Sinema dünya üzerinde şu an için en geçerli sanat. Ve sanatın kalitesi de her zaman tartışmaya açık. Bu tartışmalara son vermek için birçok akademi ve bilirkişi toplulukları söz konusu. Bu topluluklar genelde yılın belli zamanlarında belli bölgelerde toplanıp film gösterimleri ile birlikte senenin en önemli eserlerine ödüller vererek prestijlerini iade ederler. Bu olgunun adı film festivalidir. Film festivalleri de zaman içerisinde kendi içerisinde farklılaşma göstermiştir. Film festivallerinin asıl amacı beğenilen filmlere ödül vermek gibi gözükse de asıl amacı filmleri izleyiciyle buluşturmaktır. Her senenin büyük ya da ödüllü yönetmenleri çıkardıkları eserlerle bu festivallerin ana teması olmalarına rağmen festivallerin amacı bu ana filmlerin yanına iyi ama yeni olan filmleri serpiştirerek sinema izleyicisiyle buluşturmaktır. O yüzden sinemanın gelişmesi ve büyümesi için festivaller çok önemlidir. Festival seçkisine girebilmek için üreten ürettikçe de sektörü ve sinemayı güzelleştiren aileyi büyüten bir olgudur. Türkiye’de de birçok festival mevcut. Her ne kadar şu an o festivaller kendi içlerinde bir evrilme yolunu tercih edip, eski prestijli havasından çok magazinelliği ve bilinirliği tercih etseler de ( evet Antalya’dan bahsediyorum) Adana Altın Koza gibi bir festivalimiz hala var. Yeni yeni yıldızı parlayan Malatya Film Festivali var. Dünyadaki sayılı festivallerden olan İstanbul Film Fesstivali var. Ve bu festivallerin seçkisine girmek için yarışan ciddi sayıda eser de var. Ama Türkiye’de bir festival var ki adını sinema sezonun başlangıç tarihi olan aydan alır. “FİLMEKİMİ”
Film ekimi IKSV bünyesi altında gerçekleşen bir festival. 2002’de ilki düzenlenmiş olan festivalin amacı, malum Türkiye piyasasında birçoğu vizyona dahi giremeyecek bağımsız filmi, sansür mağduru birçok filmi, kalitesini ve rüştünü ispat etmiş birçok filmi Türkiye sinema izleyicisiyle buluşturmak. 2002’den beri her sene büyüyen festival, günümüzde artık benim diyen festivallerin seçkisinden daha zengin bir seçkisi var. İnanılmaz bir seçkiye sahip olan bu festival bu sene ise hiç fire vermeden bütün büyük festival filmlerini Türkiye’ye getiriyor. İlk yıllarında sadece İstanbul’da yapılan festival sonrasında Ankara ve İzmir’e de yayılıyor. 2013 – 2015 yılları arası Bursa ve Gaziantep’e de giden festival daha sonrasında bu şehirlerdeki ilgi azlığından( bu gerçekten beni çıldırtıyor) bu şehirlerden çekildi. Bu sene yine Ankara ve İzmir de olacak olan festivalin yine çok kabarık bir listesi var. Vakti olan herkese öncelikle gidebildikleri kadar çok filme gitmelerini tercih ederim. Üniversite yıllarımda harikulade tecrübeler yaratan bu festivalde öne çıkan filmler dışında kalan harika filmlerle karşılaşmıştım Bunlara örnek olarak o sene Boyhood – Mommy gibi filmlerin öne çıktığı bir seçki de sabah seansında “Whiplash” gibi kült bir eseri ayakta 15 dakika alkışlama şansını bana sunmuştu. Bu festivalin seçkisinin çıtası yüksek olduğu için her filmi seyredebilenlere önerim hepsini izlemeleridir. Ama malum kapital sistemde çalışma şartlarımızın ağırlığında maalesef bazı filmleri kaçıracağız. Bu durumdan muzdarip olanlara bir tavsiye listesi yapmak istedim. Festivalin dikkat çeken filmleri ve öne çıkacak filmlerini sizin için bir derleme yaptım. Sizlere sunmak istedim.
