Ay ışığının denizde, dalgalarda kırılışına takılıyor gözüm bir an. Yakamozlar sanki tüller arasından süzülüyormuşçasına, uçuşmakta. Tuz serpintili bir esinti ile ürperiyorum. Sonbahar. Hava soğuk aslında. Hava soğuk ki, ne soğuk. Zehir zıkkım. ‘Zaman’sız anıların, yaşanmışlıkların anaforundayım epeydir. Dünle şimdi arasında gidip gelmelerim, yaş olarak yarım asrı çoktan geride bırakalı, hayli arttı, farkındayım.
O kadar net hatırlıyorum ki, 1972 yılıydı. Fitaş Sineması. İkinci sırada oturuyordum. Nedret Selçuker sahnedeydi. Alkışlar çoğalarak devam ediyordu dakikalardır:
“Teşekkürler, teşekkürler. Binlerce teşekkür. Yılların en büyük konserine hoş geldiniz. İşte, son on yılın en sevilen on şarkısı ve Emel Sayın…”
Müzik başladı. Işıklar hızla yer değiştiriyordu. Birden onu gördüm. İlk kez. Bir ışık seli gibiydi. Tarif edemeyeceğim bir güzellik. Bambaşka bir eda. Bu gökyüzünün altında yaşamış en güzel kadınlardan biri olmalı, diye düşündüm. Büyülenmiş gibiydim karşısında.
“Hani o saçlarına taç yaptığım çiçekler, hani o güzel gözlü ceylanların pınarı…”
Ailesi müziğe olan ilgisini fark edip henüz on dört yaşındaki kızlarını Arif Sami Toker’den ders almaya başlattığında, takvimler 1959 senesini gösteriyordu. Hemen sonrasında, Münir Nurettin Selçuk’un öğrencisi oldu ve bir dönem İstanbul Konservatuarı Şan Bölümü’ne devam etti. Opera sanatçısı olmak, Batı müziğinde devam etmek istiyordu aslında. Sahneye çıkmak gibi bir niyeti hiç mi hiç yoktu. Hayır, sahneyi kesinlikle düşünmüyordu. Ancak ekonomik zorluklar nedeniyle kendisini Hürriyet Haber Ajansının Küçük Çiftlik Parkı’nda düzenlediği ses yarışmasında buluverdi. Birinci olmuştu. On yedi yaşındaydı. Necdet Yazar bu güzel kızı Ankara’da içkisiz bir gazinoda sahne alması için zorlukla ikna etti. Nevin Demirdöven’in kadrosundaydı Emel. Evet, henüz sadece Emel’di o. Dore ayakkabılar, kabarık etekleri olan dantelli, tüllü bir kostüm.
Radyoda o zamanlar Türk Müziği Yayınları Şefi olan Muzaffer İlkar bir gün Emel’i izledi gazinoda, yeteneği, farklı duruşu, yorumundaki ayrıntı duyarlığı dikkatini çekmiş olmalı ki, radyo imtihanına girmesini önerdi. Belli ki oralarda ziyan olmasına gönlü razı gelmemişti. Derhal bant dolduruldu, eser yorumunu dinleyen kurul tarafından ‘Birinci Sınıf Sanatçı’ olarak, radyoya adımını attı Emel Sayın. Ankara Radyosu gerçek anlamda bir okul olmuştu onun için. Bu arada İstanbul’dan sahne teklifleri gelmeye başlamıştı ısrarla.
1968 yılında Lunapark Gazinosunda Emel Sayın adı neonların en üstündeydi. Assolistti. Ancak evdeki hesap çarşıya uymamış, büyük bir düş bozumunu beraberinde getirmişti. Ağzına kadar dolan gazino Emel Sayın üçüncü şarkıya başladığında boşalmaya başlıyordu çünkü. Radyo neşriyatında olduğu gibi, klasik eserlerden oluşan bir repertuvar yapmış ve başarısız olmuştu. Öyle ki on sekizinci gün işine son verildi. Üzgündü. Moralsizdi. Fena haldeydi.
Her notayı hakkını vererek yorumlamak değil, şarkıları çokça abartarak, bozarak söylemek gerekiyordu gazino sahnesinde. Oysa Münir Nurettin gibi notaya sadık kalarak okuyan bir sanatçının ekolünden yetişmişti, Emel Sayın. “İlle Müzeyyen Senar gibi yorumla şarkını, duygularını kat, abartarak söyle,” diyenler çıktı.
Seneler önce Sadun Aksüt’ün ricasıyla Sevim Tuna’nın sıra kızı olarak kadrosuna alıp Ankara’ya götürdüğü Emel, yeniden bu defa çok daha güçlenerek, Emel Sayın olarak, İstanbul’a geldi. Plaklar, konserler, film çalışmaları, ödüller, biri bitmeden diğeri başlayan gazino çalışmaları, radyo, televizyon programları derken Türkiye’nin en önemli assolistlerinden biri oluvermişti. Cilvesi, işvesi, güzelliği ve üstün sahne tekniğiyle dinleyicilerini mest ediyor, bileğinin hakkıyla zirvedeki yerini koruyordu. Türk müziğinin, aşırı ve abartılı gırtlak nağmeleriyle gün be gün kirletildiği, avaz avaz bağırmanın alkış aldığı bir dönemde okuyuş üslubu, derinliği, müzik bilgisi, zarafeti, sahneyi mükemmel kullanışı, şıklığıyla hep öne çıkmayı bildi. Jest, mimik, tavırlarıyla izleyicisini etkisi altına alabilen bir yorumcuydu aynı zamanda. İçtendi, sıcacıktı. Musikinin örsünde ve ateşinde pişmişti.
