“Tanrı’nın emri ile şu tuhaf kahramanlarımla sürüp giden koca hayatı, herkesin görebileceği alay ve kimsenin göremeyeceği gözyaşlarıyla daha ne kadar seyredeceğim?”
Ölü Canlar
“Hepimiz onun paltosundan çıktık,” der Dostoyevski, Gogol için. Rus edebiyatının en büyük yazarlarından biridir Nikolay Vasilyeviç Gogol. Eserlerindeki sert betimlemeleriyle sarsar, olay örgüsündeki gerçeklikle şaşırtır bizi. Okurken birdenbire o sıradan insanların trajikomik hayatlarında buluruz kendimizi. Bazen paltosu eskiyen Akakiy Akakiyeviç olur, amansız kuzey ayazında üşürüz. Bazen de Berber Ivan Jakovleviç’le aynı sofraya oturur, sıcak ekmeğin içinden çıkan kesik burna bakıp dehşete düşeriz.
1809 yılında Kiev’de bir köyde doğdu Gogol. Annesi Polonyalı asil bir aileden gelmekteydi. Babası ise çiftçiydi ve aynı zamanda amatör oyun yazarıydı. Diğer kardeşleri hastalıklar nedeniyle birer birer öldükleri için ailede kalan son erkek çocuktu. Bu nedenle ailenin, özellikle annesinin göz bebeğiydi. 15 yaşında babasını kaybeden Nikolay lisede yatılı okula gönderildiğinde annesinden de ayrıldığı için derin bir mutsuzluğa gömüldü. Zamanının çoğunu ıssız köşelerde, yalnız geçiren bu melankolik çocuğa “gizemli cüce” deniyordu okulda. Amcasının tiyatrosunda babasına yardım ederken tanışmıştı yazının büyülü dünyasıyla ama ilk yazılarını öğrencilik döneminde yazmaya başladı. Daha o yaşlarda fark etmişti insanlar arasındaki eşitsizliği ve bunu yazmayı seçmişti. Zamanın şartlarına göre zengin sayılabilecek bir aileye sahip olan Gogol tatillerini akrabalarına ait köydeki bir çiftlik evinde geçiriyordu. Bu tatiller, soyluların ve köylülerin yaşantılarının her ayrıntısına tanıklık etmesini sağlamıştı. Çiftlikte yaşadıklarını, gözlemlerini sekiz öyküde anlatacak ve bu öyküleri yıllar sonra “Dikanka Yakınlarında Bir Çiftlikte Akşam Toplantıları” adlı bir kitapta toplayacaktı.
Okulu biter bitmez, büyük şair ve yazarların yaşadığı şehir olan Saint Petersburg’a gitti. Özellikle, hayran olduğu Puşkin ile tanışmak, oradaki yazarlar gibi bir hayat yaşamak istiyordu. Ancak hiçbir şey düşündüğü gibi olmadı. Pahalı Saint Petersburg şehrinde Gogol’ü bekleyen izbe bir öğrenci eviydi. Uğradığı düş kırıklığı çocukluğundan bu yana taşıdığı melankolinin sinir hastalığına dönüşmesine sebep oldu. Geçirdiği buhranlar, öğrencilik yıllarından beri çirkin bulduğu ve takıntı haline dönüştürdüğü burnu üzerinde yoğunlaşıyordu. Kendini sosyal hayattan soyutlamasına sebep olan Gogol’un ünlü burnu zaman içerisinde bir simge haline dönüşecek ve “Memur Kovalyev’in bir sabah ansızın kaybolan burnunun” trajikomik öyküsü olan “Burun” doğacaktı…
Gogol, Puşkin, Lermontov
Gogol yaşamını devam ettirebilmek için düzenli maaşı olan küçük bir memuriyet buldu. Ancak bu işi bir yıl devam ettirebildi. Sıkıntı içinde geçirdiği bir yıl ona, yaptığı işten sıkılan ve kendini akıl hastanesinde bulan bir memurun öyküsünü anlattığı “Bir Delinin Hatıra Defteri”ni yazdırdı. Bu dönemde geçirdiği sıkıntılı günlerin tek güzel yanı ise şehrin entelektüelleriyle, özellikle de hayranlık duyduğu Puşkin ile tanışmasıydı. Puşkin için “O bizim peygamberimizdir,” diyor, onun fikrini almadan yazılarını yazmıyordu. Her eserinin ilk okuyucusu Puşkin’di.
Gogol toplumsal çarpıklıkları açıkça ortaya sermekten çekinmiyor, varsıl kesimlerle ilişkilerinde hep yenik düşen insanların öykülerini zaman zaman öfkeye varan bir şekilde anlatıyordu. Bunu da Gogol’ü, Gogol yapan sivri, iğneleyici diliyle yapıyordu. Onu “Rus edebiyatında gerçekçilik akımının manevi babası” yapan bu gerçekçi anlatım edebiyat çevrelerince hayranlıkla karşılanırken bazı çevreleri, özellikle egemen güçleri rahatsız ediyordu.
