Birdenbire kendimizle karşılaşsak ne yapardık? Evet, kendimize bir şeyler söyleriz bazen ama gerçekten kendimizi bulsak karşımızda? Neler söylerdik, söylemek ister miydik, korkar kaçar mıydık? Aynadaki aksimize bakmak gibi değil, dokunabildiğimiz, bizim kadar canlı aynımız. Dünyamıza paralel bir dünyada yaşayan bize paralel bir biz. Sahi biz bir tane miyiz?

2011 yapımı, Mike Cahill’in yönettiği ve Sundance Film Festivali’nde ödül almış “Another Earth” filmi bu sorularla dolduruyor zihnimizi. Dünyamıza paralel bir dünyanın olduğu keşfinin yapıldığı gece başarılı bir öğrenci olan ve MIT’de öğrenim görme hakkını kazanmış olan Rhoda, bu sevinci çılgınca eğlenerek yaşar. Artık her şeyin olabileceğine inanmaktadır, parlak geleceğiyle gözleri kamaşmaktadır. Eve sarhoş bir halde araba kullanarak dönmektedir ve radyoda paralel dünyanın gökyüzünde görüldüğünü, başlarını kaldırıp bakmalarını söyler DJ. Rhoda, bu gezegeni görmeye çalışırken ışıkta bekleyen araca vurur ve zar zor yaralı bir şekilde arabadan indiğinde gözleri açık bir kadın, arkada bir erkek çocuk ve başı öne düşmüş bir adam görür. Hepsi ölmüştür. Hayat birden tamamen değişmiştir, hapse girer, çıktığında bir hükümlü olarak sınırlıdır yapabileceği şeyler, bütün fırsatları cömertçe ona sergileyen dünya korkunç kahkahalar atarak kaçmıştır ondan. Önünde sapasağlam sonsuza dek ayağının altında uzandığına emin olduğu zemin birden çatlamıştır. Çatlak zeminde yürüyen kişi sağlam zemindekiyle aynı mıdır?Temizlikçi olarak çalışmaya başlar bir lisede, kendisi gibi suskun, yaşlı bir erkek temizlikçiyle beraber çalışırlar, kelimeler kullanmadan iletişim kurarlar. İki kalpleri çatlamış insan, durmaksızın devam eden yaşamın içinde, yaşama dokunmadan sürüklenip dururlar çatırtılarla. Oradadır yaşam, istemeseniz de duyuyor ve hatırlıyorsunuzdur. İnsanlar yaşayıp gitmektedir; sevmekte, gülmekte, aşık olmakta, acı çekmekte, üniversiteye başlamaktadır. Işığı çok az yansıtan bir perdenin arkasındadır Rhoda yaşamın içinde.

Televizyonda bilim insanları yeni dünyayı konuşup dururlar, teoriler havada uçuşur. Yeni bulunan dünyada bizlerden birer tane daha olduğu, buradaki yaşantımızı orada yaşadıkları ortaya çıkar ve bu dünyaya bir yolculuk planlanır. Bu yolculuğa katılmaya hak kazanmak için bir kompozisyonla neden oraya gitmek istediklerini yazmaları istenir gönüllülerin. Rhoda da yazar düşüncelerini, ilk keşifler hakkında yazar, bu dünyada çok da sağlam bir yeri olmayan insanların gitmiş olduğunu belirtir, kendisi gibi. Belki yeni bir dünya, belki yeni bir başlangıç ya da yok oluş.

Yaptığı kazanın haberlerine bakarken arabayı kullanan adamın yaşadığını öğrenir. Başarılı bir bestecidir adam, bir üniversite hocası. Gider onu bulur, özür dilemek ister ama söyleyemez, temizlik şirketinden geldiği bahanesiyle ona yardımcı olmaya çalışır. O da çatlak bir zemindedir, kasvet bulutlarının arasında akıp gitmektedir yaşam ikisi için de. Rhoda evini ve zihnini düzenler adamın, kendisinin de. Bir başlangıç olabilir mi, çatlaklardan yeni filizler sürer mi taşların arasından fışkıran otlar, çiçekler gibi? Rhoda, yeni bir teori öğrenir sonrasında. Bu teoriyi anlatan bilim adamı yeni dünyanın görüldüğü gece bir anlık bir farklılıkta bile çok şeyin değişebileceğini, yeni fırsatlar doğabileceğini söyler televizyonda. Beraber çalıştığı yaşlı adam gözlerini kör etmiş, kulaklarını da işlevsiz hale getirmiştir. O da çatlağını böyle kapatmaya çalışmıştır, kendisini de yeni dünyayı da duymak, görmek istememektedir. Fırsatları geride bırakmıştır, kendi karanlığına tahammül edebilmektedir sadece.  Rhoda onu ziyarete gider, onun olduğunu anlar yaşlı adam, iki el ele hüzün sarmalı.

Yönetmen, ilk uzun metrajlı filminde yaşamın kırıklarıyla yaşam yollarında gezindirir bizi. Film boyunca arada ufukta görürüz yeni dünyayı, paralel dünyayı. İnsanları gözlemektedir adeta bu masmavi gezegen. Rhoda da bakar, düşünür bizimle. Bir tane miyiz biz? Yaşantımız sonsuz olasılıklar içerirken kendimizi ne kadar tanıyoruz? Tanıyor muyuz? Tanımak istiyor muyuz? Sokaklarda yaşayan ya da bir şeylerle hüzünlerini boğmak isteyenler bizden ne kadar uzak? Bizi bunaltan, sıkan şeyler, değiştiremeyeceklerimiz ya da öyle zannettiklerimiz gelir aklımıza. Müzik düşüncelerimize eşlik eder, yaşam olağan ritmindedir, iç sesini duyarız adeta Rhoda’nın. Varoluş, Sisyphos gibi, yeniden yuvarlanacağını bile bile o kayayı tepeye çıkarma, bir mücadele, bir sonuca varmasa da, benliğini bulma, benliğinin bilincine varma. “Ben bir başkasıdır” diyor Rimbaud, “Bir ben vardır benden içeri” Yunus Emre’nin dediği gibi. Benliklerinin derinliklerini keşfetmek ister mi insanlar, hızlı hızlı koşup dururken loş ışıkta kolayca, düşünmeden, bilmeden? Yuri Gagarin’in uzayda tek başınayken duyduğu sesin onu delirtmemesi için o sese aşık olmaya karar verdiğini, bunu zihninde harika bir müziğe dönüştürdüğünü hatırlıyoruz tekrar. Birer çatlak olabiliriz sadece “Camdan Şato”da Linkin’ Park’ın dediği gibi, en umutsuz noktadan yeni güzellikler keşfedilebilir ama  yaralarını bilerek, korkuları geride bırakıp ışık dalgalarında, yaşam devam ettikçe.