-Olaylar bir simülasyonda geçmektedir. Geçmişteki bazı olaylarla, gelecekteki bazı olayların karışımıdır. Bazı olaylar ise hiç yaşanmamıştır. Çeşitli nedenlerden dolayı içeriğin bir kısmı bilinçli olarak yazıdan çıkarılmıştır.
-Yazı bir Truva atıdır. İlk cümlelerden itibaren kanına karışmıyorsa, okumak anlamsızdır. Yazı, benim değil, senin öykündür ya da karanlık tarafa geçen bütün insanların öyküsü. Yazının bugı, duygularındır.
-Yazı simülasyondur. Bu nedenle cümleler, (simülasyon)x(gerçek) kadar gerçektir. Ve simülasyon, genellikle gerçekten daha gerçektir.
-Mekanlar, insanlar, şehirler ve yollar yer değiştirebilir. Zamanda binlerce yıl ileriye ya da geriye gidebiliriz. Ama değişmeyen bir şey olmalıydı?
SİMÜLASYON 1: DEJA VU
Bolu Tüneli, İstanbul ve Ankara arasında bir solucan deliğidir. Her girişte, hangisine gidiyorsan, kendini ona hazırlamana yardımcı olur. Birkaç dakika süren karanlık ve sonra BOOM! Yavaşça öleceğiz ve bu anı anımsamamıza yardımcı olacak.
Her şey ilk defa başladığında, dudağının hemen başlangıcında duran -ve benim anlamını bir defada çıkaramadığım- aslında ikimizin de bu gezegene ait olmadığını söyleyen ifadeni okumalıydım. Son birkaç günü ormanda geçirmiştim. Yaşadıklarım bütün bunları sana anlatmama yardımcı oluyor. Bir sırt çantam vardı, içinde favori tişörtüm, siyah bir defter, zihnimde birkaç şiirin başlangıcı ve yıllardır yanımdan ayırmadığım –sana onun benim için ne kadar önemli olduğunu söylediğim- o şey. İstersen, tam da şimdi şu an sana verebilirim. Aslında sana bunlardan bahsetmemeliyim. Green Grass’ın çaldığı bir mekan bulmalıyız. Tom Waits’in sözcükleri ruhumuza dokunmalı.
Orman mı düşüncelerimizi karmaşıklaştırıyor yoksa gittikçe anlamsızlaştığını fark ettiğimiz sözcüklerimiz mi. Alkolün hızla kanımıza karışmasına izin versek, hızla sarhoş olsak, hızla düşmeyi denesek ve bütün bunlar çok hızlı yaşansa, yine de gözlerimizin ardında gizlediğimiz karanlığı bir çırpıda anlatamayız.
Aslında bütün bunların bir nedeni olması gerekiyordu ve klasik bir öykünün parçası olsaydık şu ana dek seni birkaç kez öpmem gerekiyordu. Özellikle en kararsız olduğun noktadan. Ve arayışın kanımıza karışmasına izin vermemiz gerekiyordu. Bir zehrin vücuduna yayıldığını hissediyor ama onu durdurma olasılığı göremiyorsan…
Anlaşılmaz biçimde ifadende, hiçbir algoritmayla açıklanamayacak bir şey görüyorum ve şu an birbirimize bakarken bunun gerçekliğini ikimiz de biliyoruz. 90’lı yıllarda doğan birçok çağdaşın gibi Leon’u izledikten sonra saçlarını kısacık kestirmeye karar verip bir kaldırımda ilk sigaranı içerken yüzündeki gülümseme Godard filmlerinin trajik, utangaç ve endişeli şekilde gülümseyen karakterlerini andırıyordu. Anlaşılmaz olan biz miyiz yoksa Fransız sineması mı? Sevgili, arkadaş gibi etiketler saçmaydı. Bütün kavramlar ve alışkanlıklar bir yana bırakılıp bunların yerine şöyle denmeliydi: Sen arayışsın.
SİMÜLASYON 2: ZamANdan Önce
Müziğin ilk defa insanların kalplerinin attığını keşfetmesiyle bulunduğunu anlatmış mıydım sana. Ve şimdi kalbimizin atışı birden hızlandığında ve ikimiz de bunu durduracak bir olasılık göremezken, bir şarkıya ihtiyacımız olmalıydı. Buradan ayrılmalıydık. Erken karşılaşmıştık ve bir araya gelmemiz zaman alacaktı. Ve biz susarak anlamaya çalışabilirdik birbirimizi.
Yıllar önce, henüz uzayın ve zamanın ortaya çıkmadığı dönemlerde, başka bir evrende tekrar karşılaşmıştık seninle. Sen Satürn’e gitmek istiyordun ama Satürn daha var olmamıştı ve ben bir şarkı yazmıştım Satürn’ü anlatan: “Come with me darling, come with me. You’ll be flying with a little help from me” Ve sen sözlerini çocuksu ve davetkâr bulmuştun-şimdi bunu anımsamıyorsun. çünkü milyarlarca yıl önceydi-. Aslında ne çocuksuydu ne de Freudcu psikolojinin ilkelerine göre uçmayı seksle özdeşleştiriyordu. Sıkışıp kaldığımız bu evrende Kerouac’a Yolda’yı yazdıran his neyse, onu anlatıyordu işte.
