Geçen hafta katıldığım bir söyleşide; bir sosyal medya uzmanının günümüz teknolojisi üzerine konuştuğu sırada bir şey dikkatimi çekti. Uzman, teknolojik aletlerin sıklıkla ve aynı yönde kullanılması sonucu ellerimizin işlevlerinden birkaçını yitirme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu söylüyordu.
Ellerimiz üzerine ne zamandır düşünürüm. Hatta geçmiş yıllarda “Eller Eller Eller” başlıklı bir yazı da kaleme almıştım. Pedagojik Dertlenmeler kitabımda yer alıyor sözünü ettiğim yazı. İnsanlık, maharetli ellerimiz sayesinde kuruldu. İnsandan başka hiçbir canlı ellerini bu kadar süre ve böyle kolay kullanamıyor. Kemik, kas, yağ, sinir, damar ve deriden oluşan ellerimiz, olağanüstü yeteneklere sahip. Cerrah bir arkadaşım en zor organın el olduğunu söylemişti. Eller neler yapmıyor ki… Evrimle kullanışlı hale gelen başparmağımızla tutmak, çekmek, itmek, çevirmek, sıkmak, basmak gibi eylemlere kaynaklık eden ellerimiz, yaklaşık yirmiye yakın hareket eksenine sahip. Ellerimiz, robotlar üzerine çalışan mühendisleri, biyomekanik hesaplamalarda zorluyor.
El ve beyin gelişimi arasındaki ilişki çok önemli. Antik Çağ’da bir filozof insanı ellere sahip olduğundan ötürü en akıllı canlı diye nitelerken başka bir filozof buna karşı çıkıp insanın en akıllı canlı olduğu için elleri olduğunu söylüyor. Bir diğeri, “Eller, araçların aracıdır.” diye ekliyor. Aydınlanma çağındaysa “El, dışarıya uzanmış beyindir.” diye boşuna söylenmemiştir. İbranicede el sözcüğünün Tanrı anlamına gelmesine hak vermemek elde değil.
Bunları düşününce uzmanın dile getirdiği ellerimizin işlevlerinden birkaçını yitirme tehlikesi daha fazla korkutuyor insanı. Zira bu, insanlık olarak ortaya koyduğumuz uygarlığımızın gerilemesi anlamına geliyor.
Rahmetli Doğan Cüceloğlu Hocam, ömrünün son günlerinde yazdığı “Var Mısın?” adlı kitabında geleneksel köy yaşamının el becerilerini doğallıkla geliştirdiğini dile getiriyor. Cüceloğlu, “Köyde büyümenin el becerilerinin gelişmesinde kazandırdığı çok şey vardır. Köydeki yaşamın doğası itibariyle çocukların fazla sorumluluğu olur ve ellerine iş düşer. O nedenle küçük yaştan itibaren ateşi kullanmayı ya da sıcak nesnelerden sakınmayı, bir şeyi bir yerden alıp başka bir yere koymayı, mutfak işi yapmayı hayatın doğal akışı içinde öğrenirler. Örneğin patates soyma işinin gerektirdiği bir el-göz koordinasyonu vardır. Dal kesmenin, sivri bir alet kullanmanın ya da sokakta oyun oynamanın gerektirdiği bir koordinasyon vardır. Yani köylü çocuğu bu becerileri bilinçli bir eğitim ve gelişim felsefesi içinde değil, hayatın doğal bir parçası olarak öğrenir.” Hocamın dile getirdiği duyarlılığın ürünü olan eğitim ve gelişim felsefesi, karşılığını gerek ülkemiz gerekse dünya eğitim tarihi içinde özel bir yere sahip olan köy enstitüleri deneyiminde buldu. Yaparak yaşayarak yetkinlik kazanmayı hedefleyen bu modelde ellere ne çok rol düşüyordu. Zira bugün çok iyi biliyoruz; el becerilerinin çok yönlü gelişimin anahtarı olduğunu.