SHOPLİFTERS – ARAKÇILAR – HİROKAZU KOREEDA
“Everybody knows” ile uluslararası film arenasına dâhil olan Koreeda, son film Shoplifters. Önce Münih film festivali en iyi uluslararası film ödülünün ardından ise Cannes’da Altın Palmiyeyi kucakladı. Yönetmen yine kendi tarzında bir aile dramı. Filmin Konusu “ Filmin kahramanları, ufacık bir evde yaşayan ve geçinmek için süpermarketlerden yiyecek çalan bir aile. Sokakta terk edilmiş küçük bir kızı kendilerince evlat edinen aile böylece büyüyor, ancak bu iyilik cezasız kalmıyor. “ 1997’den bu yana Altın Palmiye kazanan ilk Japon olan Koreeda’nın bu filmini listenize ekleyin.
A STAR IS BORN – BİR YILDIZ DOĞUYOR – BRADLEY COOPER
Festivalin en popüler filmi olmaya aday olan filmin yönetmen koltuğunda ünlü Amerikalı aktör Bradley Cooper oturuyor. Ayrıca başrollerini ünlü popçu Lady Gaga ile paylaşan Cooper ilk sinema filmi denemesi de merakla bekleniyor. 1976 yılındaki aynı adlı filmden uyarlanan filmde, Lady Gaga Barbara Streisand’ın yerini alıyor. AHS dizisi ile kamera karşısına geçmeye alışan Gaga’nın ilk film başrol oluşuyla göz kamaştırması da filmi izlemeye değer kılıyor. Filmin konusu ise “Jackson Maine, kariyerinde düşüş gösteren bir müzisyendir. Henüz keşfedilmemiş genç bir yetenek olan Ally ile tanışır ve ikili arasında tutkulu bir aşk başlar. Ally’nin yeteneğinin fark edilmesi için çalışan Jason onu sahnenin büyülü dünyası ile tanıştırır. Kısa süre sonra ise Ally artık ünlü bir müzisyen olmuştur. Kendi kariyerini Ally’nin gölgesinde bırakan Jason, kaybolan ihtişamını geri kazanmaya çalışır. Ama bu sandığı kadar kolay olmayacaktır.”
WE ARE ANIMALS – BİZ HAYVANLAR – JEREMIAH ZAGAR
ABD’li belgesel yönetmeni olarak tanıdığımız ve “ In a Dream” Belgeseli ile Oscar adaylığı kazanmış olan Jeremiah Zagar’ın ilk kurmaca filmi. Konusu “ Biz Hayvanlar, anne-babalarının aşk-nefret ilişkisinde arada kalan üç küçük erkek kardeşi merkezine alan, duygu dolu bir büyüme hikâyesi anlatıyor. İki kardeş, sağı solu belli olmayan babalarının izinde büyürken en küçükleri Jonah, kendine git gide bağımlı kalacağı bir hayal dünyası kuracaktır” olan film bu senenin sürprizlerinden.
CLIMAX – GASPAR NOE
“I Stand Alone‘u beğenmediniz; Irreversible‘den nefret ettiniz; Enter the Void’dan tiksindiniz; Love‘a küfrettiniz. Bir de “ Climax”ı deneyin. “ parolasıyla yayınladığı fragmanla izleyenlerde büyük merak uyandıran Fransız sinemasının çılgın yönetmeni Gaspar Noe’nin yeni filmi. Filmde Rihanna, Diplo gibi isimlerle çalışmış Nina McKennelly’nin koreografisini oluşturduğu danslar eşliğinde bir hikâye sunan Noe’nin Cliamax’ı farklı bir deneyim için muhakkak listeye eklenmeli.
DOGMAN – MATTEO GARRONE
Cannes da Altın Palmiye için yarışan Matteo Garrone’nin son filmi. Bu senenin kendinden en çok bahsettiren filmlerinden olan Dogman’nın konusu “. Dogman’in kahramanı sıradan bir adam: Ufak tefek köpek bakıcısı, “Dogman” Marcello. Kasaba ahalisinin sevgisini hem sempatikliğiyle hem de torbacılıkla kazanan Marcello’nun belalı kokainman, eski boksör Simone’ye yakınlığı, sonunda hayatını alt üst ediyor.” Sert atmosferi ile dikkat çeken film son olarak İtalya’nın bu seneki Oscar aday adayı ilan edildi.
