Her yürekte bir yuva hasreti, evi bileceği bir yer özlemi, memleketi bileceği insanlar, topraklar hayali tüter. O sığınak geçip gitmiş zamanlarda, artık olmayan mekânlardadır bazen. Binlerce yıllık geçmiş, ne öyküler anlatan taşların ufalanıp dağıldığı gibi savrulur. Yürekte bir acı ezgi, gözlerini kapattığında elini tutan hatıraların tadı. Çocukluğun geçtiği sokaklardaki adımların yankısı bulur insanı, bilmeyen, bilemeyenin içine de çöker, dokunmak ve kavramak ister dağılmış o “taneleri”, kucaklayıp bağrının en derinine basmak onları. Yazının, anlatının köprüsüdür bu, birleştirir, sığınak olur, hasret duyulan kavuşmadır bu.

Bu yıl kaybettiğimiz büyük yazarımız Mıgırdiç Margosyan’ın “Tespih Taneleri” romanı buram buram özlenen bir insanlık yuvası. 2006’da yayınlanan bu romanda yazar bize kendini, geçmişini, büyük bir kısmına aşina olduğumuz, bu topraklarda doğmuş büyümüş herkesin bildiği aile ve kültür ortamını tatlı tatlı aktarıyor. Satırlara sinmiş kaçınılmaz, keskin bir keder bizimle okudukça ama. Kaybettiğimiz, varlığından ne yazık ki haberimiz bile olmayan Anadolu birlikte yaşam güzellikleri soluğuyla doludur sayfalar, üç dilin, hayır, daha fazlasının birlikte, kardeş kardeş kullanıldığı, içlerde o sökülüp atılamayan ayrımcılık kırıntıları olsa da başka bir yerde pek de mümkün olmayan bir enfes mozaik ötesi yaşam. Kendisi Diyarbakır Gavur Mahallesi doğumlu Margosyan, eğitim için İstanbul’a gelmiş, İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünü bitirdikten sonra Üsküdar Surp Haç Tıbrevank Ermeni Lisesi’nde müdürlük, çeşitli gazetelerde yazarlık yapmıştır. Öykü kitabı “Mer Ayt Goğmert” le (Bizim Oralar) Eliz Kavukçuyan Edebiyat Ödülü’nü almıştır. Bu usta değerimiz kendi yaşadıklarını bize aktarırken derin bir gözlem ve büyüsüne kapılıp gittiğimiz diliyle uzak geçmişe, birlikte yaşadığı, yaşantısına dokunmuş insanlara da yer veriyor anlatısında. Öyle sade, içten, kendince anlatır ki çocukluğunu, gençliğini Margosyan, arada kahkahalarla sarsılırız, yaşarır gözlerimiz sonra satırların kederiyle dolup taşarak, nasıl da iç içedir acı ve sevinç.

“Söyle Margos nerelisen?” Margosyan’ın içine işleyen o can alıcı soru. Nerelidir Margos? Babaannesi Saro nenenin gitmeyi yasakladığı, gidilirse sütünü helal etmemekle tehdit ettiği Heredan. Tarhana yapıp turşu kurduğu yıl, işin tuhafı ikisi de kurtlanmıştır. Ardından “kafle”ye çıkılacağı haberi. Kocası asker. Beş küçük çocuğuyla çıktığı “kafle”de hepsini teker teker kaybetmiştir yavrularının, ikisini mucize gibi sonradan bulmuştur, Margos’un babası ve halası. Tarhana ve turşu yapmanın ailelerine uğursuzluk getirdiğine inanmaktadır Saro nene, bu yüzden Margos’un annesi şahane şaraplar yaptığı halde turşuyu başkasından alır. Saro nene. Aklı arada gidip gelmiş, kendi kendine hayatta kalabilmiş, belki de bu yüzden inatçılığı olan bir kadın. Margosyan, yedi kardeştirler, tek odada yaşarlar, yer sofrasında ortadaki yemeğe hep beraber kaşık çalarlar, gece olunca yataklar serilir, yine birlikte uyurlar, yazın damda göğün altında, ayı, yıldızları izleyip rüyalara dalarlar. Baba ya da annenin anlattığı masalları, öyküleri rüyalarına taşır çocuklar.

