Sema Kaygusuz’un kaleminden çıkan “Barbarın Kahkahası” romanında ufak bir serüvene çıkıyoruz… Kemerler bağlandıysa…
Barbarın Kahkahası… Kimdir peki bu barbar? Neye göre kullanıyoruz bu sıfatı? Aynayı kendinizi görmeyen noktaya tutup eleştirmek elbette kolaydır asıl zor olan aynayı kendimize çevirmek değil midir?
Toplum içerisinde, pek çok aksaklığa şahit oluyoruz. Hangisine el attık, hele bir de ucu kendimize dokunmuyorsa devam ederiz değil mi kaldığımız yerden!
Sıradan bir ağustos günüydü. Mavi Kumru Moteli sakinleri bir tatil gününü daha bitirmişlerdi. O gece Turgay’dan başka garsonlar ve köpekler haricinde kimse kalmamıştı. Turgay iskeleden kumsala gün doğmadan kapatması gereken bir hesabı varmış gibi alelacele yürüyordu. Aslında ayakları onu tuvalete götürmüştü ilk. Nedendir bilinmez tuvaletin kapısından geriye dönüp iskeleye doğru yürümeye başlamıştı. İskeleye vardığında onu izleyen gözlerin farkında dahi değildi. Aslında kendinden başka kimsenin farkında değildi.
Denize döndü yüzünü ve sanki “denize diyeceği bir şey varmış da kelimelerini ancak mesanesinden dökebilirmiş gibi en uzağa attırarak işemeye başladı”. Sabaha varmadan Mavi Kumru’da sidikli bir serüven başlayacağını Turgay dâhil kimse bilmiyordu.
İlk vukuat ile malzeme odasında karşılaşıyor Mavi Kumru. Otelin pek çok elemanı malzeme odasında toplanmış müdür Ferhan tarafından azarlanıyorlardı. Malzeme odası biri veya birileri tarafından baştan aşağı sıvanmış durumda idi. Havlular, çarşaflar sidik içindeydi. Kim yapmıştı bunu, elbette sapıklıktı bu yaşanan. Hemen üzeri kapanmalıydı. Ne müşterilerden birinin ne de rakip otellerden birinin kulağına gitmesi felaket olurdu. Ne garsonlar ne de malzeme odasının görevlisi Hatice Hanım bu olayla alakalarının olmadığını söylüyorlardı. Ferhan son olarak bahçıvanın nerede olduğunu sordu, bahçıvan kasabaya gitmişti. Bu bile suçun bahçıvana kalması için yeterli bir sebepti. Bu tuhaf yolla aranan suçlu kolayca bulundu. Suç kolayca bahçıvana kaldı. İşinden de oldu bahçıvan elbette suçluydu kimilerine göre… Yeter ki motelin adı “Sidikli Motel’e” çıkmasın!
Peki, akla asıl şu sorunun gelmesi gerekmez miydi? Böylesi kirlenmiş bir ortamda, kendilerini sorumlu tutmayanlar ne kadar temiz? Ve tabii bunun paralelinde, eğer bu kirlenilişe bir sorumlu aranacaksa herkesin bunu aramaya kendisinden başlaması gerekmez mi?