THE MAN WHO KİLLED DON QUİXETO – TERRY GILLIAM
Yapım süreci sürekli sekteye uğrayan ve adeta “ Terry Gilliam’ın aksiliklerle savaşı” na dönüşen film çok uzun bir yapım sürecinin eseri. Terry Gilliam’ın filmi tamamlamak için çabası için bile izlenmeye değer olan film senenin en merakla beklenen filmlerinden. Filmde Adam Driver kendini beğenmiş bir reklam yönetmenini, Jonathan Pryce ise kendini Don Quixote sanan bir adamı canlandırıyor. İkili, yıllar sonra yeniden karşılaşınca acımasız bir Rus oligark, ırkçı bir yapımcı ve eski aşkların da karıştığı, gerçekle hayalin, geçmişle günümüzün buluştuğu çağdaş bir Don Quixote hikâyesinin ortasına düşüyorlar. Kendine has mizahı ve inanılmaz hikâyesiyle bu sene izlenmesi gereken filmlerin başında geliyor.
UNDER THE SILVER LAKE – GÖLÜN ALTINDA – DAVID R. MITCHELL
“It Follows” ile adını duyuran ve büyük bir kitleye sahip olan David R. Mitchell’in yeni filmi. Yönetmenin tabiriyle “Los Angeles denen o karanlık ve çarpık fantezi dünyasını keşfe çıkan” Gölün Altında, amaçsız, takıntılı, ilerleyen yaşına rağmen en büyük başarısı röntgenciliği olan işsiz-güçsüz Sam’i izliyor. Havalı, güzel komşusu Sarah birdenbire ortadan kaybolunca Sam, Los Angeles’ta gezmedik parti, tanışmadık manken bırakmadan onu aramaya koyuluyor.” Olan filmde başrolünde Amerikan sinemasının yükselen değerlerinden Andrew Garfield var.
EVERYBODY KNOWS – HERKES BİLİYOR – ASGHAR FARHADI
“ A Seperation – The Past – The Salesman “ gibi filmlerin yönetmeni, İran sinemasının son yıllarda çıkardığı en büyük değer olan Asghar Farhadi’nin son filmi. Başrollerinde Penelope Cruz ve Javier Bardem’in oynadığı film yönetmenin ilk İspanyolca filmi. İki Oscar sahibi yönetmenin gerilimin tavan yaptığı yeni filmi senenin merakla beklenen filmlerinden.
THE HOUSE THAT JACK BUILT – JACK’İN YAPTIĞI EV – LARS VON TRİER
Lars Von Trier’in Cannes Film Festivali’ne dönüş yaptığı film, şiddet dozajı ve Matt Dillon’un oyunculuğuyla ön plana çıkan film yılın en cesur filmlerinden biri. Kadrosunda Matt Dillon, Uma Thurman , Riley Keough gibi isimleri barındırıyor. Tavrıyla ve duruşuyla nam yapmış olan Trier’in bitmek bilmeyen tartışmalara yol açan yeni eseri “The House That Jack Built “ festivalin öne çıkan filmlerinin başında geliyor.
KINGS – DENİZ GAMZE ERGÜVEN
Festivaldeki tek Türk yönetmen olan Deniz Gamze Ergüven, Mustang ile Oscar adayı olduktan sonra adını duyurması ile Hollywood’da da dikkatleri üzerine çekti. ABD’de çektiği ve yönetmenin ikinci uzun metraj filmi “Kings”’in konusu “Gerçek bir olaydan uyarlanan “Kings”, 1992 yılında Afrikalı kökenli ABD vatandaşı Rodney King’i darp eden polislerin serbest bırakılmasıyla başlayan Los Angeles olaylarını konu ediniyor. Sokak çocuklarına karşı zaafı olan Millie (Halle Berry) çok çalışan yalnız bir annedir. Halihazırda sekiz çocukla birlikte yaşayan Millie bir yenisini daha eve getirir. Serseri bir mayın olarak tanımlanabilecek komşusu Obie (Daniel Craig) ise çoğunlukla Afrikalı Amerikanların, Latinlerin ve Korelilerin yaşadığı mahalledeki tek beyazdır. Irksal gerilim artarken, Millie ve Obie beklenmedik bir ittifak içine girer. Rodney King’i darp eden dört polisin serbest bırakılmasıyla başlayan olaylar sırasında, ikili kaosun hâkim olduğu şehirde Millie’nin çocuklarını sağ salim eve döndürmeye çalışır.” Başrollerinde Halle Berry ve Daniel Craig’in oynadığı film özellikle bizim için özel bir yerde.
