1928 yılının sıcak Ağustos ayında bir şiir gelir dünyaya. Ailesi ona, belki de hiç farkında olmadan kaderini tayin edecek kadar zarif bir isim verir. Edebiyatla uğraşan kimse, kısacası yazardır adının anlamı. Öyle de olur, yazdıkça yazar Edip. Doymaz, daha çok yazar. Şiir gibi doğar, şiirle yaşlanır ve kimilerinin söylediği gibi belki de fazla şiirden ölür. Hayatı boyunca en çok bu işi sever. İş de değildir ya onun için; su içmek, yemek yemek kadar gerekli ve kutsal bir eylemdir. Direniştir. Hayata karşı, kötülüğe karşı, kedere karşı sımsıkı bir yumruk gibidir onun şiiri. Hiç şiir okumamış olsanız dahi, bir mısrası mutlaka gözünüze ilişivermiştir bir yerden. Çünkü o hayata karışmayı başarmış, şiirine can katmakta usta bir adamdır. Bu ayki dosya konumuz olan İkinci Yeni’nin de en etkileyici kalemlerinden biridir. Bugün onu, kendi şiirlerinin ışığında dilimiz döndüğünce anlatmak için buradayız, bilhassa anlamak için.

8 Ağustos 1928’de dünyaya gözlerini açtıktan sonra adıyla büyür Edip. Kumkapı Ortaokulu ve İstanbul Erkek Lisesini bitirir. Ardından Yüksek Ticaret Okuluna başlar fakat bir süre sonra ayrılır ve ticarete atılır. Kapalıçarşı’daki dükkânlarında antika eşyalar ve halı satmaya başlar. Pek de sevmez üstelik bu işi. Babasının derme çatma dükkânı ve ticaret için şunları söyler: “Babamın Kapalıçarşı’daki dolabında (o zamanlar bugünkü gibi dükkânlar sayılıydı. Yerden yüksekçe ve minderli, tahta kepenkli dolaplar vardı.) ticarete başlıyorum. Gerçi ticaret de ilgilendirmiyor beni. Oldum bittim alışveriş yapmayı hiç mi hiç sevmedim, benimseyemedim zaten. Ne var ki; başkaca çıkar bir yol yoktu. On dokuz yaşında evli, yirmisinde çocuğu olan bir genç! Hem de ev geçindirmek zorunda, hem de şiire tutkun.” Durum aynen de dediği gibidir; çok erken yaşta evlenmiş ve baba olmuştur. Geçinmek ve ailesine bakabilmek için sevmese de bu işi yapmaya mecburdur.

Bir müddet bu işi yaptıktan sonra 1954 yılında “Hayatımın en önemli olayı” diyerek nitelendirdiği Büyük Kapalıçarşı Yangını çıkar ve dükkânını tamamen kaybeder. Artık ne dükkânı, ne de yeni bir yer açabilecek kadar parası vardır elinde. Mecbur kalıp bir ortak arayışı içine girer, bulur da. Hem de en anlayışlısından bir ortak. Çünkü dükkânı açtıktan birkaç ay sonra, ortağı alım satım işleriyle kendisinin uğraşabileceğini söyler. Bu da ona, yazabilmek için gerekli olan o şahane zamanı tanır. Üstelik şanslıdır da, bu yeni dükkânın asma bir katı vardır. Edip’e de zaten tam olarak böyle bir yer lazımdır. Alır eline kâğıdı kalemi istediği zaman, istediği kadar yazar. En güzel dokuz kitabını da Kapalıçarşı’da, Sandal Bedesteni’ndeki bu küçük dükkânın asma katında saatlerini harcayarak yazar. Ve bir gün ardına bakıp “Bugün düşünüyorum da ya o yangın olmasaydı?” der. Belki de bu yangın çıkmasaydı ve Edip o çatı katına hiç kavuşamasaydı, bu güzel dokuz kitabı da yazamayacaktı.