Evet, otelin gözünde suçlu bulunmuştu, gelelim reeldeki suçluya… Bir kişiden, bir şahıstan, suçu tek bir kişiye itme fikrinden ziyade tek değil de çoktur belki de suçlu! Ama tek bir kişiye yükleme, tıpkı bu oteldeki gibi yaşamda da kolaya gelendir! Belki de bundandır çoğalan suçlular, ahlaksızlıklar, hırsızlıklar, tecavüzler… Ortada bir suç varsa bu topluma ait olmalı. Toplum içerisinde yer alan her ferdin ayrı ayrı parmak izi vardır meydana gelen suçta ve suça iten şeyde! Mavi Kumru’da olduğu gibi…
Motelde hayat kaldığı yerden devam ederken motel sakinlerinden bir çiftin tatlı sert atışmasına tanık oluyoruz, tartışma dikkat çeker nitelikte:
Eda ve Ufuk kahvaltılarını yaparken Ufuk düşüncelerini bir anda söylemeye başlar. “Seninle sevişirken aklım karışıyor.” diye başladı sözlerine. Eda önce bunu iltifat olarak kabul etti fakat Ufuk’un söylemek istediği Eda’nın anladığı şey değildi. Ufuk gücü yettiğince samimi olmaya çalışarak “Sen fazla hissediyorsun vajinanın içinden değil de bütün teninden hissediyorsun. Oysa ben yalnızca penisimi hissedebiliyorum.” dedi. Eda şaşkın ve donuk bir biçimde, o anı terk edip nasıl kendisini dikizlediğini sordu Ufuk’a, bunları söylerken sesi yavaş yavaş yükselmişti. Yan masa başta olmak üzere ortalık birdenbire ciddileşmişti. Ufuk kaşlarını çatıp sertçe uyardı Eda’yı, ses tonu rahatsız etmiş olmalıydı onu. “Sana merak duyan âşık bir erkeğim ben, sözlerini seçerek konuş lütfen.” demekle yetindi.
Eda, anbean saldırganlaşıyordu, ne söylediğinin de oldukça farkındaydı. Böyle düşünmesinin kökeninde ne yattığını sordu Ufuk’a, kolay olanı kaçmaktı tabii. “Anlaşıldı… Bu konu dallanıp budaklanacak, şimdi kültürden başlayıp erkek uygarlığından çıkacaksın. Sana ne kadar zevk verdiğimi duymak istedim.” diyerek konuyu kapatmak istedi. Eda’nın ise bu konuyu böylece kapatmak gibi bir niyeti yoktu. Sadece surat olan tortop bir kadına dönüştü birden. Sesinin ayarıyla hiç ilgilenmiyordu. “Hayır efendim, kaçmak yok!” dedi bu örtbas çabasının üzerine. Basbayağı kıskançlık ettiğini söylediğinde Eda aldığı cevap elbette “Ne kıskançlığı kızım saçmalama!” oldu. Apaçık ortadaydı aslında kadın gövdesine hasetlik. Bunu işitmek Ufuk’un işine gelmiyordu. Tartışmanın alevlendiği anlarda Ufuk, Eda’yı sesini alçaltması için uyarıyordu yine. Herkesin kendilerini dinlediğini söylüyordu. Peki Ufuk’u rahatsız eden Eda’nın yüksek sesi miydi yoksa düşüncelerini sansürsüz bir biçimde dile getirmesi miydi?
Bu konuşmaların üzerine biraz durulmaya ve sakinleşmeye çalışan çift, bir süre sustular. Ufuk en sonunda kabul eder gibi oluyor. “Diyelim ki kıskanıyorum, kıskanmıyorum da imreniyorum diyelim bunun nasıl bir zararı var sana?” diyerek Eda’ ya sordu. Eda elinden geldiğince basitleştirerek anlatmaya başladı:
“Oğlan kardeşim kukumu gördüğünde o üç ben de altı yaşındaydım. Bana sorduğu ilk soru neden senin pipin yok oldu. Cevabı olmayan soru… Oysa ben onun pipisini görünce hiç de fazladan bir organ olarak algılamamıştım. Otuzuma varmadan anladım ki bu aslında yeryüzündeki bütün erkeklerin yaşadığı dehşetti. Kadınlar pipisizdir, o halde onların penis kıskançlığı vardır, her an pipimizi kesebilirler. Kadına itham ettikleri kıskançlığı kaldır, altından hadım edilme korkusu çıkar. Gerisin geri içeri tıkılma gibi acı dolu fanteziler yatar. Çünkü o penisi olmayan kadın her ne