15 Ağustos 2014’te aramızdan ayrılmıştı. Üç sene geçmiş. Yalçın Otağ ile ilgili hazırladığım bir yazıyı buldum az önce. Bir hüzün, acı hissettim içimde…

“Paradoxe sur le commedien’de, Diderot oyuncuyla komedyeni büyük bir açıklıkla birbirinden ayırır. Oyuncu o kişiliğe girerken, commedien onu özümser; oyuncu kendi kişiliğinin kuvvetiyle o karaktere bürünürken, commedien kişiliğini tümüyle siler.”
Marcello Mastronianni

Türkiye’nin en önemli komedyenlerinden biri olan Yalçın Otağ, 80’li yılların başında Şan Tiyatrosu, Dormen Tiyatrosu, Tiyatrokare ile tiyatro sahnesine adım atmıştı. Şen Sazın Bülbülleri’nde yaşar kıldığı unutulmaz gazino patronu rolüyle gerçek bir tiyatro adamı olduğunu kanıtlamıştı. Oscar’da müthişti. Bir Kış Masalı’nda da. Hatırlıyorum, “Deli Dolu” operetinde sahneye ilk giriş anını. Seyirci alkışla selamlıyordu onu. Repliği kalakalmıştı… Alkış kesilmiyordu. Kariyerine ne sürgün ne unutuluş karışmış bir sanatçıya saygı duruşuydu o alkışlar. Bir an salona baktı. Sahne disiplinini, doğuştan gelen yeteneğine katıp Yalçın Otağ tarzını yaratmıştı. Hayatı hiçlemedi; adeta siparişle yaratılmış, benzerleri bir yerlerde dolaşıp tedavüle girse de o hiç diskalifiye olmadı. Biliyorum, bir ekolün son temsilcisiydi.

Yalçın Otağ debisi yüksek bir akarsudur benim için. Şöhretini, duruşunu 20. yüzyıldan 21.yüzyıla taşımış, hiç eskimeden klasikleşmiş; yaşadığı toplumun fotoğrafını çekebilmiş, sözünü esirgememiş, gerçek bir toplumbilimci. Bir sahne ve gösteri dehası. Safkan bir aktör. Kelimelerle oynayan bir büyücü. Ağırlığı yadsınamayacak bir filozof. Deneyimli bir iletişim uzmanı. Seneler sonrasını görebilen bir kahin. (Bu yazdıklarımın çok iddialı olduğunu söyleyen çıkabilir. Lütfen Ateş böcekleri’ nin 45’lik plaklarını bir kez dinlesinler.) Gün oldu bir ayna tuttu yüzümüze ki kendimizi görelim.

Hep izledim onu. Yaşamak, hicvetmek, mavinin yeşilin ayrımına vararak yaşamak, sözünü söylemek önemliydi onun için. Derdi gücü, zekasını, bilgisini, düşlerini halk kitleleriyle paylaşmaktı. Eminim kırılmıştı bazen. Yok yere örselenmişti. Aynı meslekten insanlar arasında pek yaygın olan kıskançlıktan o da nasibini almış olmalıydı. Ünlüydü ya, popülerdi ya, öncüydü ya.

Duvarından içeriye kimlerin giremeyeceğini merak ediyordum en çok. İnsan yanını… Sanatçı duyarlılığını. Çekip gitmeyi düşünmüş müydü hiç? ( Kavafis, her nereye gidersek kendimizi de götüreceğimizi söylese de dinleyen, aldıran kim?) Sahneye veda etmeyi? Köşesine çekilmeyi? Evhamlarını, kırılganlığını…

Bir yarayı bırakın sarmayı, görmezden gelen, kültürel kirlenme ve toplumsal cinnetin at başı gittiği bir düzende yükselen tüm jelatinli, cilalı değerlere karşın saygınlığını hep korudu. Biz, hayranlarının gözünde çoktan mythe mertebesine ulaşmıştı zaten. Taklitleri çıktı zaman içinde. Cılız, eğreti, zavallı taklitleri… Birkaçını tanıdım hatta. Şimdi adları bile yok. Sahi, neredeler?

Yalçın Otağ – Ateş böceği Yalçın – yıllardan yıllara eskimeden, yıpranmadan geçmeyi bildi. Tavsamadan klasikleşmesi bundandı. Hiç unutulmadı. Geride durduğu dönemlerde bile hiç unutulmadı.

“Espri gurusu” olarak kolektif bilinçaltımıza sızmış, toplumun kolektif varlığı olmuştu. Hayatımızın en kalıcı klişelerinden biriydi aynı zamanda. İçimizde, bir yerlerde eksik bırakılmış, iğdiş edilmiş, korkutulup sindirilmiş isyanları, hüzünleri, neşe ve elemleri yaşar kılıyordu sahnede. Hiciv, taşlama en güzel onunla gövdeleniyor gibiydi. An geliyor sahneyi aydınlatan tek spot ışığı altında devleşiyordu. Yukarıda açıklamaya çalıştığım gibi, toplumsal hafızaya yerleşmiş bir imgeydi o. Dahası, toplumla doku reddi olmayacak bir imge/kimliğe sahipti. Asla aykırı bir parantez olmadı. Bayağılığa gönül indirmedi.