Öğrencilik yıllarımda ellerimizin kullanımına daha fazla önem verildiğini hatırlıyorum. Ev ekonomisi derslerinde kız arkadaşlarımız örgü örer, kumaş keser, boya yaparlardı. İş teknik dersi vardı, erkek öğrenciler için. Bu derste tahtadan küçük mobilyalar yapardık, başka bir derste çivi çakar, boya kullanırdık. Ortaokulda küçücük bir tezgahta kilim dokuduğumu hatırlıyorum. Yine bu ders kapsamında kıl testereyi kullanarak yaptığım ahşap avize yıllarca antremizi aydınlattı.
Dünyada el ve çok yönlü gelişim arasında güçlü bağ kuran, eğitimi toplumun lokomotifi kılan ekoller var. Bunlardan biri de Kerschensteiner Okulu. Georg Michgael Kerschensteiner, bir öğretmen, okul müdürü, aynı zamanda bir akademisyen. Kerschensteiner, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, eğitimde atölye çalışmalarına ağırlık verdi; laboratuarları, mutfağı, bahçeleri öğrenme merkezi kıldı. Bugün Alman teknolojisinden, mühendisliğinden, bunun da ötesinde tüm mesleklerin dayandığı ahlâktan söz ediyorsak bunda Kerschensteiner yaklaşımının payı büyük. Biraz önce sözünü ettiğim köy enstitülerinin mimarı İsmail Hakkı Tonguç, 1925’te eğitim modellerini yerinde incelemek üzere Avrupa’yı geziyor. Bauhaus ekolünü tanıyor, bu arada Münih’te Kerschsteiner’le de görüşüyor.
Bu noktada bir parantez açarak tarihe ve ülkelere dikkatinizi çekmek isterim. Her iki ülke savaştan yeni çıkmış, açlıkla, yoksullukla, salgınlarla mücadele ediyor. Fakat her iki devlet de ülke kalkınmasının eğitimden geçtiğinin farkında. Bu durumla ilgili bir rivayet anlatılır: Almanya’nın üniversiteleri tarumar olduğunda Almanlar, “Okullar yıkılmış olabilir ama hâlâ okulu inşa eden fikirler, hocalar var.” demiş. Aynı yaratıcı ruh, vizyoner görüş, genç Cumhuriyetin kurucularında da var. Bataklıklar ülkesi olan Finlandiya’nın nasıl zambaklar ülkesine dönüştüğünü anlatan Grigory S. Petrov’un “Beyaz Zambaklar Ülkesi” adlı kitabı, Finlilerin de bu ruhu taşıdığını dile getiriyor. Bugün dünya eğitiminde örnek alınacak uygulamalara ev sahipliği yapan Finlandiya, eğitim sistemini bizdeki köy enstitülerini modelleyerek kurdu.
Ellerin çok yönlü gelişimindeki yerini dillendirirken aklıma geçmiş yıllarda bir okul için geliştirdiğimiz bir proje geldi. Projenin adı “Uygarlığı Yaratan Eller”di. Her hafta ellerini kullanan, elleri ile iş tutan bir meslek insanını ağırlıyorduk. Ayakkabıcı, müzisyen, cerrah, aşçı, diş hekimi, ressam, marangoz… Yapan, üreten, değiştiren, şekil veren, onaran eller… Öğrenciler, uygarlığın eller üzerinde yükseldiğine bu projeyle tanıklık etmişlerdi.
Yaşlılığını keyifle, üreterek geçiren insanların yaşamlarında hobiler o kadar değerli ki. Eğitim yıllarında hünerli ellerimize açacağımız yer, aynı zamanda yaşlılık dönemlerimiz için de bir yatırım. Yazının görselinde değerli bir büyüğüm Necati Külahoğlu’nun atık maddeleri estetik bir objeye dönüştürerek zanaat ürünlerinden el emeği göz nuru sıra dışı örnekler ortaya koyduğunu fark etmişsinizdir.
Ellerin yoldaşlığı ne güzel, değil mi?
Üç çocuk babası, uslanmaz bir eğitim gönüllüsü, moda deyişle mentor, insana dair her şeye tutkun, öğrenmeye ve öğrendiklerini paylaşmaya takıntılı, bilime ve felsefeye âşık, kitapsız ve kahvesiz asla olmaz diyenlerden, yemeği içmeyi seven, yaşamı boyunca “sizinle tanıştıktan sonra…” diye başlayan cümlelerin muhatabı, kısacası yaşam ustasının daimi çırağı…