İstanbul’a dönelim yine. 70’lerin hemen başı. Lalezar Gazinosunun ardından Lunapark, Maksim, Bebek Belediye, Taşlık, Caddebostan Maksim. Sonrasında Ankara, İzmir, Bursa Turneleri..
1971’de ilk 45’lik plak. Uzun çalarlar, cdler, kasetler. Haftalarca liste başında kalan, her biri hit olmuş şarkılar. Altın plak, En İyi Kadın Şarkıcı ödülleri. Dakikalarca süren alkışlar, uçsuz bucaksız bir sevgi, hayranlık seli.
Türkiye’yi başta İran, Azerbeycan olmak üzere pek çok yabancı ülkede başarıyla temsil eden Emel Sayın,80’lerin ilk yarısında Yalçın Pekşen ile yaptığı söyleşide ‘assolistliği çok sivri bir dağın tepesinde tek ayağının üzerinde durmak’ şeklinde tanımlamıştı. Pekşen’in sahnedeki sanatçının psikolojisini öğrenmek istiyorum’ sorusuna Emel Sayın’ın verdiği yanıt ise pek çok şeyi açıklamaktaydı aslında: “Anlatmak çok zor. Ama assolist olmak sadece şarkı söylemek ve fizik güzellik falan da değildir. Bunlarla birlikte, aslında fizik de önemli değil, sesle birlikte, müziği iyi bilmesi, iyi icra edebilmesi, artistik kabiliyet, mikrofonu iyi kullanmak, sahnede bir, bir buçuk saat boyunca birçok şeye dikkat etmek…Dinleyicinin durumu nasıl? Ses uyumu birbirini tutuyor mu? Saz ile anlaşması gerek sanatçının. Şarkıcı garsonların hareketini bile izlemeli. Ne bileyim… Hesap öderken söylenecek şarkılar bile başkadır. Hep bunların hesabını yapmak…Sonra şarkıcının söylerken şarkıyı hissetmesi de önemli.”
Yersiz kulis çekişmeleri, içkili müşterinin karşısında okumak zorunluluğu, zamanla masası olan kimi sansasyonel isimlerin gazino dünyasında söz sahibi olmaya başlamaları, bir şeyler giderek tatsızlaşmaya,değişmeye başlamıştı artık. İşte tam da o günlerde Neşe-i Muhabbet Müzikali’yle yeniden doğdu Emel Sayın. Şarkılar, konserler, albümler, ödüller birbirini izledi yine.
1970’de Ayhan Işık ile ‘Şampiyon’ ve hemen sonrasında Engin Çağlar, Ferid Şevki ile başrollerini paylaştığı ‘Makber’ ile Emel Sayın adı ‘Yeşilçam Sineması’nda bir anda olay haline geldi. Cüneyt Gökçer, Muazzez Kurtoğlu, Cüneyt Arkın, Ediz Hun, Kartal Tibet, Münir Özkul, Zeki Alasya, Kemal Sunal, Halit Akçatepe, Şükriye Atav, Metin Akpınarlı bütün o filmlerde özellikle Tarık Akan ve en fazla kamera karşısına geçtiği Engin Çağlar’la başarılı birer çift oluşturuyor, filmleri birbiri ardı sıra gişe rekorları kırıyordu. O bazen Alev, bazen Süreyya, bazen Gülizar, bazen Feride’ydi. Yanlış anlaşılmalar, terk edilmeler, Lale Belkıs, Reha Yurdakul ve Saadet Sun’un hain planları ve her defasında mutlu sonla biten tüm o filmler. Gün geldi Emel Sayın adı neredeyse Şoray, Koçyiğit, Girik, Akın ile anılır oldu sinemada. Sahnedeki başarısını sinemada, televizyon dizilerinde ve televizyon programlarında da devam ettirdi. Mavi boncuğumuzdu. Vazgeçilmezimizdi. Düşünüyorum da, şablonculuğun, popülerliğin ökselerine takılmadan, zamanı aşabilmiş, eskimeden klasikleşebilmiştir Emel Sayın. Bu nedenle kalıcıdır, önemlidir zaten. Ve tartışılmaz sahne ışığıyla gerçek bir yorumcu ve assolisttir. Dahası benzersiz biridir Emel Sayın. Eşi, karşılığı yoktur. Hiç değilse kendi konumundaki isimler arasında, hala tek ve özeldir.
Şarkıları yelken yapıp Tük müziğinin uçsuz bucaksız denizlerinde Emel Sayın ile dolaşmak çünkü artık biliyorum ki, bizi hunhar yalnızlıklardan koruyabilecek tek şey musiki. Ve o eşsiz güzellik.