1950’li yılların hemen sonunda Türkiye’de modern, daha doğru bir ifadeyle post-modern popüler kültürün önemli prototiplerinden biriydi Ateş böcekleri. Kavuklu, Pişekar, Karagöz, Hacivat siluetlerine ruh üfledikleri doğruydu. Onlar ‘Ateş böcekleri’ ydi. Bizim ‘Ateş böcekleri’miz.

Ateş böceği Yalçın’ı tanımayanınız var mı?

Hayatları bir zamanlar ateş böcekleri ile kesişenler için ne denli manasız bir soru, öyle değil mi? Ateş böcekleri adını hiç duymadan yaşayıp giden, televizyon – sahne bayağılıklarına, cıvık animatörlere tutsak edilmiş, fikriyat isyanları budanmış kuşaklar için ne büyük bir hicran, kayıptır bu. Söz konusu kaybın, hicranın tek sorumlusu elbette genç kuşak değil.

Ateş böcekli yıllara kıyısından da olsa denk düşen biri olarak şanslıyım. Çünkü onları sahnede defalarca izledim. Ne kağıt kaplandı onlar, ne silikonu bol plastik kahraman. Mağrur ve boyun eğmez asaletleriyle sahnede gözüktüklerinde salon alkışlara karışan ‘bravo’ sesleriyle inlerdi.

Keşke yeniden birleşseler. Yeniden…

Arada koskoca iki kuşağa teğet geçerek 50, 60, 70’lerin efsanesi tekrar canlansa. 2000’lerle buluşsa.

Evet, Ercan Bostancıoğlu, Yalçın Otağ.

Onlar… Ateş böcekleri.

Perde açılsa.. El pençe yürek, el pençe sevgi, saygıyla dursak önlerinde. Ayakta alkışlasak.

Ateş böcekleri: Toplu kimlik kartımız, gerçeğin geniş açı resmini çeken tek sağlam objektifimiz. En renkli toplumsal fenomenlerimizden biri. Gündemde ne varsa hicveden, eleştiren… Ancak hemen eklemem gerekiyor. Bir sanat tarihi ya da müzik /sahne adamı olmamakla birlikte, söz, konsept ve şarkı bütünlüğü ve zenginliğiyle, yaptıkları gösterinin çıtasını Türkiye’deki düzeyin çok üstüne çıkardıklarını daha o ilk yıllarda kanıtladıklarını, söyleyebilirim. Bildiğim o ki, ‘Ateş böcekleri’nden sonra ikili gösteri sunanların, stand-upçıların ve bilumum minder komiklerinin Ateş böcekleri’ni aşması çok zor olacak. Radikal, kalıcı olan her yeniliği tüllendirmenin, unutturmanın hayli güç olduğu gibi.

Ve birden seneler geçti.

Zeki Müren artık uzak, asude bir iklimde. Sevim Tuna da. Sevim Deran da. Behiye Aksoy da Side’ye çekildi. Gazinolar kapandı tek tek. Şarkılar sustu.

“Sevda bahçelerinin çiçekleri hep soldu..”

Havalandırma ızgarasının üzerinde, etekleri uçuşan Marilyn, gerisingeri, başladığı yere döndü. Bakışlarında intihar tortusu… Ve hisarbuselik bir ıssızlık.

Gecenin son demleri.

Hayattan kopartılıp bir duvara asılmış “Ateş böcekleri” afişi.

“Ve Ateş böcekleri 20 Ağustos 1978 akşamından itibaren Fuar Manolya ve Göl Gazinoları’nda.”

Puslu, serin, kül rengi bir İstanbul sabahıydı. Yer ıslak, kaygandı. Evlerde tek tük ışıklar yanıyordu. (Bu satırların yazarı yalnız ve hüzünlü zamanlara hükümlü olduğunu anlamıştı nihayet. Günün minesi çoktan solmuştu zaten. )

Ateş böcekleri afişine takıldı gözüm. Tekrar gördüğüme sevindim onları. Sanki, nasıl desem, eski bir beni bulmuşum gibi. Levis Carrol haklıydı işte. Bir “Harikalar Diyarı” vardı demek. Ancak Alice olamayacak denli geride bırakmıştım yılları, o yakamoz sefalarını. Ateş böcekleri “Harikalar Diyarı”na çağırıyordu beni… Bizi, hepimizi.

Ve hep beraber özlüyorduk onları.