hikmetse bir de çocuk çıkarır oradan, şeytanın işine bak sen! Kuku olmazsa ben doğmayacağım ama o kukuya benzersem çüküm düşecek. Dünyanın en gerzek çelişkisi. Şu talancı uygarlığın kökeni! O halde ne yaptım? Kadına erkekliği elinden alınmış eksik varlık muamelesi yapalım ki kahredici farklılıktan kolayca yırtalım, çılgın kukuyu unutalım, doğurur doğurmaz kadını annelik makamına postalayalım. Önce kadınları köle yapalım sonra da zayıf erkekleri… Garibanların bir kısmı savaşa öbür kısmı taş kırmaya. Karılarımız çocuk baksın yeter. Kız kardeşlerimizi, kızlarımızı takas edelim, düşman erkekleri öldürelim, kadınlarına tecavüz edip dölleyelim, asil soyumuz yürüsün! Ama tabi kadın imgesine öyle bir değer biçelim ki ömür boyu manastıra kapanan rahibeler bile o değere erişemesin. Erkeğin erkeksizliğini koruyabilmesi için Meryem’ in bekareti lazım çünkü adalet terazisini tutan Themis lazım, kim bilir kaç memeli Artemis lazım, koca popolu Kibele lazım, Zeynep’in Kerbela ağıtını salla Fatma’nın totemleşmiş eli lazım. Kadınlar iğrenç bir kadınlık parodisine itilirken her yerden tanrıçalar, azizeler pırtlar. Bütün yıl oruç tutsak, sessizlik yemini etsek, günde on vakit namaz kılsak, öküz gibi çift sürsek de bu sembollere ulaşamayız. Erkeklerse o sembollere yaslanıp dünyaya fahişe muamelesi yapıyorlar. Neden? Çünkü kadınlardan ödü kopar hepsinin.
Vajina gizemlidir. Sıvılar değişkendir. Bir ara nemli, bazen yapışkan, sonra kanlı ama dışa kapalı. Peki ya penis? Dimdikken gösterişli, inikken pörsük, çok basit ama pek kırılgan. Neden kadından ödü kopar erkeğin? Çünkü onun cinselliği kadın tarafından sorgulanır. Erkeklere göre şeytan, iblis, cadıdır kadın. Doymak bilmez peygamberdevesidir. İçine girildiği için de edilgendir, o halde aşağıdır. Ahmaklığa bak!
Tüm bu derin konuşmanın üzerine Ufuk erkek vurdumduymazlığı ile “Ben aslında ne güzel seviştiğimizi söyleyecektim, konu nerden nereye geldi ya!” diyerek, bu tartışmayı bitirmeye çalışıyordu. Bir ara garson kahvaltıyı toparlamak için masaya yaklaşır. Eda sözlerine devam etmektedir. Garsonun da ilgisini çekmiş olmalı ki bir müddet hareketleri yavaşlamış, sakarlaşmıştı. Bu durundan Ufuk rahatsızdı, gözleriyle Eda’ya susmasını emretti ama nafile Eda bütün dünyaya konuşuyordu.
“Söz konusu bızır olunca en akıllı adamlar bile öyle abuk, öyle cinsiyetçi tezler öne sürmüşler ki. Astronot olsan, Mars’ın fotoğraflarını çeksen de beyinsiz yine beyinsiz! Neymiş efendim klitoris, kız çocuğunun oğlan dönemiymiş de erişkinliğe geçince deliğini tanırmış da o zaman kadınlaşırmış. Yani işimiz bitti bızırla, o öyle süs gibi dursun”.
Ufuk kıpkırmızı kesilmişti bu konuşma sonunda, Eda susmuyordu. “Bir kere kız çocuğunun taşıdığı en büyük kaygı, dev bir penisle delinmektir. Demek ki neymiş, aslında kız çocuğu kukusunun deliğini gayet iyi biliyormuş!”
Sema Kaygusuz’un bu romanın da karşımıza çıkan çiş metaforu oldukça dikkat çekicidir. Bunu özellikle seçmiş olmalı ki çiş, sıvı ve bulaşıcıdır. Yapılan pislik herkese kolayca bulaşmıştır artık…
Feminist duygularımızı ortaya çıkaran yazar, bu romanında adeta bir seyircidir. Gözlemci bir bakış açısı kullanarak bizi bu yolculuğa çıkarır. Toplumda, gündelik hayatımızda karşılaştığımız bir dizi olayı ironiler ve değişik imajlarla yazarımız okuyucusunun beğenisine sunmuştur.
Kendisine en içten dileklerimizle…