Otobüsün bütün camları açık olmasına rağmen havasızlıktan son durağa kadar gidememişti. Kalabalık değildi halbuki araç. Lakin burnuna çalınan ter kokusu ve kadın parfümü onu geçmişte kısa süreliğine de olsa bir yerlere çivilemek istemişti. Çocukken de her uzun yolculuk mide bulanmasıyla başlayıp kusmayla sona ererdi. Can havliyle “İnebilir miyim?” dedi şoföre. Cami durağında zor attı kendini otobüsün merdivenlerinden. Halbuki ineceği durağa daha vardı. Bir iki öğürdü. Çantasından zorlukla çıkardığı ıslak mendiliyle yüzünü sildi. Saat öğleyi gösteriyordu. Önünde uzanan ağaçlı yola baktı. Bu yolun sonuna kadar yürüyeceğim ve gidip ona sıkıca sarılacağım diye geçirdi içinden.
Derin sessizliği yalnızca kuşların sesleri bozuyordu. Daldan dala konuşlarını yakalamaya çalışıyordu Şura. Ağaçların kokusunu içine çekti. Gökyüzünden bembeyaz bulutlar süzülüyordu. Fazla kimseler yoktu etrafta. Bu havada kimse burada olmamalıydı. Şalvarlı bir adam ve yanında kasketli arkadaşı anlamadığı bir dilde bir şeyler konuşarak yanından geçtiler. Belli ki camiye gidiyorlardı. İstemsizce ellerini saçlarına attı. Salmıştı dümdüz sarı saçlarını. Çantasından siyah bir lastik toka çıkarıp ensesinde topuz yaptı.
Bir yandan yürüyor bir yandan da adresi bulmak için numaralara bakıyordu. “15A nerede acaba?” Gelmeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki sayının da harfinde doğru olduğundan şüphedeydi. Soracak kimseler de yoktu ortalıkta. Yeri bulmaya öyle dalmıştı ki müezzinin Allahu Ekber deyişiyle sıçradı yerinden. Ezan sesinin içinde başka bir ses daha duydu. Aldırmadı. Ezan sustu ses yakınlaştı. Bir el omzuna dokundu.
-Şura seni bu köye hangi rüzgâr attı böyle?
-Şey, anneme geldim.
Sesin sahibini ne kadar özlediğini hissetti. Kucaklamayı düşündü. Fakat bu düşünceden çok çabuk sıyırdı kendini.
-Seni burada göreceğimi hiç düşünmüyordum. Çok uzun zaman oldu.
-Biliyorum Şura, bana küskünsün. Hadi annene gidene kadar sana bir masal anlatayım.
-Masal mı? Bana masal anlatacaksın. En kötü günümde aniden ortadan kaybolacak, yıllar sonra karşıma çıkacak ve hiçbir şey olmamış gibi bana masal anlatacaksın. Öyle mi?
-Yeni öğrendim bu masalı Şura. Dinle seversin sen de.
Her zaman böyleydi bu kadın. Hep şen şakraktı. Hep konuşurdu. Hep bana sabahlara kadar anlatacak bir şeyleri vardı. Ben susar, onu dinlerdim. Çok keyif alırdım onunla sohbet etmekten. En yakın arkadaşım, sırdaşım, can dostumdu. Her sabah coşkuyla günaydın derdi bana. Öyle güzel başlardı ki gün. Gider kuzuları okşar, tavukları kovalardık birlikte. Onun kahkahaları annemin azarlamalarına merhem olurdu. Bu orta yaşlı kadın şifacımdı benim. Suskunluğumu dinlerdi. Yine o tiz o güzel sesiyle başladı masalı anlatmaya. Hem yolu elleriyle işaret ediyor hem de masalı anlatıyordu.
“Bir varmış bir yokmuş. Çok uzak bir diyarda çok güzel bir krallık varmış. Kral’ın karısı ölünce Kral kendine başka bir kraliçe almış. Bu kraliçe aslında çok kötü kalpli bir cadıymış. Kralın güzeller güzeli kızını görünce onun için bir iksir hazırlayıp çekmecesinde saklamış. Gel zaman git zaman sonra Kral sefere uzak mı uzak bir diyara gitmiş. Bunu fırsat bilen Cadı sakladığı iksiri içirmiş kıza. Üvey annesinin verdiği iksiri şerbet sanıp içen kız bir anda görünmez olmuş. Fakat ne olduğunu anlamamış. “Güzel anneciğim midem kazındı ben gideyim mutfağa bir şeyler yiyeyim,” demiş. Mutfakta aşçı kızı görmediği için tencerelerin havada uçtuğunu, yemeklerin kaybolduğunu görüp korkmuş. Bağırıp çağırmaya başlamış. Kepçeleri fırlatmış boşluğa. Küçük Prenses ne olduğunu anlamamış. Aşçının kendisini kovaladığını düşünmüş. Nereye gitse insanlar ondan korkup kaçıyor onu kovalıyor sanıyor, o ise olanlara anlam veremiyormuş. Ta ki bir gün bir nehre gelene kadar…”
-Şura geldik annene.
Şura derin bir nefes çekti içine. Geri yürümekle öne doğru hamle yapmak arasında gidip geldi. Sanki geldiğini pencereden görmüş gibi kapıyı açtı annesi. Koşup sarılmak istedi. Yapamadı. Sadece sessizce “Anne ben geldim,” diyebildi.
-Çok uzun zaman oldu Şura Hanım. Sen gelir miydin Hamitler’in bu sessiz köyüne? Hani başında örtün? Gelmeden önce bezlendin mi?
-Şura, Fatma Hanım yine formunda kızım.
-Sus!
-Şey, seni çok özledim anne.
Fatma Hanım beyaz mermerin üstüne tünedi. “Hayırdır” dedi kızına. Utana sıkıla boşandığını söyledi Şura. Çocuklarıyla babasına sığındığını. Annesinin gözlerine bakamadı.
-Hiç kimseleri beğenmezsin zaten Şura Hanım. Ne güzel dini bütün bir adam bulmuştun, evlenip çoluk çocuğa karışmıştın. Rahat batmış sana.
-Şunun dediğine bak Şura. He ya her sakallı da deden değil mi Fatma Hanım.
-Kız sus. Anlayacak şimdi burada olduğunu.
-Ne konuşuyorsun sen fısır fısır. Yanında mı o şeytan karı?
-Sen buraya taşınınca gitti o da. Nerede bilmiyorum.
-Hayret! O da mı bıraktı seni? Kim ne yapsın seni? Emsiz gudiyenin tekisin!
-Sen öyle san Fatma Hanım. Şura, senden daha becerikli bir kere.
-O da sen de bir anda ve aynı anda hayatımdan toz olup gittiniz anne. Teşekkür ederim ikinize de.
Gözleri nemlendi Şura’nın. Beyaz mermerde gezdirdi ellerini. Kuruyan çiçeklere baktı. Bir tek gül dalı ayakta durmayı başarmıştı. O da yapraksız, çiçeksiz olarak. Bir rüzgâr esti. Serviler salındı. Kuş sesleri duyuldu. Camiden çıkan adamlar mezarların arasında gözden yitip gittiler.
*Kapak fotoğrafı: Meral Kuru