“Sinekler,” dedi, “giremezmiş. Öyle yazıyor kapı ağzında.” “Kime ne,” dedim, “sen sinekler de girebilir yazılı bir tabela gördün mü hiç?” Bir şeyler vızıldadı. Sustu. Arkamdaki kalabalığa döndüm. Hepsi kararlı bakışlarla kanatlarını çırpmaya hazır bekliyorlardı. Havalandım. Ardımda siyah kocaman bir lekeyle kapı aralığından içeri süzüldüm. Evet, yukarıdan bakıldığında koca bir lekeydik biz iki kanatlılar. Etrafa hücum ettik. İçerisi bayağı kalabalıktı. Alkol kokusu, parfüm kokularına karışmıştı. Duyabiliyordum. Birimizin tavanda dönen pervane üzerinde sabit kalmaya çalıştığını gördüm. Bu tereddüt eden karasinekti. Yalnız olsa hayatta giremeyeceğini biliyordum. Ne işimiz var burada? Bizi kovmalarını mı istiyorsun? Bizden nefret ediyorlar, diye vızıldayıp dururdu her seferinde. Görünmemek için tavanda kalmaya çalışıyordu. Hâlbuki keyifleri kaçmadıkça görmezlerdi bizi. Ben ise bir köşeden gizlice etrafı izliyordum. Fakat görsünler de istiyordum beni. Geniş salon, yuvarlak masalar ve masalarda üçerli dörderli oturan gruplardan oluşuyordu. Atılan zarlar, kadife örtü üzerinde kayıp giden kartlar, dozunu aşan kahkahalar, kulak zarımın dibinde trampet çalıyor hissi uyandırıyordu. Dikkatim dağılmıyordu yine de. Salonun dört bir yanında dikilen takım elbiseli tipler işimizi zorlaştıracağa benziyordu. Etraf duman altıydı. Önce en yakındaki masayı hedef aldım. Sis bulutunun içinden geçerken boğulacak gibi oldum. Gözlerim yandı. Şu zıkkımın ayarını hiç bilmiyorlar. Kendimi bulduğum ilk yere bırakmaya karar verdim. Bir kadının omzuna yerleşmiştim ki ani bir sarsıntıyla yerimden sıçrayıp eteğinin örtemediği bacağına atlayıverdim. Tuhaf bir dokuya yapıştı ayaklarım. Masanın altından bir başka elin üzerime doğru gelişini son anda fark ettim. Şaplak atacak sandım, el yavaşça dokundu. Ne kadar da kibar bir adam, diye düşünürken şaplak da olsa o el bana değildi, sonradan anladım. Vay çakal! Adamın ayakkabısına atıverdim kendimi. Rugan. Gıcır. Yansımama baktım bir süre. Sonra ayağını kaldırınca yine havalandım. Bir rahat vermedi şerefsiz. Masanın altından yükseldim. Önce kulağının etrafında birkaç tur attım. Eliyle savurdu. Anlamadığım bir şeyler geveledi ağzının içinde. Kesin küfür etti. Sen misin eden! Hemen öbür kulağa geçtim. Bağırıp durdum. Şarkılar vızıldadım. Hep derlerdi, “Sesin berbat, zorlama,” diye. Daha çok bağırdım. Arkamdan, sağımdan, solumdan kollara maruz kaldım. “Problem yok ağabeyciğim. Bizde iki göz olsaydı şimdiye çoktan yapışıvermiştik yerin dibine.” Adam sonunda dayanamayıp takım elbiseliye el kol yaptı. Hemen sıvıştım yan masaya. Masadaki uzun bardaklar, sidik rengi bir sıvıyla doluydu. Adamlar ağızlarından tükürük saça saça böğürüyorlardı. Küçük dilleri görünüyordu kahkaha atarken. Kanadıma gelen bir damlayla savruldum. Kadife örtünün üzerine düştüm. Hemen toparlandım ama. Bir de ne