1944 yılının Mart ayında İstanbul Dergisi’nde yayımlanan ilk şiiri ile başlayan yazım serüveni ilerleyen yıllarda daha gelişmiş bir şiir anlayışıyla devam eder. İlk denemelerinde öncelikle Garip akımının etkileri görülmekteyken, sonraları İkinci Yeni Kuşağı’ nın özgün örneklerini üretmeye başlar. Mehmet Doğan ondan: “Her kitabında kendini yenileyerek, toplumda en iyi tanıdığı çevreyi ve bu çevrenin insanlarını anlatmak, bir bakıma onların içlerini dışa çevirmek istedi.” diyerek bahseder.

Şiirlerine geçmeden önce onun şiirinde neyin önemli olduğunu idrak etmek son derece önemlidir. Onun şiirinde her zaman, daha önce anlatılmamış ve anlaşılamamış olana görülen bir ilgi mevcuttur. Derdi herkesin diline dolanmamış kelimeler seçerek, onlara yeni bir anlam yüklemeyi başarabilmektedir. Şiirleri incelendiğinde uzun şiirlere yönelim gösterdiği açıkça görülmektedir. Bu eğilimi tabii ki kısa şiirler yazmasına da engel olmamıştır. Onun için nicelikten çok nitelik önemlidir. Şiirlerindeki özgünlük herkes tarafından bilinen ve kabul edilen bir gerçektir. İkinci Yeni Akımı şiirlerine bakıldığında, uzun öyküleme tekniklerine sıkça yer verilmediği görülür fakat Edip Cansever şiiri için durum pek de böyle değildir. Onun şiirinde İkinci Yeni akımı şiirlerinden farklı olarak; tasvir ve öyküye dayalı diyaloglara sıkça yer verilmektedir.

57 yıllık yaşamına birbirinden güzel 17 şiir kitabı sığdırmış ve bu kitapların yedisinde İkinci Yeni yapısının etkili olduğu şiirlerini derlemiştir. Şiirlerinde yeniyi aramaya çalışan ve düzyazıdan yararlanan şair; Ece Ayhan, İlhan Berk, Sezai Karakoç, Cemal Süreya, Ülkü Tamer, Turgut Uyar ve Tomris Uyar ile beraber edebiyatımızın en güzel yerinden hayatımıza dâhil olmuştur.

“Benim için tek mutluluk şiir yazmaktır, oysa bir şiirin verdiği mutluluk olsa olsa bir gün sürer. Olsun. Belki de bütün mutlulukların toplamı bu kadarcıktır.” diyerek şiir yazmanın onun için ne anlama geldiğini açıkça belirtir. Oyalanmak ya da sadece yazmış olmak için çekilmez kendi dünyasına, kendi olabilmek için yazar. Hatta bundan dolayıdır ki şiir yazmak dışında başka bir şey yapma ihtiyacı duymamıştır. “Yazmadığım zamanlarda hemen hemen okumaktan başka olumlu bir şey yapmam, yapamam.” der. Kendi şiirinden “düşüncenin şiiri” diyerek bahseder. Çünkü anlatmak istediği insan zihninin derinliklerindedir. Şiir onun anadili, sevgisiyle beslediği koca bir toprak parçasıdır. Ne şiir ondan, ne de o şiirden vazgeçebilmiştir.

En güzel şiirlerinden “Yüzümü Size Çeviriyorum” da şöyle der:

Yüzümü size çeviriyorum, siz misiniz?

Elimi suya uzatıyorum, siz misiniz?

Siz misiniz, belki de hiç konuşmuyorum.

Belki de kim diye sorsalar beni

Güneşe, çarşıya, kadehe uzatacağım ellerimi

Belki de alıp başımı gideceğim

Biliyorsunuz ya bir ağrısı vardır gitmenin

Nereye ama nereye olursa olsun gitmenin

Hüzünle karışık bir ağrısı.

Şiirlerinde bolca imgeli anlatımlara yer verse de, derdi hiçbir zaman anlaşılamamak değildi, bilhassa daha çok insana ulaşmak ve karışmak niyetindeydi. Zaten “Gülemiyorsun ya, gülmek bir halk gülüyorsa gülmektir.” diyen bir insanın okuyucusundan ayrışmaya çalıştığını düşünmek bir hata olurdu.

