“Parçanın ahengi, bütünün ahengi. Bütün parçada parça bütünde ve ötekine tek borcumuz sevgi. Tanrı hepimizi tek bir sevgiden yaratmış. Bilim o sevgiye ulaşmaya çalışıyor din aslında o sevgiyi anlatıyor ve tüm insanlık farklı kutuplarda aynı sevgiyi bulmak için didişip duruyor.”

Ben Söylemem Sen Anla! , Dilsiz Annelerin Sessiz Çocukları öykü kitaplarının güçlü kalemi Ayşegül Kocabıçak ile Run Gülüzar Run adlı romanından sonra geçtiğimiz ay İthaki Yayınları’ndan çıkan yeni romanı Keşke Koleksiyoncusu üzerinden, Hallâc-ı Mansûr’dan Freud’a, evden Mezopotamya’ya, aşktan kadın mücadelesine birçok şeyden konuştuk.

2014’te çıkan ilk kitabınızdan bu yana birçok türde kıymetli eserler verdiniz. Deneme, öykü ve roman. Sizce edebî türler arasında keskin çizgiler var mı? Hangisini yazarken kendinizi daha konforlu hissediyorsunuz?

Sanatın tüm dalları insanın kendini anlatma derdine derman olan farklı tedavi yöntemleri bence. Edebiyat türleri de bu amaca hizmet ediyor ve kesin ya da keskin çizgilerle ayırmak, etiketlemek bana göre değil. Kendimi sınırlamıyorum. Hep aynı türde yazan, tarzından ödün vermeyen, çizgisini bozmayan yazarlara özendiğim zamanlar çok oldu ama ben öyle biri değilim. Aklım da kalbim de kalemim de söz dinlemeden içinden geldiği gibi benim dışımda ilerliyor. Yazdığım her tür, yazıldığı an içinde kıymetli. Çünkü her birinin benim gönlümde farklı anlamları var. Farklı dönemlerde, farklı duygulanımlarıma şahitlikleri var. Yazmak hiçbir zaman konforlu olmadı benim için. Ne yazarsam yazayım başından sonuna sancılı ve tedirgin edici ama bir o kadar da keyifli. Kürdanla diş kanatmak gibi! Yazarken ayrı, yayınevine gidince ayrı, okura ulaşınca ayrı sancılarım tutsa da içimde birikenleri kâğıda dökmeden duramıyorum, hepsi bu.

Kahramanımız Dicle zaman zaman mitolojik hikâyeler de anlatıyor okura. Şiir, destan, tragedya olarak hayatımıza giren, ortaya çıktığı zamandan bu yana toplumsal yaşamı düzenleyen, yönlendiren mitolojik hikâyeleri sizce verilmiş ilk edebiyat eserleri olarak da düşünebiliriz miyiz?

Mit ya da mithos dediğimizde “söylenen ya da duyulan söz” demiş oluyoruz aslında. Söze dökülen ve tekrar edilen her tür kendi içinde edebî bir eserdir. Kadim çağların tabiat olayları, doğum ve ölüm hadiseleri, dünyanın yaratılışı ve sonu, tanrı ve insan ilişkisi, büyük kahramanlıklar üzerine oluşturulan olağanüstü olaylarla örülü hikâyeleri olan mitolojik anlatılar, hemen her devirde sanat ve edebiyat eserlerinde kullanılmışlardır. Odysseia, İlyada, Manas, Oğuz Kağan, Şehname vs. eserlerin temel özelliği birer mit olmalarıdır. Buradan bakınca her mit bir edebî eserdir diyebiliriz sanırım.

Hallâc-ı Mansûr’un, Mevlana’nın öğretilerinin de izlerini sürüyoruz Keşke Koleksiyoncusu’nda. Kuantum fiziğindeki tüm deneyler ve varılan sonuçlar Hallâc’ın bin küsur sene önce anlatmaya çalıştığı şeylerin bilimsel kanıtı gibi. Toplumsal olarak çoğu zaman bazı ezberlerimiz var özellikle çocukken bize anlatılan ya da öğretilen her şeyi doğru kabul edip sonrasında da sorgulamamak gibi. Kutsal olan da bir tabu mu ülkede, kökenine inip ne olduğunu anlamaya çalışmak yerine ezberi mi tercih ediyoruz?

Kuantum fiziği üzerine okuyup düşünmek çok uzun zamandır devam eden bir uğraş benim için. Son dönem moda olan newage-spiritüel akım veya felsefe tarzına malzeme olan yüzeysel, moda olan kuantum kısmı değil de gerçek saf haliyle, bilim haliyle atom altı dünyayı anlatan kuantum fiziğinin ilkelerini uzun uzadıya tek tek incelediğinizde bir süre sonra sizi yaşadığınız dünyadan alıp başka bir âleme götürüyor.

