Yaşamın bilinci yaşamın kendisinden daha yüksektir.

Fyodor Dostoyevski

Organlar ve Ölümler

Yirminci asrın “absürt bağlam”ını fotoğraflayabilen ve “kendi kurmacasına kendisini hapsedebilecek denli yürekli” ender yazarlardan birisi olan Franz Kafka 3 Haziran 1924’te (âh ki o Haziran’lar, Haziran’lar) ve bir yirminci asır dehâsı [öncüsü] olan Ludwig Wittgenstein ise, −yeryüzündeki altmış ikinci senesini devirdikten hemen birkaç gün sonra− 29 Nisan 1951’de yeryüzüne veda etmişti. Kafka için sorun “gırtlak”ta ve Wittgenstein için ise sorun “prostat”ta idi. Tıpkı David Hume için sorunun “bağırsak”ta, Baruch Spinoza için “akciğer”de, George Berkeley için (hiç de metaforik anlaşılmayacak biçimde) “kalp”te, Thomas Hobbes için “beyin”de (ve burada hâlen bir felsefî şaka yok) ya da Aristoteles için ise “mide”de olduğu üzere… Eğer bir felsefî kurmaca yazsaydım (ki sanırım yazmıştım), birkaç ufak tefek düzeltme ve ekleme ile (örneğin; Kafka için gırtlak yerine soluk borusu, Spinoza için akciğer yerine “ciğer” ya da Aristoteles için mide yerine pankreas – yâhût belki de düpedüz yaşlılık) “ölümün tarihi”ni aynen bu şekliyle kurgulardım. Gelgelelim bu yazıdaki odağım ise Wittgenstein’ın prostatı ile Kafka’nın gırtlağı olacak; çünkü bunlar kulağa oldukça hoş geliyorlar. Sizce de öyle değil mi?

Yalnızlığın Öznelere Dağılımı

“Ben Franz Kafka kadar yalnızım.”

On dokuzuncu asrın sonunda peydah olup yirminci asrın başını çeken filozoflar, şâirler, ressamlar, bilim insanları, marangozlar ve tüm diğer ilginç insanlar −sözgelimi; Virginia Woolf, Amedeo Modigliani, Otto Weininger, Stefan Zweig, Georg Trakl, Sergey Yesenin (…) ile birlikte Ludwig Wittgenstein ve Franz Kafka da− çabucak anlaşılamayacak bir tarihsel yükün altında ezilirler. Fakat bu ortak tarihsel yük bile, onların yaşam seyirlerini “bir” kılmaya yetmez; bilakis, hepsinin yaşam seyri birbirinden dramatik şekilde ayrılır. Wittgenstein ve Kafka için de bu böyledir. Birbirinden tümüyle azâde iki yaşam pratiği vardır ortada; lâkin geliniz görünüz ki felsefî sezgilerimiz onların yaşamlarını birbirine anlamsız (ve oldukça doğal) şekilde bağlar.

Wittgenstein, (dünya tarihi için oldukça kritik bir sene olan) 1889’da, oldukça varsıl ve entelektüel bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelirken; Kafka, 1883 yılında, orta sınıf, muhafazakâr bir ailenin içine doğmuştur. Bu, o yıllar için −yaşadığımız dönemdeki kadar olmasa da− derin bir ayrımdır; Kafka’yı bekleyen hem zihinsel hem de bedensel çarpışma (örneğin, somut bir şey olarak, babası ile, beden bedene, gövde gövdeye!), Wittgenstein için –ilk başta− sadece zihinsel görünmektedir. Çocukluğundan beri kendisini bir “böcek” gibi hisseden Kafka –ki bu bütünüyle bedenseldir−, bir otorite olarak “Baba’nın Varlığı” altında ezim ezim ezilmekte, hatta belki de can çekişmektedir. Yalnızlık hissi, Kafka’nın çocukluğunun, tüm yaşamına bir izdüşümü gibidir. Babasının ve annesinin çoğu zaman evde olmadığı bir çocukluk geçiren Kafka için yalnızlık bir “içinde kalış” durumudur. Wittgenstein’ın yalnızlığı ise, kendisini çok sonra farkettirecek sessiz ve derin bir özlemdir. Kafka’nın aksine Wittgenstein’ın yalnızlığı, bir “içinde kalış” değil; bir tercih, bir ideal ve aslında bir varoluş eğilimidir.

