Yaşamın durduğu anlar vardır, işte o anlardan biriydi. Dışarıda soğuk, puslu bir gece. Şan Tiyatrosu. Işıklar kararıyor. Tek spotun aydınlattığı sahnede şarkısına başlıyor :

‘Çok sevildim, hem de çok sevdim.Kimine göre, çılgınlar gibi..çemberinden geçtim feleğin. Sayılınca sayan, sevilince seven… Çok yaşamış bir kadınım ben.’(1)

O gece Şan Tiyatrosunda dinledim bu şarkıyı. Tarifi olanaksız büyük bir tutku, hayranlığı yaşadım. Sanki yıldız ışıltıları dökülüyordu hiç durmadan. Kim bilir, belki de dünya standartlarında bir aktris ve oyuncunun, Lale Belkıs’ın portresini sözcüklerle çizme kararını ilk o gece verdim. Doludizgin sanata adanmış bir hayat vardı karşımda. Lale Belkıs’ın alıp götüren güzelliği ve sanatçı kimliğiyle bir iç yolculuğa çıktım ister istemez. Başarıların, alkışların, renklerin, defilelerin, film karelerinin, televizyon ve dublaj stüdyolarının, repliklerin, ödüllerin, plakların, kulislerin, hatırlayışların dehlizlerinden tek tek geçerek.

Yüksek Olgunlaşma Enstitüsüne girip Türk kostüm / işlemeleri, stilist ve mankenlik eğitimi almış; New York, Baltimore, Brüksel, Washington, Havana, Kazablanka, Münih, Paris, Miami, Roma, Bükreş, Las Palmas’ta, en şık kostümleri podyumda taşımıştı. Bir dönem Dior ile çalıştı. ‘İlk Milli Manken’imiz, dahası Türkiye’nin batıya dönük yüzlerinden biriydi ve hep öyle kaldı.

60’ların başında Lale Oraloğlu’nun önerisiyle tiyatroya adım attı. Boing Boing’den, Nükte, Sevgilime Göz Kulak Ol, Evlilik Dolabı, Çardaş Fürstin, Şen Sazın Bülbülleri, Deli Dolu’ya pek çok oyun, operet, müzikalde rol aldı. 1968’de şarkıcılık kariyerine yelken açtı. Ajda Pekkan’a rakip gösterilecek, söylediği teatral tarzdaki chanson’larla anılarımıza sızacak, plakları aylarca en çok satanlar listesinde yer alacaktı. Besteler yaptı, soneler yazdı. Hayatı anlattı.

Ve sinema; Ölüm Tarlası, Feride, Çile, Aşktan da Üstün, Dağınık Yatak, Sezercik, Bir Demet Menekşe, Tarkan, Kalbimin Efendisi, Beyaz Melek. Her defasında hırçın, iddialı, narsist, tutkularına yenilmiş bir öteki kadın, bazen sevdiği adamın çocuklarına bakmak zorunda kalan bir üvey anneydi. Hep o meşum üçüncü şahıs olarak kalır, lanetlenir, acı çektirdiği kadar bedel öderdi. Sinema tarihimizde canlandırdığı her rol üzerinde egemenlik kurabilmiş gerçek bir karakter yıldızıydı. Yaşar kıldığı unutulmaz Selma, Banu, Füruzan, Nebahat karakterleri bir aktrisin varabileceği sayılı hesaplaşma noktalarındandı kuşkusuz. Star sisteminin (o sonuna kadar masum, iyi ) şablonlu, şematik tipolojisi içinde sıkışıp kalmadı. Sıradan melodramların, sıradan kişiliklerini bir yana iterek yürüdü, geçti. Her zaman büyük incelikler ve nüanslarla oynayarak dorukta bir oyunculuk sergiledi, 1970 yılında sinemadan ilk ödülünü Antalya film Festivali’nde aldı. 2010’da Uçan Süpürge Onur Ödülü, Yeşilçam Sinemasında kötülüğü zarafetle taşıdığı, mankenlikten tiyatro ve sinema oyunculuğuna, müzikten resme pek çok sanat alanında kendine özgü bir duruş yarattığı ve 1961’de başlayan oyunculuk kariyerini bugünlere dek taşıdığı gerekçesiyle Lale Belkıs’a verildi. Bir toplumun ortak bilincine mal olmuş, eşsiz bir primadonnaydı o. Hiç eskimeden klasikleşmiş; izleyicinin anılarında her daim yeri olan bir popüler ikon, bir kült simgeye dönüşmüştü.