İşin tuhafı, kimi şöhretleri çok çabuk unutuyorken, kimileriyle bir ömrü paylaşıyorduk.

Hayatımızın hiciv dekoratörüydü Yalçın Otağ. Sazıyla, sözüyle, kahkahası, engin iç görüsüyle…

Ateş böcekleri hep bizimle olacaklar. Yaşamımızdan hiç çıkmayacaklar. İçimizde kopan, kopartılan ipleri düğümlüyorlar çünkü. Zaten hiç ihanet etmedik onlara. Yerlerine kimseleri koymadık, koyamadık. Kıyıda kalmış insanların iç dünyalarını, açığa vurulamayan, anlatılamayan, paylaşılamayan, telaffuz edilemeyen yaşamları, hisleri hep onlara yükledik. Dedim ya, sığındığımız, soluklandığımız vahalardı onlar. Neredeyse bir ömrün tamamı. Neredeyse bütün hayatımız. Bütün mazimiz.

Tam bu noktada, vurgulamak istediğim bir gerçek de şu; popüler gösteri tarihimize geçen bir “Ateş böceği Yalçın – Ercan” olgusu vardır ve asıl önemli olan bu olgunun, kendi bütünlüğü içinde, sınırlarını, tesir alanlarını ve yorumunu en doğru biçimde yapabilmektir. İçinden çıkıp geldiği toplum, hitap ettiği toplumsal kesimlerden soyutlayamayacağımız bir olgudur bu.

Dedim ya, şanslıyım; çünkü çocukluğumda, ilk gençliğimde kendisini sahnelerde defalarca izleme imkanım olmuştu. Zeki Mürenli, Ajda Pekkanlı, Gönül Yazar, Emel Sayın, Nükhet Durulu Lunapark, Göl, Aşiyan Gazino programlarında kahkaha seline dönüşen Ateş Böcekleri…

Ateş böceği Ercan – Yalçın. Daha göründükleri anda, sahneyi doldurmaya yetiyordu gelen alkışlar. Tipten tipe geçerek, deri değiştiriyor, toplumun çok farklı kesimlerinden gelen insanları bir nokta birleştiriyorlardı. Bu noktada kahkahalar, düşündüren bir hiciv vardı.

“Şen Sazın Bülbülleri”,“7’den 77’ye Müzikaller” ( şimdi nasıl hatırlamam Damdaki Kemancı şarkısını yorumladığı sahneyi ), “Oscar”, ayakta alkışlandığı “ Deli Dolu” operetini, “ Bir Kış Masalı”nı. “Çılgın Dershane”nin, başından çıkarmadığı şapkasından dolayı Şapkasız Çıkmam Şükrü lakaplı Şükrü Hoca tiplemesini.

“Biz sahneye çıktığımızda İsmail Dümbüllü gelip izlerdi, biz ona ilginç gelirdik. Şimdi durum tersine döndü; bugünküler bana ilginç geliyor. Aralarından Cem Yılmaz’ı bizim kuşağa daha çok benzetiyorum. Ata Demirer, komedyenliğin ötesinde çok kabiliyetli. Tiyatroda farklı rolleri başarıyla oynayacağını düşünüyorum. Yılmaz Erdoğan güzel yazıyor. Okan Bayülgen ile beraber çalışma fırsatımız da oldu, çok başarılı buluyorum. Bir de Engin Günaydın var, acayip bir çocuk o!” demişti bir konuşmamızda.

Nasıl unuturum, papyon kravattan o yaşlarda hiç hoşlanmazdım. Anneannem Yalçın Otağı örnek gösterir ,“Ama Ateş böceği amcayı hatırla hani boynunda kravatını oynatan..” derdi. Laf aramızda kaç kez denedim beceremedim. Onun boynunda adeta çiftetelli oynayan papyon bende hareketsiz dururdu. Öyle, kalıp gibi…

Ateş böceği amca kırklı yaşlarımın başında Yalçın Bey’e, Yalçın ağabeye dönüşmüştü benim için. Sonrasında aynı yüzyılda, aynı dünyada yaşamaktan onur duyduğum gerçek bir dosta.

Anılarını ilk okuduğumda gülmekten kaburgalarımın ağrıdığını itiraf etmeliyim. Hep merak ettiğim gazino kulislerinin perdesini aralıyordu. Yaldızlar, simler, aylalar ve ucuz Beyoğlu taşlarından sıyrılıveriyordu hayal kahramanlar.

Onsuz bir dünya hiç kuşkusuz, kuru, yavan, lezzetsiz olacaktı. Ateş böceği amca, Yalçın Bey, Yalçın ağabey, vazgeçilmez dostum Yalçın Otağ. Bir an Lale Belkıs’ın onun gözlerine bakarak söylediği şarkıyı hatırlıyorum :

“Bu şarkı bizim, hep ikimizin…”