Yaşamın Diyalektiği

Filozofun yaşamı yalnızca bir yaşam pratiği değil, aynı zamanda da bir ölüm pratiğidir. Wittgenstein’ın kaçışları, yalnızlığı içten arzulayışı ve onu ısrarla arayışı ile Kafka’nın aşkları, sığınma çağrıları, kurtuluş çabası hiç de nafile değildir. Wittgenstein’ın Norveç, Skjolden’deki inziva kulübesi (kendisini insanlardan soyutladığı, neredeyse dağ başındaki yalnızlık mekânı) ve Kafka’nın Milena’ya yakarışları, aşk mektupları (içten olduğuna şüphe yok) oldukça kritik birtakım işaretler içerir. Wittgenstein’ın Norveç’te inşa ettiği bu külübe, onun yalnızlığının da inşası gibidir; 1913’ten sonra sık sık burada kalır ve orasını “evi” beller. Tractatus Logico-Philosophicus’un temelleri de bu külübede atılmıştır. [Wittgenstein’ı mantık ve matematik alanlarında teşvik eden, onun için hem bir hoca hem de bir dost olan] Bertrand Russell’ın, Wittgenstein’ın bu kulübede depresyona girip intihar edeceğine dair endişeleri de yersiz gibidir; bilakis, Wittgenstein’ın huzurlu zamanlarının çoğu burada geçmiştir. Kafka’nın gençliği içinse durum hâlen iç açıcı sayılmaz: Alâkasını pek de cezbetmeyen hukuk bölümünü –babasının yüksek memnuniyetiyle− okur ve aslında çok sürmeyecek olan memuriyet yaşamı da başlar. Fakat onun için yazın alanı bir kaçamak sayılabilir: Platon, Gogol, Goethe, Flaubert, von Kleist ya da Dostoyevski onun küçük kaçamaklarından bazılarıdır. Max Brod’un dostluğu (ki bugün Kafka okuma lüksünü ona borçluyuz) ve düşün tarihinin varlığı Kafka’nın yalnızlığını kısmen giderir. Bunun dışında ise genelev müdavimliği ve “aşk-ı memnu”su Milena, onun diğer zihinsel ve bedensel kaçamakları sayılabilir…

Wittgenstein ve Kafka’nın Ölümü: Prostat ve Gırtlak Üzerine

[Erkek bedeni düşünüldüğünde] Prostat bir “koruyucu, öncü birlik”, gırtlak ise “korunması gereken son kale” ve “ses”tir. Wittgenstein, yirminci asır düşünü için bir çeper görevi görür. Hiçbir şeyin mirasyedisi olmayan (kendisine kalan servete büyük ölçüde yüz çevirmiş ve öğretmenlik yaparak yaşamını idame ettirmişti), gerektiği zaman genç şâirleri himayesine alan (Trakl, Loos, Rilke gibi şâirlere maddî ve manevî destek olmuştu) ve yirminci yüzyıl felsefesinin adeta savunmasını yapan (yaşarken yayınlanan tek eseri Tractatus bir ilkeler bütünüdür) ve kendi son sözleri ile “harika bir hayat yaşayan” Wittgenstein, 1951 Nisan’ında “prostat”ında büyüyen bir kanser ile yaşama veda etmiştir. Kafka’nın son günleri ise, yaşamını özetler şekilde sessizliğe gömülüdür. Ciğerlerinde başlayıp gırtlağına kadar yayılan hastalık, Kafka’nın son günlerinde “ses”ini yitirmesine yol açacaktır – ki “ses” Kafka’nın babası ile mücadelesinde önemli bir cephedir; sağlığının, iştahının, dayanıklılığının yanında babası “gür sesi” ile Kafka’yı ezmiştir. Trajik bir sondur bu Kafka için: Yalnızca iştahsızlığından, sağlıksızlığından, dayanıksızlığından değil, en nihayet sesinden de mağlup olmuştur işte Kafka ve 1883 Temmuz’unda başlayan kısa yeryüzü macerası 1924 Haziran’ında böylece son bulmuştur.

Ölümün Albenisi ve Organların Yüce Hakikati

Ölüm, zannedildiği kadar dramatik ve iç karartıcı bir fenomen değildir; bilakis, hakikatle ilişkisi bakımından oldukça da yürek ferahlatıcı, huzur verici bile sayılabilir. Yaşam pratiği içerisinde “elle tutulur” ve “kavranabilir” bir şey olamayan insan(ve bir “ideal” olarak da), aslına bakılırsa en çok ölüyorken kendisi ve ne idiyse o gibidir. Sözgelimi; yoksulluk içinde yeryüzüne veda eden Oscar Wilde, −son derece absürt olarak− bir trafik kazasında yaşama veda eden Albert Camus, kalçasına sıçrayan kanser ile hayatını kaybeden Arthur Rimbaud (sevgilisi Paul Verlaine ise alkolden ölecektir), frengiden ölen Charles Baudelaire ve Friedrich Nietzsche ya da intihar ederek cansızlığın yüce hissine erişen Virginia Woolf, Sergey Yesenin, Sylvia Plath, Otto Weininger ve Gilles Deleuze… Ölüm, bize çok şey söyler: Tıpkı Wittgenstein’ın prostatının, Kafka’nın gırtlağının, Hume’un bağırsaklarının, Berkeley’in kalbinin, Hobbes’un beyninin ya da Aristoteles’in midesinin çok şey söylediği gibi. Organlar, gelişigüzel ortalığa saçılmış ve öylesine “orada olan” görüngülerden çok daha başka, yaşamla kurulan dolaysız ilişkideki yegâne araçlarımız olarak oldukça mühimdir.

Not: Organ mafyası değilim ve gelecek planlarım arasında da yok.

Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,

Camus yâr ve Nietzsche yardımcınız olsun…