SİMÜLASYON 3: AN
Birçok şey olmaya devam ediyordu sanırım. Konuştukça ifadenin değiştiğini hissediyor, hissetmekten öte görüyordum da. Yıllar önce Ankara’nın uzak noktalarından birine giden bir otobüste, Sartre’ın Bulantı’sını okumaya çalışırken, kusmanın bir teslim olma biçimi olduğunu fark etmiştim. Ama biz teslim olmayacaktık. Şu an Kuzey Kutbu’na gitmeyi önersem ve yola çıkmak için elimi uzatsam sana, anlık bir heyecanla bir anda gitmeye karar verebileceğimizi biliyoruz. Ve bir gün birbirimizi kaybetmemek için elini tutmam gerektiğinde –belki de bu daha önce yaşanmıştır- birlikte kaybolmanın birlikte düşmek kadar güzel olacağını fark edecektik. Supertramp’ın ölüme gülümsemesini düşünde gördün mü hiç ya da bunu düşünmek yerine sıradan bir cafede Aylak Adam gibi portakal suyu içebiliriz de. Saçlarının uçlarını maviye boyamalıydın ya da ojenin şu an hangi renkte olduğunu sormalıyım.
Bu şehri uzun bir gecenin sonunda Melancholy Man’i dinlerken terk etmeye karar verdiğimi anlatmış mıydım sana. Bu hayatımın en karmaşık kararıydı. Belki de bu olay yaşanmasa her şey farklı olacaktı. Yıllar boyunca birbirimizi hiç tanımamış gibi bu sokaklarda, bu yollarda, bilinmez çıplaklığında gecenin, belki de defalarca karşılaşmış olabilirdik. Kozmos, bir anda bizi birbirimizin karşısına çıkarmıştı. İkimizin de bir tepki vermesi gerekiyordu ve bundan kaçmak için susmuştuk. Bunları anlattıkça sözcüklerimin, ifadende geçmişi anımsattığını görüyorum. Belki de bir sonraki cümlemi çoktan biliyorsun. Bu anı defalarca yaşamış olabiliriz –YA DA HENÜZ HİÇ YAŞANMADIK- ve burada, yıldızları izlerken, içlerinden birini seçip buradan gidebiliriz.
SİMÜLASYON 4: GELECEĞE DÖNÜŞ
Bakışlarına baktım. Orada, hemen ifadesinin başlangıcındaki anlamı okuyamıyordum.
-Ruhumu okumak için gözlerime bakman gerekiyor mu, diye sordu.
-Hayır, dedim. Bu çok amatörce olurdu.
3 gün önce ormandayken bir şarkı yazdım, dedim. Satürn’e gitmeye çalışırken uzayda kaybolan bir kızı anlatıyor. Kozmosun background müziğini yıllar önce Pink Floyd bestelemişti. İsmi Echoes’tu. Ve aslında tek cümleden ibaretti: “Ben senim ve sende gördüğüm şey benim” Lakin bunu detaylandırmak için 23 dk. 31 sn. süren bir gitar solosu gerekmişti.
Saati sordum. Saat durmuştu. Bir şeyler söylemek için dudakları aralandı ama susmasını istedim ondan. Bu anın birkaç dakika sonra biteceğini biliyorduk. Sokaklar, yollar, şehirler ve insanlar girecekti aramıza. Gülümsedi ve susarak gözlerimizle şimdi ne olacağını sorduk birbirimize.
The White Buffalo’dan “Oh Darlin’ What Have I Done” çalıyordu. “Değişmeyen bir şey olmalıydı?” dedi. ”Zaman dursa ve biz bu gezegenden gitsek bile.”
Cevap verebilmek için elini tutmam gerekiyordu. ”Cevap verebilmek için elini tutmam gerekiyor” dedim. Elini uzattı. Elleri çok soğuktu. Üşüyor olmalıydı. ”Üşüyorsun” dedim. Gözlerini hızlıca birkaç defa kırpıştırdı ve susarak “Ağlıyorum aslında” dedi.
“Her şey bittiğinde bile, bu şarkı çalmaya devam edecek. Ve bu değişmeyecek” dedim. Gülümsedi. Gülümsemesi, Godard filmlerinin, anlaşılmaz karakterlerini andırıyordu, hareketsizliğimizi ve bu zamana sıkışmışlığımızı.
-Bütün bunların anlamını bana söylemeyecek misin, dedi.
-Bu evrenden kaçmamıza yardımcı olacak bir solucan deliği bulduğumu söylesem, hiç düşünmeden benimle gelir miydin?
-Evet
-Her şey bilinmez olsa, asla geri dönemesek bile mi?
-Karmaşık olsa bile, evet.
-Sözcüklerim, sözcüklerine dönüştüğü zaman?
-Anlaşılmaktan vazgeçerek susmuştuk.
-Susarak konuşmalıydık.
*Simülasyondan Satürn’e hikayesi “Simülasyon Öyküleri” kitabında yayınlanmıştır. Kitap 6.45 Yayınları etiketiyle okuyucu ile buluşmuştur.