GIRL – KIZ – LUKAS DHONT
Bu sene Cannes film festivalinde En iyi film – FIPRESCI – belirli bir bakış ödüllerini alarak dikkatleri üzerine çeken “ Girl” “ 15 yaşında balerin olmaya çalışan trans bir bireyin hikâyesini konu ediniyor.” Klip yönetmeni olan Lukas Dhont’un okuduğu bir haber üzerine çektiği filmin gerçek hikâyeden uyarlanmış olması, hikâyesinin çekiciliği, yönetmenin ilk uzun metraj filmi ve bol ödüllü kaşesi ile festivalin en iddialı yapımlarından biri.
KÜL EN SAF BEYAZDIR – ASH PUREST WHITE – JIA ZHANG-KE
Kalıpları kırarak her filminde sürprizlerle izleyicinin karşısına çıkan sinemacı Jia Zhang-ke’nin Cannes’da yarışan son filmi, Çin’in kapitalist dönüşümünü gangster dünyasında geçen bir aşk trajedisi yoluyla anlatıyor. John Woo ve Johnnie To’nun Çin mafya (jianghu) filmlerinden esinlenen Kül En Saf Beyazdır’ın kahramanı, mafya elemanı Bin’e âşık olan Qiao. Bir çete hesaplaşması sonrasında Qiao hapse düşer. Beş yıl sonra salıverildiğinde her yerde Bin’i arayan Qiao, Çin’de köklü bir değişim gerçekleştiğini anlar. Daha önce Filmekimi’nde Günahın Dokunuşu ve Dağlar Uzaklaştığında filmlerini izlediğimiz yönetmen Zhang-ke, filmini şöyle tarif ediyor: “Toplumun kıyısında yaşayan bir çiftin hikâyesi—kayıp gençliğim ve gelecek hayallerim… Yaşamak, sevmek ve hür olmak…” senin sürprizlerinden olan film şans verilmeyi hak ediyor.
MERAK ETME FAZLA UZAKLAŞAMAZ – DON’T WORRY HE WONT GET ON FAR FOOT – GUS VAN SANT
“MILK” filmi ile tanıdığımız ve Amerikan bağımsız sinemasının önemli yönetmelerinden biri olan Gus Van Sant’ın son filmi. Kadrosunda son dönemde “Joker” filmi ile gündemi meşgul eden zor rollerin adamı Joaquin Phoniex var. Phoenix’e Jonah Hill, Rooney Mara, Udo Kier gibi oyuncuların eşlik ettiği filmin konusu “Trafik kazası sonucu belden aşağısı felçli kalan 21 yaşındaki Callahan, gönülsüzce razı olduğu zorlu rehabilitasyon sürecinde çizim yeteneğini keşfediyor; dünyaca ünlü bir karikatürist olma yolunda bir yandan da alkol bağımlılığını yenmeye çalışıyor.” Gus Van Sant’ın da arkadaşı olan Callahan’ın gerçek hayat hikâyesinden esinlenen film Dünya Prömiyerini Sundance Film Festivalinde yaptı.
MUSEUM – MÜZE – ALFONSO RUIZPALACIOS
25 Aralık 1985’te hırsızlar Meksika Antropoloji Müzesi’ne girdiler ve ülkenin en değerli hazinelerini alıp götürdüler. Bu müze, Meksika’nın en saygın, en bilinir, neredeyse kutsal mekânlarından biriydi. Bu olay, tarihin en büyük müze soygunlarından biriydi. Yetkililerin soyguncuları uzun süre bulamadı, zaten ipucu da yoktu. Yıllar sonra, müzeyi talan edenlerin 30’lu yaşlarında iki veterinerlik fakültesi öğrencisi oldukları anlaşıldı. Alonso Ruizpalacios’un birçok festivalde ödüllendirilen Güeros’tan sonra çektiği ilk film olan Museo, Meksika’nın bu en kötü şöhretli soygununu içeriden bir bakış açısıyla anlatıyor. Filmin senaryosunun yazım sürecinde soyguna bir şekilde bulaşanlarla da görüşmeler gerçekleştirildi. Başrollerden birini üstlenen Gael Garcia Bernal, aynı zamanda filmin yürütücü yapımcılarından. Filmin çekimleri 3 ay boyunca Mexico City, Acapulco ve Palenque’de yapıldı ve Antropoloji Müzesi’nde çekim yapılmasına ilk kez izin verildi.