Ona 1958’de Yeditepe Şiir Armağanı’nı kazandıran “Yerçekimli Karanfil” şiiri en çok bilinen şiirlerindendir.

Biliyor musun? az az yaşıyorsun içimde

Oysaki seninle güzel olmak var

Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi

Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda

Midemdi, aklımdı şu kadarcık kalıyor.

Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte

Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel

O başkası yok mu? bir yanındakine veriyor

Derken karanfil elden ele..

Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle

Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil

Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk

Birleşiyoruz sessizce.

Onun şiirinden ve hayatından bahsederken aşktan ve sevgiden uzak düşmek mümkün değildir. Dolayısıyla onun Tomris Uyar ile olan birlikteliğinden bahsetmeden geçmemek gerekir. O da arkadaşları Cemal Süreya ve Turgut Uyar gibi aynı kadına tutulmuştur. Öyle ki, her yıl Tomris’in doğum günü olan 15 Mart tarihinde yeni bir şiir yazar ve ona ithaf eder.

Onun için yazdığı şiirlerden birinde şöyle der:

O bir yerler ki diyelim çok uzak olsun

Sen gelmiş gibisindir oralardan, otobüslerden

Yollardan, deniz üstlerinden topladığın gülüşlerle

Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Seni görünce dünyayı dolaşıyor insan sanki.

Bu kadar hayran olduğu ve sevdiği Tomris Uyar ise onun için:

“Sevgililik ya da aşk duygusu zamanla yara alabiliyor, örselenebiliyor, bitebiliyor. Bitmeyen tek aşkın gerçek ve lirik bir dostluk olduğunu Edip Cansever öğretti bana.” der.

Onun bu yalın sevgisi ve dostluğu her şiirinde kendini belli etmenin bir yolunu bulur. Gitgide artar sevgisi ve şiirinin hacmi. Akın akın gider sevdasının peşinden ve en güzel şiirlerini üretir.

Seni unutarak baktığımda bile

Dünyanın her yerlerinden geçiyorsun

Yayılıyorsun kalabalıklara

Yalnız yayılmak mı

Aşkın en büyüğü, en dayanılmazı demeli buna.

 

Özlenirsin, alabildiğine varsın da

Daha da var oluyorsun gün günden

Olgun bir meyva gibi güleceksin zamanla

Bir kadın da değilsin, bir kişi de değilsin

Bir kuş olsa mavilik derdi buna.

Böylesine güzel sevebilen ve herkeste var olmayan bir yetenekle sevgisini böyle güzel anlatabilen bir adama hayran olmamak, dahası onun şiirinden uzak kalmak oldukça güç. Çünkü sevebilmeyi başarmakta zorlandığımız şu günlerde, insanı insan oluşundan ötürü sevebilen ve dahası bıkmadan, usanmadan yazan bir adamın hikâyesi bu. Herhalde böyle bir adama Edip Cansever’den daha güzel bir isim de verilemezdi.

Tarihimiz boyunca hep beraber çektiğimiz onca acı, aldığımız onca yara, her yerimizi bir keder yuvası haline getirdi. Ama bunca acıya ve ıstıraba rağmen içimizden Edip ve diğerleri gibi durmadan seven ve durmadan yazan iyi yürekli insanlar çıktı, çıkmaya da devam edeceğinden hiç kuşkum yok. Çünkü onlar fiyakalı gişe filmlerindeki sahte kahramanlardan değil, halkın içinden doğan, bize bizi anlatan ve güzele koşan insanlar; yani asıl kahramanlar…

Şimdi gökyüzüne, denize dahası dünyaya olan sevgimiz bir mavilik gibi uçsuz bucaksız. Onun şiirleriyle bir mavilik alıp götürse bizi uzaklara hiç sesimiz çıkmaz.

Bu yazı, bana güzelliğin ve sevginin aslında sandığımız kadar uzakta olmadığını anımsatan bu güzel insanlara gönül borcumu ödemek için bir bahane. Yazıyorsak ve dahası üretiyorsak aklımıza bir mavilik takıldığı içindir. Bana ve daha nicelerine maviliği, özgürlüğü öğreten bu güzel insanlara sevgilerle.