Eğitim görmeye gittiği İstanbul’da nasıl yaşadıklarını anlattığında pek yadırgar insanlar bunları. O yıllarda İstanbul’da Anadolu’daki Ermeni gençleri için yepyeni bir eğitim fırsatı olacaktır. Başpiskopos’un görevlendirdiği bir rahip şehir şehir dolaşıp ortaokul çağındaki Ermeni gençlerini kendi dillerini de kapsayan üstün bir eğitim verecek olan yeni bir yatılı okula kaydettirmek istemektedir. İnsanların çoğunun pek aklı yatmaz bu işe, o dönemde çoğunluk erkek evladının bir meslek sahibi olup gözünün önünde çoluk çocuğa karışmasını istemektedir, ortaokula giden çocuk bile pek yoktur. Margosyan’ın babası, küçükken sokaklarda kaybolup korkudan altını kirleten, kirli pantolonunu sopaya bayrak gibi asıp ağlaya ağlaya dolaşan Mıgırdiç’i bulduğunda ona “Marco Polo” diyen diş teknisyeni babası çok ileri görüşlü bir insandır. Küçükken okuyamamış, okuma yazma kurslarından sevinçle diplomasını alan bu adam, günde okuduğu iki gazeteyle yetinmemekte, bir üçüncüsünü de almakta, her gün de kahve de “ajans” dinlemeden rahat edememektedir. Jean-Jacques Rousseau’nun “Emile” kitabı başucundadır hep. Bu fırsatın kaçırılmayacağını, gerekirse ortaokulu baştan okuyabileceğini söyler eşinin itirazlarına aldırmadan. Ermenice çok az bilmektedir Mıgırdiç, üç dilde konuşur Ermeniler orada. Gözleri görmeyen Gerebed “dayi” eline tutuşturdukları kahvesini höpürdetirken “teşekkürünü Ermenice, Kürtçe, Türkçe dile getiriyordu.” Burada Saroyan’ın büyükannesi aklına düşüyor insanın, torununun hiç görmediği memleketi Bitlis’i ona anlatırken. Yazarın “Yaşayanlar ve Ölüler” adlı öyküsünde karşımıza çıkar bu üç dilin anlamı:

“Kürtçe, dedi anneannem, kalbin dilidir. Türkçe, müziktir. Bir şarap deresi gibi akar, yumuşak, tatlı, parlak.Bizim dilimiz, diye bağırdı, acının dilidir. Ölümü tattık hep; dilimizde nefretin, acının yükü var.”

Büyüklerin konuşmaları dönüp dolaşıp “kafle”ye gelir hep. Mucizevi şekilde yıllar sonra kavuşan anneler, çocuklar, kardeşler, kuzenler. Hem o günlerine şükrederler hem nasıl kaybolduklarını hatırlayıp acı acı iç çekerler, geri dönmeyen, izi bulunmayan çok kişi vardır, çok. Birbirlerinin ellerini kesinlikle bırakmamalarını tembihlemiştir anneleri, bir tanıdıkları anlatır, ama nasıl bırakılmaz, sökülüp atılmıştır herkes bir tarafa. Kimi bir çeşme başında, kimi kalabalık bir mola yerinin ortasında, sonsuz gibi görünen bir yürüyüşün bilinmez bir durağında, kaybolmuşlardır. Yolda görüp onlara acıyanlar bu çocukları evlerine almış, kimi çobanlık, kimi hizmetçilik yapmış, kimi evlatlık olmuştur. Erkekler sünnet ettirilmiş, beş vakit namaza başlatılmış, isimler illaki değişmiş, kızlar büyüdükçe çarşafa girmiş, peçe takmıştır.