Şöyle küçük bir örnek vereyim ki bunu herkes biliyor. Bir atomun %99.9999’u boşluk! Boşluk demek en basiti. Bilim adamları bu boşluğa enformasyon diyor, ben saf sevgi diyorum ama asıl konu ne dediğimiz değil. Asıl konu madde dediğimiz her şeyin %99.9999’unun boşluk olduğunu bildiğimiz halde neden hâlâ %0.0001’lik maddeye bağlanıyoruz? Hepimiz, tüm evren, gözümüzün gördüğü her şeyin %99.9999’u boş ya da bizim bilmediğimiz başka bir şeyle kaplı ve o boşlukta bizi birbirimize bağlayan kendimizle birlikte tüm evreni tek bir dengeye getiren bir alan var. Var olduğumuz alan başka, görünen maddemiz başka ama aslımız aynı ve her birimiz farklıyız. Kuantum fiziği anlayabildiğimiz kadarıyla (çünkü henüz tam olarak anlayabilmiş kimse yok) bu konularla ilgileniyor. Hallâc-ı Mansur da diyor ki,  “Kâinatın içinde bir zerre noktacık. Noktanın içinde, nokta onun içinde.
Hem kâinatın içinde hem kâinat onun içinde. O’ndan ama o değil.”  Bu bir kuantum tanımı!

Sonuç olarak kendi kişisel deneyimim ve araştırmalarım bana gösterdi ki, kuantum fiziği ve “gerçek tasavvuf ilmi” iki farklı pakette sunulmuş aynı hediye aslında. Ve evet bize öğretilen, madde madde ezberletilen veya dikte edilen her şeyi sorgulayıp üzerine düşünmek ve kendi doğrularımızı bulmamız gerek.

Keşke Koleksiyoncusu’nda bizi anlatılan hikâye ile iki nehir Dicle ve Fırat arasında ilk çağda, medeniyetin ilk doğduğu bölgelerden birinde -Mezopotamya’da- gezdiriyor. İlk toprağın işlendiği, ilk tekerleğin bulunduğu, ilk fırınların işletildiği, yazının icat edildiği, ilk felsefe ve matematiğin kullanıldığı, ilk krallıkların doğduğu bölgede. Harvey’e göre mekân, varlık bilimsel (ontolojik) bir kategori değil, insanı biçimlendiren ve onun tarafından biçimlendirilen toplumsal bir boyuttur da aynı zamanda. Siz ne dersiniz? Hikâyeyi bu topraklar ve bu isimler üzerinden kurgulamanızın temel aktarımı üzerine ne söylemek istersiniz?

Dürüst olmak gerekirse ilk başta bu kadar derin düşünmemiştim. Sadece Fırat’ın mitolojide erkek, Dicle’nin kadın olarak yer alması ve birbirlerinden ayrı ama birbirine paralel akmaları ilgimi çekiyordu. Bu, beni çok etkiliyordu ve zaman zaman üzerinde düşünüyordum. Tren rayı gibi iki nehir, muhteşem! Hele sonları! İşte asıl hikâye bu akışla başladı.

Bilgelik tanrıçası Athena, resimlerde ona eşlik eden bir baykuşla tasvir edilir. Bundan dolayı baykuşun zekâyla güçlü bir ilişkisi olduğuna inanılır ve yine birçok dinde tanrıların bir elçisi olarak kabul edilir. Fiziksel özellikleri nedeniyle son derece hassas kulaklarının yanında gözlerinin öne doğru olması nedeniyle dürbün görüşüne sahiptirler yani bir nesneyi aynı anda iki gözleri ile görebilirler. Bize biraz Keşke Koleksiyoncusu’nun baykuşundan, onun seçiliş nedeninden söz eder misiniz?

Romana başladığımda kafamda sadece Dicle ve Fırat Nehirleri vardı ama sonra karakterlerin duygu durumlarını ve hayata bakışlarını ve hayatta karşılaştıkları durumların alt metinleri öyle dolu dolu önüme döküldü ki hepsini tek tek kişiler üzerinden anlatmak yerine bu işi yapabilecek kadar bilge ve hâkim bir başka karakter oluşturmak zorunda kaldım. Baykuşların Afrika ve Avustralya aborjinlerinin kültüründe sırların habercisi ve şifacıların refakatçisi olması beni çok etkiledi. Böylece baykuş karakteri üzerinden hikâyenin alt metnini anlatmak bana çok doğru geldi.

“Bazı anlar, bazı karşılaşmalar tesadüf değildi. Varoluşlarımızın da tesadüf olmadığı gibi.” Bilge Baykuş bize bu ve benzer cümleleri ile kâinatta tesadüf yoktur tevafuk vardır mı diyor? Siz de aynı fikirde misiniz?