ROMA – ALFONSO CUARON
Hollywood’un Meksikalı yönetmeni, Children of man – Gravity gibi filmler ile adından söz ettiren Alfonso Cuaron’un son film Roma. Siyah beyaz olarak çektiği film, yönetmenin bugüne kadar yaptığı en kişisel film. “Mexico City’nin orta sınıf ailelerin yaşadığı Roma mahallesindeki bir evde hizmetçi olarak çalışan genç Cleo’yu (Yalitza Aparicio) konu alıyor. Kendisini yetiştiren kadınlara bir sevgi mektubu niteliğindeki filmde Cuarón, kendi çocukluğunu anımsayarak 1970’lerin çalkantılı siyasi ortamındaki sosyal hiyerarşi ve aile içi çatışmaların canlı ve duygusal bir portresini çiziyor.” Venedik film festivalinde altın aslanı alan film bu senenin belki de en ters köşe filmlerinden biri.
THE FAVOURİTE – SARAY’IN GÖZDESİ – YORGO LANTHIMOS
Dogtooth – The lobster – Killing of sacred deer gibi yeni nesil bağımsız sinemanın mihenk taşı filmlerin yönetmeni Lanthimos’un yeni filmi. Prömiyerini yaptığı Venedik Film Festivali’nde ödül kazanan son filmi, yönetmenin önceki filmlerine kıyasla çok farklı, çünkü bir dönem filmi. 18. Yüzyılda geçen filmde Fransa ile savaş sürerken iki soylu kuzen, Marlborough Düşesi Sarah ile akrabası genç Abigail, İngiltere Kraliçesi Anne’in gözdesi olmak için birbirleriyle rekabete girer. Kraliçe Anne’in sağlığı bozulurken iktidar, hırs, aşk ve hasetten güç alan saray entrikaları alıp başını gider. Günümüzün en parlak üç kadın oyuncusunu bir araya getiren The Favourite, The Crown, All About Eve ve hatta Jackie Brown ile karşılaştırılan, yeni bir Lanthimos başyapıtı, Variety dergisine göre “kusursuz kesimli bir pırlanta”.
COLD WAR – SOĞUK SAVAŞ – PAWEL PAWLIKOWSKI
“IDA” ile başta Oscar olmak üzere ödüle doymayan yönetmen Pawel Pawlikowski, yine İkinci Dünya Savaşı’nın küllerine dönüyor. Cannes’da dünya prömiyerini yaparak Pawlikowski’ye En İyi Yönetmen ödülünü kazandıran film, 1950’lerde, Soğuk Savaş sırasında, Stalinist Polonya’dan Berlin’e, Yugoslavya’dan bohem Paris’in gece kulüplerine uzanan, iki müzisyen arasındaki tutkulu aşkı anlatıyor. Zamanda sıçrayarak ilerleyen hikâyesi, melankolik havası, sade, siyah-beyaz görüntüleriyle birbirinden vazgeçemeyen iki âşığın tutkusunu perdeye aktaran filmin en güçlü yönlerinden biri de müzikleri. Caz ve şansonların yanı sıra folk ezgilerini de barındıran filmdeki şarkılar ve aranjmanlar Mazowsze ile avangart piyanist ve besteci Marcin Masecki’ye ait. Cannes film festivalinde en iyi yönetmen ödülünü alan Pawlikowski bir kez daha Oscar’a göz kırpıyor. Film ayrıca Polonya’nın Oscar Aday adayı.
ŞÜPHE – BURNING – LEE CHANG DONG
Yılın en çok beğenilen filmine geldi sıra. “Burning” Film ilk gösterildiği andan itibaren her festivalde dakikalarca ayakta alkışlandı. Cannes jürisinin son dakika manevrası ile altın palmiyeyi kaybetti. Katıldığı her festivalde ödüllere aday gösterildi. Lee Chang Dong’un kült yazar Haruki Murakami’nin kitabından uyarladığı film yılın tartışmasız en merakla beklenen filmi. Öykünün özüne ve Murakami’nin tarzına sadık kalan film, vasıfsız bir genç, âşık olduğu güzel kız ile zengin ve küstah bir adam arasındaki aşk üçgeni ekseninde bir öfke ve saplantı hikâyesi anlatıyor.