1986’dan bugüne 20’yi aşkın kişisel sergi açtı. Pek çok karma sergiye ressam Lale Belkıs olarak katıldı. Öğrencilik yıllarında Mevhire Beyat, Mediha Akarsu, Nebahat Candan ile figüratif desenler konusunda çalışmış, bir süre Füreyya Koral’ın atölyesine devam etmişti. Gerçek anlamda ilk resim derslerini Hasan Kavruk’tan aldı. Bahattin Odabaşı ile atölye çalışması yaptı. Sonrasında Burhan Uygur, Türkan Torumtay ile sürdürdü çalışmalarını.

Mourice Chevalier, Piaf’ı dinlediğinde, ‘Bu kız tepeden tırnağa şarkı,’ demiş. İnsan tepeden tırnağa nasıl olurda bir şarkı ya da canlandırdığı karaktere dönüşebilir, derseniz, yanıtım Lale Belkıs olacaktır. Sınır tanımadan sonuna kadar hissedip yaşamıştır şarkılarını, rollerini. Duygularının resmini yapmıştır özgürce. Zirvedeki yerini korumuş, hiçbir şeyi rastlantıya bırakmamıştır. Yaratıcı gücünü yaşadıklarından alan, yaşadıklarından yola çıkarak bir sanat dili yaratan, varoluşunu sanat, sanatını varoluşuna borçlu biridir o. Aşırı titiz ve detaycı, dahası yalnızlığı dost edinmiş biri. Haldun Dormen’e göre işini son derece ciddiye alan, en ufak bir ayrıntı için saatlerce çalışmaktan yılmayan bir oyuncudur. Işıltı ve görkemdir.

Uzak bir gün batımı. Camlarda yağmurun yumuşacık buğusu. Başımı kaldırdım göz göze geldik. O kadar güzel ve etkileyiciydi ki. Kirpiklerinde ürperişler… Kah sisler arasında belirir, kah bir şarkısıyla altüst ederdi beni. Hayatıma bir fırtına gibi girdiğinde dokuz yaşındaydım. Nefret etmiştim ondan. Filiz Akın’ın yüzünde patlayan tokat ve Lale Belkıs’ın bakışlarındaki o korkunç ifade. Film bittiğinde, hatıralarımda yaşamaya başlayacaktı. Nefret ve hayranlık, diyelim. Sinema o kadar kuşatmıştı ki beni. Perdede yaşananları gerçek sanırdım, çocuktum işte. Ama itiraf edeyim, nefret ettiğim kadar sevmiştim de onu. 90’ların ortasında bir galada karşılaştık. Nedim (Saban)’in yakasına yapışmıştım, beni tanıştırması için. Siyah muhteşem bir tuvalet giymişti. Simler, otrişler, pırlanta ve uçuşan sarı saçlar. Bir düş kadar büyüleyiciydi Lale Belkıs.

Dr.Stress, ardından birkaç televizyon programında üvey anneleri tartıştık Lale Belkıs ile. Onu yazmak, onu dinlemek, onu izlemek beni hep mutlu etmişti. Günün birinde bir kez daha Lale Belkıs ile Lale Belkıs’ı yazacağımızı, biliyorum. O anılarını, yaşanmışlıklarını, güzellikleri katacak ben duygularımı, sınır tanımaz hayranlığımı. Şarkılar, şarkılara, yıllar yıllara karışacak yine. Pus alacası, tülümsü gölgeler düşecek duvarlara. Selma, Füruzan, Tiraje’nin peliküre yapışmış hayallerini anlatacağım. Gülümseyerek dinleyecek beni. Hatıralar dört bir yandan üstümüze saldıracak. Yeni bir şimdiye sürükleneceğiz. Hani, bazı duygular aşktan da üstündür..

(1) Söz: Ç.Akçan