göreyim. Sivrigillerden bir arkadaş sidik sarısı alkolün içinde yüzüyordu. Bizim grupta kara, at ve tatarcıkgillerden başka kimse yoktu. Arsızlar. Bizden önce bizim mekânı basmışlar. Boyları devrilsin. Gebermiş gitmiş sidik suyunda. Hemen güvenli bir bölgeye ulaşıp soluklandım. Bizim ödlek karası geldi yanıma. Tavandan hiç inmemiş maymun. “Herkes nerde?” diye sordum. Atsinekleri masalardaki peynirlere dadanmış. Tatarcıklar birkaç kişiyi delirtmek üzereymiş. Havada birbirine girmiş bir çift görünce bir vızıltı çıktı ağzımdan. “Bunlara ne olmuş böyle?” “Hiç sorma, ecnebi fantezisi deniyorlar,” dedi. “Nasıl yani?” “Geçen biri dedi, Avustralya’dan gelen bir furyaymış. Havada uçarken çiftleşiyorlar mıymış neymiş. Bunlar da deneme yapıyorlar.” “Fanteziye bak arkadaş. İyi hoş da yeri ve zamanı mı canım? Çabuk topla şunları. Haz alacağız dedik de böyle demedik yahu. Amacımızdan sapmayalım. Dur dur, şu ne yapıyor orada bardağa yapışmış kalmış?” “Gönül meselesi. Yeni reddedilmiş. Alkole verdi kendini. Bütün bardakları yalayıp duruyor.” Fena dağılmıştık. Ortamı dağıtacağız derken işler raydan çıkmıştı. Baktım bizim ödlek boynunu bükmüş. “Senin neyin var?” diye sordum. “Canım sıkkın, ” dedi. “Hayırdır?” “Bir dedikodudur yayılmış, her yerde karşıma çıkıyor?” “Nedir?” “Tutturmuşlar bir ota da konar boka da diye.” “Yalan mı oğlum. Hiç boka konmadın mı?” “Konmadım tabii. Ne gerek var öyle genellemelere?” “Ya yürü git, asabımı bozma.” Hemen tüyüverdi. Birkaç dakika etrafı incelemeye devam ettim. Ah be, çeçegillerden birileri olacaktı da ısıracaktı bunları. Sonra da hepsi sızıp kalacaktı. Ama nerede? Masalarda zarlar atılıyor, kartlar karıştırılıyordu. Ceketli insanlar bir yandan tüttürürken diğer yandan yaladığımız bardaklarından alkollerini içmeye devam ediyorlardı. Pervanelerin hızı artmıştı. Arada birileri elini kolunu savuruyor, bizimkilerle mücadele verdiklerini gördükçe keyifleniyordum. Pis kokulu ağızlarından saçtıkları tükürüklerle birbirlerinin yüzünü yıkıyorlardı. Hem masanın üstüne hem de altına uzanıyordu pis elleri. Ama bize bok atmaktan geri kalmıyorlardı. Gebermeyeceğimi bilsem girerdim birinin kulağının içine, zarını oyup patlatırdım. Sonra gelsin şehitlik mertebesi. Tekrar havalanıp etrafı kolaçan ettim. Meğer bizim atsinekleri peynirlere kusup larvalarını bırakıyorlarmış. İçimin yağları eridi. Sivrigiller de bira kokusuna hasta tabii, içenlere yanaşıp ısırıvermişler onları. Tam keyifleneceğim, siyah giyen adamlar ellerinde sineklikle başladılar koşuşturmaya. Hep bir ağızdan vızıltılar, kaçışmalar, gafil avlandık. En son bizim ödleği sineklikle bir tabloya yapıştırdıklarını gördüm. Zavallıcık, sakallı bir adamın resminin altında öylece duruyordu; o da tabloya aitmiş gibi. Çoğumuz sağ salim dışarda aldık soluğu. Haklıydı be maymun. Ama yine gelecektik. Dedikleri gibi, ota da konardık boka da.