SUSPIRIA – LUCA GUADAGNINO
Geçen yılın en gözde filmlerinden “ Call me by your name “ ile Uluslararası sinemada kendini tanıtan Luca Guadagnino’nun yeni filmi Suspiria. 1976 yılı yapımı kült korku filmi Suspiria’yı yeniden uyarlayan yönetmen, filmin dünya prömiyerini Venedik film festivalinde yaptı. 1977 yılında, Berlin’de, dünyaca ünlü bir dans trupuna karanlık güçler musallat olmuştur; dansçılardan bazıları bu güce yenilir, bazılarıysa mücadeleyi seçer. Duyurulduğu ilk andan beri merakla beklenen Suspiria, Tilda Swinton ve Dakota Johnson’lı parlak oyuncu kadrosu, özünü aldığı kült film, sürekli artan huzursuzluk hissi ve benzersiz görselliğiyle uzun süre zihninizi kurcalayacak. Guadagnino’nun “yeniden çevrim değil, orijinal filmin uyandırdığı inanılmaz hisse bir saygı duruşu” olarak tanımladığı yeni Suspiria’nın müzikleri Radiohead’den Thom Yorke tarafından bestelendi, koreografiler ise sinema, tiyatro, moda ve dans alanlarında tanınmış sanatçı Damien Jalet’ye ait. Guadagnino filmin ilk Tarantino ile paylaştığını ve Tarantino’nun ağladığını belirtmesiyle “ Tarantino’yu ağlatan film” olarak lanse edilen film senenin merak edilenlerinden.
LAZZARO FELICE – MUTLU LAZZARO – ALICE ROHRWACHER
Alice Rohrwacher’in Cannes’da ödül kazanan son filmi, günümüz dünyasını mistik öğelerle ele alan bir dostluk hikâyesi anlatıyor. Düz bir zaman çizgisi izlemeyen ve Super16 filmle çekilen Mutlu Lazzaro, filme adını da veren genç çiftçi Lazzaro’yu takip ediyor. Cenneti andıran bir köyde yaşayan iyilik timsali Lazzaro, en yakın arkadaşı asilzade Tancredi’yi aramak için hem mekânı hem de zamanı aşmayı göze alıyor. Cannes’da En İyi Erkek Oyuncu ödülü için adı çokça geçen Adriano Tardiolo, mucizesiz bir aziz kadar masum Lazzaro rolündeki performansıyla öne çıkıyor. The Wonders / Mucizeler filmini 2014 Filmekimi’nde izlediğimiz, İtalya sinemasının yükselen yeteneklerinden Alice Rohrwacher’in insanın ruhuna işleyen filmi, hem tarzı hem de konusuyla Pasolini’nin yapıtlarını anımsatıyor. Katıldığı festivallerden birçok ödülle dönen film, Cannes Film Festivali’nde “ En iyi Senaryo” ve Sinefiller derneği En iyi yönetmen ödüllerinin sahibi olmuştur.
KNİFE+HEART – UN COUTEAU DANS LE COUER – YANN GONZALES
1970’ler estetiği, tutkulu aşklar, saplantılı katiller, bayağılığa kaçmayan bir erotizmle slasher’a göz kırpan bir cinayetler silsilesi… Cruising’i Brian de Palma, Profondo Rosso’yu Bruce LaBruce çekseydi, Kalpteki Bıçak estetiğinde ve atmosferinde bir film çıkardı ortaya. Cannes’da Altın Palmiye için yarışan filmin başkahramanı Anne, âşık olduğu kadını yeniden kazanmaya çalışırken bir yandan da oyuncularını teker teker öldüren seri katilin peşine düşen bir erotik film yönetmeni. Başroldeki Vanessa Paradis’nin müthiş performansı, olağanüstü müzikleri ve hiç düşmeyen temposuyla Kalpteki Bıçak şimdiden bir kuir klasiği olmaya aday.
Sizin için elimden geldiğince ve takip edebildiğimce izlenmesi gereken filmleri sıraladım. Bu sıralama dışında kalan filmler çok değerli filmler olduğuna da eminim. Yazımın başında belirttiğim gibi her film özel bir elekten geçtikten sonra bu seçkiye dâhil oluyorlar. Seçkisini her sene geliştiren ve özelleştiren FİLMEKİMİ ‘ne bir kez daha teşekkür ediyor, Bursa’ya geri dönmesini dört gözle bekliyorum. Bizi ekimde soğuklara terk etmemesi dileğiyle. Saygılar…