, ulaşılmaz olmuştu. Ve adam ağlamıştı. Çok ağlamıştı. Var gücüyle.”

Sappho’nun şiirindeki gibi

“Ne iyi ettin de geldin özlemiştim seni
İster misin taşsın tutkuyla yanan yüreğin”
diyecek birini bulduysan eğer, işte odur senin kutsalın. Var olabilecek bütün çıkarların ötesinde, şiirle örülü bir alemde sınırsız, katıksız bir sevgi, sadece iki kişi, güzellik adına ne varsa onlarla sınırlı bir dünya, iki güzel dünyadan tek bir dünya, birbirini tamamlayarak, birlikte tam olarak, her şeyden, herkesten uzakta, sadece kristalleşmiş sevinçlerle kucaklaşan. Gerekçesiz, çıkarsız, yüreğin derinlerine kök salmış, belki ancak yürekle birlikte sökülüp atılabilecek derinlikte duygular, beklentisiz aşk, kristalleşmiş saflıkta, işte o varsa, ne olursa olsun, evlilik, birliktelik, o zaman anlamlı. “Aşktan vazgeçmek, yaşamdan vazgeçmekten daha zordu,” der Céline “Gecenin Sonuna Yolculuk” romanında. Aşktan vazgeçmek yaşamdan vazgeçmektir zaten, Hemingway’in “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” eserindeki Jordan ve Maria’nın o kısacık ana sığdırdıkları sonsuzluktur aşk, yaşam. Geçmişin, geleceğin gerçekte olduğu gibi anın yanındaki hiçliklerini bilerek, anda yaşayıp anı yudumlamak, anda olmak, sonsuza dönüşmektir aşk, birlikte yaşamak.

Not: İngilizce yazılarımı blogum https://artidelight.com/ takip edebilirsiniz. 

*Kapak fotoğrafı: Meral Kuru