“Sanatçının dünyası sınırsızdır. O dünya yaşadığı yerden çok uzak bir yerde ya da birkaç adım ötede bulunabilir. Dünyası daima kapı önü merdivenindedir.”
Paul Strand
Fotoğrafın icadından bugüne birçok fotoğrafçı adını tarihe altın harflerle yazdı. Çektikleri fotoğraflara ve tarzlarına oldukça aşinayız. Bazıları beraber çalıştı, dost oldu, eş oldu, yolları kesişti ve yeri geldi birbirlerini fotoğrafladılar ve tarihe kaydettiler. İşte bu tarihi anlardan bazılarına göz atalım.
Martine Franck, Henri Cartier Bresson’nın eşidir. Her ne kadar onun fotoğrafçılığı kocasının ününün gölgesinde kalmışsa da Magnum üyesidir ve başarılı bir kadın fotoğrafçıdır. Birbirine sevgiyle bağlı ve birlikte yaşayan iki usta fotoğrafçı söz konusu ise ortaya samimi ve doğal fotoğrafçı portreleri çıkması kaçınılmazdır. Gönül ister ki her birinin arşivine ulaşıp eşini çektiği fotoğrafları aşkla inceleyelim.
Ara Güler arşivinde birçok usta fotoğrafçının ona hediye ettiği fotoğraflar bulunmakta. Bu koleksiyondan seçmeleri ”Sevgili Dostum Ara’ya” kitabında bulabiliriz. Kitapta Ara Güler fotoğraf alabilme şansı olduğu ama almadığı ya da kaçırdığı fotoğrafçılardan bahsederken Imogen Cunningham için ”Ama o da benim bir sürü fotoğrafımı çekti.” diyor. Bu fotoğraflardan bazılar hepimizin aşina olduğu Ara Güler portresi haline gelmiştir. Tabii ki Ara Güler’in ünlüler fotoğraflarında Imogen Cunningham portresini de bulabiliriz. Yine aynı koleksiyonda yakın dostu Josep Koudelka’nın portresi de vardır.
”Fotoğraflarımla dünyayı tercüme ediyorum.” diyor Mary Ellen Mark. Onun ve Diane Arbus’un fotoğraflarında kısmen ortak bir yön var. Korku yok, cesaret, heyecan ve çıplak gerçeklik var. Bir kahvede oturup onların birbirlerine anlattıkları hikayeleri dinlediğinizi düşünün!
Renkli fotoğrafın babası olarak nitelenen Ernst Haas’ın kariyerinin dönüm noktasını ‘Eve Dönen Savaş Tutsakları’ (Homecoming Prisoners of War) çalışması olmuş. Capa ise sıcak savaşın ortasından gelen bir savaş fotoğrafçısı. Belki eve dönen bir tutsak değil ama !
Capa’nın bu portresine baktığımızda da görüyoruz ki tıpkı diğer birçok portresinde olduğu gibi neşeli ve muzip bir yanı hep var sanırım.
Walter Rosenblum’un fotoğraflarlarına baktığımızda yaşamdaki hareketlilik, eğim, neşe, süreklilik gibi kavramları görebiliriz çoğunlukla. Paul Strand fotoğrafı içinse John Berger şöyle belirtir: ”Yaklaşım: Yeni gerçekçi. Yöntem: Önceden düşünülmüş, cepheden, resmi, bütün yüzeyler tümüyle taranmış. Sonuç?”
Şimdi böyle bakınca Rosenblum’un, Paul Strand portresinde bir Paul Strand yöntemi uygulamışa benziyor.
Gençliğinde New York sokaklarında Look dergisi için başarılı çekimler yapan ünlü yönetmen Stanley Kubrick ve objektifinde, para kazanabilmek için New York sokaklarında sansasyonel fotoğrafın peşinde koşan Weegee (Arthur Felling).
Bir dönem Hollywood filmlerinde küçük roller alan Weegee, Stanley Kubrick’in 1958 yapımı Dr.Strangelove’ındaki görsel efektler danışmanlığı yapmıştır.
Ve son olarak fotoğraf tarihinin iki önemli ismi.
İlk insan fotoğrafı bir portre değildi ve rastlantı eseri çekilmişti lakin 1838 yılında Paris’te Louis Daguerre yaptığı Daguerreotype ile onu çekmiş oldu.
Ve yine fotoğraf tarihinin önemli ismi Felix Nadar, portrelerinin gücü ve etkileyiciliği ile portre fotoğrafçılığın öncüsü oldu. Rolant Bartles Nadar için, dünyanın en büyük fotoğrafçısı der.
İyi ki var olmuşlar.
Babamın elinden düşürmediği fotoğraf makinesi sayesinde fotoğrafla tanıştım ve aşık oldum. Üniversite yıllarında ve sonrasında katıldığım eğitimler sayesinde fotoğrafa olan tutkum ve çabam arttı. Kişisel sergilerim başta olmak üzere bir çok karma sergide ve projede yer aldım. Fotoğraf eğitmeni olarak atölyelerde, çalışma gruplarında ve fotoğraf ile ilgili sosyal sorumluluk projelerinde bulundum.