Çok basit bir örnekle atomun yapısıyla güneş sisteminin yapısını incelerseniz aradaki tevafuku görebilirsiniz. Elektronların ve gezegenlerin işlevleri farklı olsa da sistem olarak birbirine çok benzer. Evrene bu gözle bakarsanız buna benzer birçok örnekle karşılaşırsınız. Gelişigüzel gibi duran parçalar aslında bir bütünün tamamlayıcı parçalarıdır. Her maddenin bir anti maddesi vardır, bütün parçalar birbiriyle bağlı ve dolanıktır. Sonsuz olasılıklarla dolu bilinmezler diyarı gibi görünen evrende var olan her şeyin birbiriyle uyumlu bir dengesi, duruşu ve döngüsü vardır. Başkaları buna tesadüf diyebilir ama bana göre tevafuktur.

Dicle’nin sorusunu ben de size sormak istiyorum. “Ev nedir ki? Bir evi ev yapan içindekiler mi? Eşyalar mı? O evde beraber yaşadığın insanlar mı?” Hatta dahası dünya da kocaman bir ev midir?

İnsan vücudu milyarlarca virüs ve bakteriye ev sahibidir, dünya bizim evimizdir, evren dünyamızın evidir ve evrenimizin evi kim bilir nasıl bir âlemdir. “Evim mabedimdir!” diye bir reklam cümlesi vardı sanırım, benim için de evim mabedimdir. İçinde ben olduğum, özüme döndüğüm, kendimle kalabildiğim tek yer evimdir. Bir evi ev yapan ise onun içindekilere hissettirdiği duygudur. O eve seni bağlayan şey ne ise ev odur. Bazen eşya, bazen huzur, bazen içindeki insanlar. Bu kişiye ve isteklerine göre değişir. Benim için huzurdur, özdür, içtir, özeldir.

Bugün şiddete maruz kalan kadınlar tıpkı Dicle’nin annesi gibi babalarına direnemeyen annelerin kızları mı? Gücümüzde, güçsüzlüğümüz de küçüklüğümüzle birlikte aileden mi geliyor? Bunu değiştirmek mümkün mü? Mümkün ise nasıl?

Alice Miller diyor ki “Herkesin kimseyi sokmadığı bir arka bahçesi vardır, içinde çocukluğundan izlerin bulunduğu. O bahçeye girebilenler yalnızca kişinin kendi çocuklarıdır.” Aile böyle bir şey. Hepimiz ailemizden aldığımız kodlarla büyüyüp en doğru bilgilerle büyüyoruz zannediyoruz ta ki öğrendiklerimizle yaşadıklarımız çatışana dek. Sonrası kişinin bilgi, bilinç ve mücadele durumuna göre değişiyor. Kimi Rebil gibi doğrum budur deyip burnunun dikine gidiyor, kimi Hicran gibi pes edip hayat boyu mağdur oluyor, çok azımız ise Dicle gibi gerçeklerle yüzleşip yanlış kodları düzeltmek için çabalıyor. Benim için hayatta her şey mümkün, yeter ki farkındalığımızı kullanmayı öğrenelim. Hayata karşı değil, hayata rağmen değil, hayatın akışı içinde kalarak ve kendimizi kapatmadan, en iyi versiyonumuzu yaşamanın yollarını deneyelim.

Kişiliğin nasıl oluştuğu konusunda Freud deterministtik bir anlayışla yaşamın erken dönemindeki deneyimlerimizin öneminin üstünde durur. Ruhsal determinizm, tüm davranışsal ve zihinsel belirtilerin bu ilk tecrübeler tarafından belirlendiğini varsayan bir ilkedir ona göre. Buradan yola çıkarak birey, mekanizmaları kullanarak kendisi için bir imaj oluşturur ve kabul edilebilir olan bir sosyal imajı sürdürür. Bilge Baykuş da benzer bir konuya değiniyor kitapta “Olduğunuzu sandığımız şey,’’ diyor. Bugün, sanal mecraların da etkisiyle ne, kim olduğumuza bizden çok başkaları mı karar veriyor sizce?

Olduğumuzu sandığımız şey yani bize çevremiz tarafından yüklenen “sahte kimliğimiz” eskiden sadece ailemiz ve yakın çevremiz tarafından oluşturulurdu ama şimdi sosyal medya var. Bize neyi yapıp neyi yapmamamızı o öğretiyor. Dış görünüşümüze karar veriyor, hoşlandığımız şeyleri belirliyor, durduk yere hiç tanımadığımız insanlara düşman bile ediyor ve beynimizi sürekli olarak gereksiz bilgilerle dolduruyor. Böylece farklı duygu ve düşünce şekilleri geliştiriyoruz, bu da bir süre sonra bizim karakterimiz ve kimliğimiz oluyor. Sahte kimliklerimiz yüzünden içsel kimliğimize ulaşamıyoruz.

