“Artık ayrılmak zamanı geldi, yolumuza gidelim: ben ölmeye, siz yaşamaya. Hangisi daha iyi? Bunu Tanrı’dan başka kimse bilemez”(1).
Bugünden neredeyse yirmi beş asır önce, antik Atina kentinde Sokrates isimli bir bilge yaşamış ve ölmüştü. Şimdiki zamanlarda elimizde Sokrates’in nasıl yaşadığı ile ilgilenen pek çok anlatı ve daha doğrusu methiye var ve bu anlatıların neredeyse tamamı, onun ne kadar bilgece ve ne kadar erdemli bir yaşam sürdüğünü vurguluyor – yine de buna itiraz etmek için çok geç kalmış sayılmayız. Fakat benim burada odaklanacağım asıl şey, bu Atinalı “çirkin bilge”nin nasıl yaşadığı değil, nasıl öldüğü olacak. Sokrates neden ve nasıl ölmüştü ve dahası bu ölümün felsefî ve tarihsel anlamı neydi? Yetmişini aşkın Sokrates, kentin tanrılarını tanımamak, yerlerine yeni tanrılar koymak ve gençlerin ahlakını bozarak onları yoldan çıkarmak gibi suçlamalar sonucu mahkemeye çıkarılmış, mahkemede kendisine yöneltilmiş olan eski ve yeni bütün suçlamalara yanıt vermiş, kendi ölümünün kentin utanç vesilesi olacağını söylemiş fakat tüm bunlara rağmen ölüm hükmünden kurtulamamıştı. Atina yasalarına göre Apollon onuruna Atina’dan kalkan elçi gemisi kente dönene kadar ölüm cezaları infaz edilemeyeceği ve Sokrates’in mahkemesinden kısa bir süre önce hareket eden elçi gemisinin gelmesine daha haftalar olduğu için, Sokrates daha sonra infaz edilmek üzere zindana atılmıştı; ve bu sırada ise sadık arkadaşlarından ve öğrencilerinden birisi olan Kriton onu kaçırıp başka bir kente götürmeyi teklif etmişti. Sokrates Kriton’un tüm ısrarlarına rağmen kaçmayı reddetmiş ve ölümüne razı olmuştu (2). Çünkü kaçarak kentin yasalarını tanımayan bir yurttaş olarak anılacağına ve yasaların varlığının kendi varlığından daha önemli olduğuna inanmış ve onu kaçırmayı teklif eden arkadaşını da buna ikna etmeyi çalışmıştı. Ayrıca eğer kaçsaydı, eskiden söylemiş olduğu sözleri, yani kendi felsefesini yadsıyacağını düşünmüştü. Buradan bakılınca; yasaları tanımamaktansa, kendi felsefesini yadsımaktansa, kendi yurdundan uzak, sefilce bir sürgün hayatı yaşamaktansa, Sokrates ölümü yeğlemiş gözükmüştü. Nihayet elçi gemisi Atina’ya varınca, Sokrates için de baldıran zehrini içme vakti gelip çatmıştı. Kendinden emin, telaşsız, neredeyse memnun bir tavırla zehri yudumlayan Sokrates, ona sadık öğrencilerinin ve dostlarının, Platon’un, Kritos’un huzurunda ölümüne ermişti.
Gelgelelim bu hikâyenin ayrıntılarında gizlenmiş şekilde, Sokrates’in “seve seve” ölüme gidişinde açığa çıkan, ölüm meselesine dair söylenebilecek birkaç şey olduğu görülüyor. Öncelikle Sokrates’in kesin bir ölüme inancının olmaması, yani bedeni gelip geçici, ruhu ise kalıcı, ölümsüz olarak tasarlaması, onun gönül ferahlığı ile ölüme gitmesine olanak tanıyordu. Ölüm düşüncesi Sokrates’i pek fazla rahatsız etmiyordu, ölüm cezasından kaçmayı aslında asla düşünmemişti; çünkü bunu bir son olarak görmüyor, aksine yeni bir başlangıç olarak tasarlıyordu. Bu inanışın yanısıra Sokrates, eğer ki zindandan kaçarsa, trajik kahraman olmaktansa birkaç sene fazladan yaşamayı seçmiş olacağından, bu onun için pek de kârlı bir iş değildi. Kurnaz bilge, böylesi bir ölümün kendisi için bulunmaz bir nimet olduğunu elbette hemen keşfetmişti. Hatta bununla yetinmeyip, yaşamının son günlerini de “doğruluk” söylevleri ile süsleyerek tarihsel konumunu epeyi sağlamlaştırmayı da ihmal etmemişti. Sokrates’in ayağına, bütün felsefesini ölümden kaçmayarak vereceği tek bir sınavla tarihselleştirme fırsatı gelmişti ki kabul etmek gerekse o, bu fırsatı elinin tersiyle geri çevirecek kadar aptal değildi. Ne de olsa yaşayacağını yaşamış, göreceğini görmüştü; birkaç sene daha fazladan yaşasa, onun yanına kâr değildi. Bu ölüme ilişkin esas problem ise, Sokrates’in ruhu yüceltirken ve onurlandırırken, “bedenin horgörülüşünü” (3) sistematize etmesiydi. Sokrates’in ölüme yaklaşımı her ne kadar gönül okşayıcı görünse de, bedeni aşağı ve bayağı bir şey olarak tasarlayan bu düşünüş, belki ileride açığa çıkacak olan bazı yanılsamalara da neden olacaktı.
Dipnotlar:
(1) Ölüme gitmeden önceki son sözleri.
(2) Kriton’nun sözcülüğünde, arkadaşları ve öğrencilerinden Sokrates’e gelen kaçırılma teklifi ve Sokrates’in bu teklife verdiği cevaplar, Platon’un Kriton diyaloğunda mevcuttur. Türkçede: Say Yayınları, 2017.
(3) Sokratesçi felsefeye yöneltilmiş bu eleştirinin asıl kaynağı ise Friedrich Nietzsche’dir. Bedenin aşağılanması, küçümsenmesi ve hor görülmesi meselesi, Nietzschean eleştirinin ilk odaklarından birisidir. Nietzsche’nin eleştirilerini kendisinden dinlemek için, bakınız: Böyle Buyurdu Zerdüşt eseri.
Hamza Celâleddin, 1991’de Konya’da dünyaya geldi. 2013’te Süleyman Demirel Üniversitesi Felsefe bölümünden mezun oldu ve 2014’te Konya Üniversitesi Felsefe bölümünde yüksek lisans programına başladı. 2017’de Katil Nietzsche Asker Kant, 2018’de Dehşetli Peygamber Zarif Cellat, 2019’da Nietzsche’nin Altı Günü eserleriyle birlikte; Destek Yayınları felsefe serisi için Albert Camus, Søren Kierkegaard ve Jean-Paul Sartre derlemelerini kaleme aldı. Son olarak ise Fihrist Kitap’tan Bir Otto Weininger Kritiği isimli kitabı yayınlandı. 2014’ten itibaren pek çok dergi ve online gazetede yazıları yayınlandı ve 2017-2019 yılları arasında Düşünbil Felsefe Dergisi editörlüğünü yaptı. 2019 yılından itibaren ise kendi dergisi, Henidik Felsefe ve Filoloji Dergisi’ni çıkarmaya başladı. Ayrıca bir süredir tiyatro sahnesinde Felsefe Konuşmaları yapmaktadır.