Mıgırdiç için İstanbul çok heyecan verici bir başlangıç olduğu kadar bilinmezlerle dolu bir endişe verici yolculuktur da. Çocuklara hep susmalarını, soru sormamalarını, soru sormanın büyüklere saygısızlık olduğunu öğreten bir sistemin öğütmeye çalıştığı küçüklerdendir o. Oysa her şey büyüklerin işlerine geldiği gibidir ve isyan etmiştir arada Mıgırdiç:

”Valla hakli degılsız. İşıze geldığında çocığlar konışmaz, sori sormaz, işıze gelmedığında eşeg kadar adamsan! E bu Allah’a revadır?”

Kalacağı yere vardığında görüşmesi gereken papazlara, keşişlere karşı oldukça çekingendir. Housep isimli keşiş öyle yakından ilgilenir ki onunla… Karşılaştıklarında ilk sorduğu soru şiiri sevip sevmediğidir. Aklına okulda 23 Nisan’da ezberleyip törende şiiri unuttuğu, çok ağladığı, öğretmeninin ona nasıl kızdığı gelir. Keşiş de Diyarbakırlıdır. Diyarbakır ve şiir, bir bağ vardır arada sanki, biz okurların aklına Ahmed Arif de düşer tabii. Önce Ermenice öğrenmesi gerekir, onların bildiği Ermenice İstanbul Ermenice’sinden çok farklıdır. Gittiği okulda derslerin bir kısmı Ermenice’dir, çok çalışması gerekir. Yatakhaneleri güzeldir, kendileriyle ilgilidir herkes, ama geceleri rüyalarda memleket vardır elbette.

Okula başladığında Ermenicesi hala yeterli değildir. Zulal adlı bir arkadaşı onunla çok ilgilenir. Öğretmenleri Üsküdarlı şair Bedros Turyan’ın “Lıcag”, “Küçük Göl” adlı şiirini ezberleme ödevi vermiştir, Mıgırdiç de anlamadan ezberler şiiri Zulal’le birlikte. Bedros Turyan 21 yaşında veremden ölmüş Romantik bir şairdir. Zulal’le birlikte şairin mezarını da ziyaret ederler. Mezarında “İm Mahı” şiiri kazılıdır, “Ölümüm.” Mıgırdiç, şairin şiirinde “tüm belleklerden anısı silinip yok olursa ‘Ah işte o zaman’ öleceğini söylerken” haklı olduğunu, onu ziyaret ettiklerine göre yaşadığını belirtir bizlere.

Türkiye’de farklı yönlerden esen rüzgarlardan “azınlık” diye adlandırılan kardeşlerimiz çok etkilenmişlerdir ve Zaven Biberyan’ın “Karıncaların Günbatımı” romanında da gördüğümüz gibi, her an yeni kötü olayların olacağı “felaket” beklentisi hep içlerindedir. Kıbrıs’ta meydana gelen olaylar onlar için çok sıkıntılı olur. Korkunç güz olaylarıyla bitişe doğru ilerler kitap, Biberyan’ın eserinde olduğu gibi. Son kalan Ermeni ve Rumlar’ın da artık burada yaşamak istememeleri sonucunu doğuran olaylar. Saroyan’ın eserlerinde de yer bulur “tespih taneleri”. “Kafle”den önce ya da o sırada dünyaya dağılan insanları anlatır bolca Saroyan, memlekete inanılmaz bir sevgi ve hasretle.

Dicle çağıl çağıl akar Margosyan’ın sayfalarında, camileri, kiliseleri, surları, köprüsüyle Diyarbakır, Diyarbekir, Dikranagerd buram buram. Ah Dört Ayaklı Minare. Ne hayaller, hangi umutlar dağıldı gitti boşluğa o korkunç fırtınada bir daha geri dönmemecesine, pırıl pırıl güzellikler keder karanlığına bulandı. Bir iç çekiş yürekten ve dalıp giden gözlerin buğusuyla kitabı kucaklıyoruz, “Tespih Taneleri” bir arada, bağrımızda artık.