Keşke Koleksiyoncusu, Fırat ve Dicle’nin hikâyesi aracılığı ile bizimle pek çok sanatçının ve onların film, müzik, kitap gibi eserlerinin isimlerini de paylaşıyor. Bu vesile ile de okurları için yeni kapılar açıyor. Bunlardan biri de otobiyografiyle kurmacanın, sinema ile edebiyatın, şiir ile matematiğin ve fiziğin iç içe geçtiği “Almodovar Teoremi”. Şiir ve Rumî sevgisini de bildiğimiz Casas Ros; yüzün, şeklin, görünüşün her şey olduğu bir dünyada, bize “çirkinliği güzelliğe çeviren bakışın gücü”nü anlatıyor. Ne dersiniz pandemi süreci tecrübelerimizi de hesaba katarak soruyorum insanoğlu diğerini anlamayı becerebilecek mi?

“Yeterince uzun süre baktığımız şeyden nefret edemeyiz, onu küçük göremeyiz. Günümüzde bütün şiddet ve politik rezalet kimsenin kimseye bakmamasından kaynaklanıyor. Mesafeler derinleşiyor, çatlaklar içine savaş ve yıkımın girdiği uçurumlara dönüşüyor.” diyor Ros. Bence de artık kimse kimseye yeterince uzun süre bakmıyor. Pandeminin ilk aylarında kendimce ümitlenmiştim aslında. İnsanlar eve kapanıp yalnız kaldıklarında düşünecekler, dinginleşecekler, kendi hesaplaşmalarını yapacaklar, birbirlerine ve dünyaya farklı gözlerle bakacaklar diye düşünüp umutlandığım anlar çok oldu ama sekiz aylık sürenin sonunda izlediğimiz haberler ve sosyal medyanın hâline baktığımızda yine başaramadık.

Egolarımız öyle güçlü ki, öylesine kendimize (görüşümüze, görünüşümüze, ait olduğumuz gruba, inandığımız dine vs.) bağlıyız ki karşı tarafı anlamaya çalışmamız değil, duymamız bile mümkün değil. Oysa acıyarak, kızarak, küçümseyerek ya da kıskanarak baktığımız her durumda o duyguyu yaşayan biz değiliz, egomuz. Egolarımızdan kurtulabildiğimiz noktada ben dediğimiz şeyin karşımızdakiyle aynı olduğunu görebiliriz ama bunun için tüm yargı duygularından arınıp baktığımız her şeyin bizim bir parçamız ve aynamız olduğunu fark etmemiz gerekir. Anlaşılmayı beklemek yerine sevgiyle ve sabırla anlamaya çalışsak ne güzel olurdu.

“Dünyanın iki farklı ucunda dahi olsalar, ayrı dinden, ayrı milletten, ayrı dillerde konuşan insanlar bile olsalar, er ya da geç bulurlar birbirlerini ve ilk bakışta tanırlar,” diyor Keşke Koleksiyoncusu. Çocukluktan gençliğe, oradan yetişkinliğe birbirine duygularını yıllarca en çok da gelenek, görenek, mahalle baskısı nedeniyle açamamış iki insanın aşkına ve yaşam yolculuklarına tanıklık ediyoruz romanda. Aşkın değiştirip dönüştüreceğine tüm zorluklarla baş edebileceğine inanıyor musunuz? Orada da erk karşısında kadının hep daha çok mücadele etmesi gerekmiyor mu?

Benim için dünyada iki tane muhteşem duygu var. Biri aşk, diğeri annelik. İkisi de son derece patolojik, anlaşılmaz, büyük ve çok güzel. Aşk kesinlikle dönüştürücü ve geliştirici bir duygu. Bir defa gerçekten âşık olmuş biri, bir daha asla eskisi gibi olmaz, net! Ama gerçekçi olmak gerekirse bizim buralarda aşk tüm engelleri yok edemez. Çünkü karşımıza töreler çıkar, tabular çıkar, mahalle çıkar, erk çıkar, çıkar da çıkar. Kadın olmak, âşık kadın olmaya göre daha kolaydır ama âşık bir kadın, âşık bir erkekten çok daha cesur, mücadeleci ve gözü pek davranabilir. Erkekler aşkı sahip olmak sanır, kadın âşık olur.

Keşke ……….   ile başlayan cümlemi siz tamamlar mısınız?

Keşke tüm canlılar eşit haklara sahip olsa… Aklıma ilk bu geldi.