Bürokrasideki yozlaşmayı, kolluk güçlerinin zorbalığını yergiye varan mizahi dille anlatan “Müfettiş”’ oyununu yazdığında tüm şimşekleri üzerine çekti. Çarlık Rusyası sansür kurulundan geçemeyen oyun ancak bazı bölümlerinin çıkarılması ile sahnelenebildi. Ama bu düzeltme onu, özellikle bürokratların tepkisinden kurtaramadı. Müthiş bir baskıyla karşı karşıya kalan Gogol çok sevdiği Rusya’yı terk etmek zorunda kalarak Roma’ya gitti. Burada ünlü öyküsü “Palto” yu yazarken bir yandan da Puşkin’in önerisi ile en önemli yapıtı olacak “Ölü Canlar”ı yazmaya başlamıştı. Ancak onu derinden sarsan bir ölüm haberi aldı. Ustası, koruyucusu, can dostu Puşkin bir düelloda ölmüştü. Gogol bu haberle ağır bir bunalıma sürüklendi. Buna rağmen çaba göstererek Ölü Canlar’ı bitirdi. Bu romanla ünü de büyüdü. Ancak Gogol romandan hoşnut değildi. Çünkü dönemin çürümüşlüğünü tüm gerçekçiliğiyle gözler önüne seren Ölü Canlar, Rusya’nın sadece karanlık ve kötü yanlarını gösteriyordu. Oysa Gogol bu romanın Odysseia gibi bir destan olmasını istiyor, ikinci ve üçüncü ciltlerinde Rus toplumunun iyi yönlerini de anlatmak ve onları bu destan ile daha iyiye, aydınlığa taşıyacak yolları göstermek istiyordu. İstediğini gerçekleştiremedi. Sonraki yıllarda romanın ikinci cildini yakacak, bir kez daha yazacak, onların da bir bölümünü yok edecekti. Bu nedenle günümüze ikinci cildin Gogol’ün evinde bulunan parçaları ulaşabildi.
Gogol Rusya’yı çok seviyordu ve yurt hasreti çekmeye başlamıştı. Daha fazla dayanamadı ve ülkesine döndü. Ancak dönüşü kötü bir döneme rastlamıştı. Dönem aydınlar ve halk üzerinde büyük baskılar uygulanan karanlık Nikolay dönemiydi. Her türlü yeniliğe kuşkuyla bakılıyor, Rus halkı aşırı milliyetçiliğe ve karanlığa teslim ediliyordu. İşte o karanlık günlerde Gogol’un en önemli öyküsü olan “Palto” yayımlandı. Sıradan insanların yaşadıkları yoksulluğu, maruz kaldıkları haksızlıkları sarsıcı bir üslupla gözler önüne seren “Palto” fırtınalar kopardı. Gogol halkını hakir görmekle, Rus insanını kötü göstermekle, vatana ihanetle suçlandı. O ise, amacının halkını aşağılamak değil, onları bu hale getiren düzenin çürümüşlüğünü onlara göstermek olduğunu anlatmaya çalıştı ama başarılı olamadı. Bu olaylar, zaten hasta olan Gogol”un daha ağır sarsıntılar geçirmesine neden oldu. Gogol yazmayı bıraktı ve kendini dine verdi. Daha önce sert dille eleştirdiği kiliseyi övüyor, tanrıdan bağışlanma diliyordu. Gogol’ün bu davranışları hayranlarının ve dostlarının tepkisine neden oldu. Gogol, hacı olmak için kutsal topraklara Kudüs’e gitti. Orada sabahlara kadar mezar taşlarının üzerinde ağlaması, hastalığının artık onu iyice esir aldığının göstergesiydi.
Kudüsten döndüğünde yarı şizofren ruh halindeyken bir papazın önerisi ile yıllarca üzerinde çalıştığı Ölü Canlar’ın ikinci cildini kendi elleriyle yaktı. Yazdıklarından hoşnut değildi.Çünkü Gogol gerçekçi bir yazardı ve dünyada çok fazla kötülük vardı. Görmek istediği iyiyi bir türlü göremiyor, göremediği bir şeyi de yazamıyordu. Gogol’ün daha fazla dayanamadığı gerçeklerden kaçmak için sığındığı limandı din. Ancak bu liman onun sonu olacaktı. Dine tutkuyla bağlanmak, dünya ile bağlarını koparmak ondaki paranoya ve şizofreniyi arttırdı. İbadet amacıyla tuttuğu katı bir oruç bedeninde yıkıma sebep oldu. İki yıl tedavi görmesine rağmen tam olarak iyileşemedi. Dokuz gün süren bir hastalık nöbeti sonrasında kırk üç yaşında veda etti yaşama. On yıl süren kısa yazarlığından geriye yüzyıllarca yaşayacak başyapıtlar kaldı.
“İki kumru yavrusu sana gösterecek kaskatı kesilmiş cesedimi. Ve onların acı ötüşleri sana anlatacak. Benim, gözyaşlarımla boğularak öldüğümü…”
Ölü Canlar
Felsefe mezunu, Türk Dili ve Edebiyatı öğrencisi.
Resim yapan, amatör olarak tiyatroyla uğraşan, sanata ve doğaya tutkun kendi halinde bir yazar.