Dünya yıkılmıyor.
Halbuki yıkılabilirdi.
Bir buğday tanesinin, yanındaki buğday tanesini…
Görmeyişinden bütün dünya yıkılabilirdi.
Necip Fazıl KISAKÜREK
Şu hayatta iki şey beni çok ürpertir: Birincisi düğün salonu, ikincisi sanat disiplinlerinden birini meslek olarak seçmiş genç birey… Aslında birincisini açıklamayı daha çok isterdim fakat yazıya konu olan başlıklarla pek alakalı olmayacağından ikincisi ile devam etmek daha yerinde olacak.
Ürpermeme sebep olan şey, aslında bir türlü kendime engel olamadan yaptığım, o bireyle kurduğum empati. Kendimden yola çıkıyorum; bu zamana kadar yaptıklarıma, kendime kattıklarıma, geldiğim noktaya, hâlâ yapıyor olduklarıma ve daha da yapacaklarıma bakıyor, bakıyorum…Ve baktıkça tüm bunlara baştan başlayacak olmak düşüncesi beni ürpertiyor. Misal en büyük korkularımdan biri de bir sabah uyanıp üçe gittiğimi görmek. Bildiğiniz üç, ilkokul olan üç. Fakat şu anki sahip olduğum akıl ve bilinçle üçe gitmek. Yani bir nevi zamanda yolculuk yapmışsınız gibi düşünün. Otuz seneyi aşkın bir yaşam deneyimi ile ilkokul üçe giden bir bedene hapsolmak… Tanrı’dan gelebilecek daha büyük bir lanet var mıdır ki?
Vardır dostlar. Daha büyük bir lanet vardır ki, bu kendini bir amaca adamış biri için lanetlerin en büyüğüdür: Kendini gerçekleştirememek! Düşünün ki çağımızda kişinin bir işi “bu benim mesleğim” diyebilecek mahiyette sahiplenmesi ve bilinçli bir tercihte bulunması ne kadar da zor. Yani siz her şeyin gündelik belirsizliklerle devamlı kaotik olarak yinelendiği bir ortamda; bir meslekte karar kılacaksınız, bu mesleğin talebesi olacaksınız, ömrünüzden yılları bu uğurda rehin vereceksiniz, fakat sonuç? İşte sonuç lanetin ta kendisi! Burada kusura bakmazsanız konuyu sanat okulu, konservatuvar, güzel sanatlar fakülteleri gibi alanlardan özellikle yeni dönemde mezun olmuş yahut halen eğitim gören ve henüz kendini gerçekleştirememiş genç meslektaşlarım üzerinden ele alacağım ve müsaadenizle bunu yaparken de bir hayli onlardan yana davranacağım.
Konservatif eğitimlerde bilhassa “ideal birey” kavramı üzerinde durulur da durulur. Tanımlaması ise nispeten şu şekildedir: idealist, cesur, dürüst, yeni arayışlarda bulunmaktan imtina etmeyen, kararlı, kendini temsil yetisi yüksek vs. vs. Daha bunlara ek olarak bizatihi onlarca nitelik sıralamak mümkün. Evet, yetişmekte olan sanatçı dostlara ideal bireyin tüm vasıflarına haiz olarak, birer birey olmaları salık veriliyor fakat bunun dışında ne yapılıyor? Oysaki dışarıda bütün bu ilkeleri yerle bir eden bir işleyiş söz konusu. Hâl böyle olunca bizim ideal bireyimiz sudan çıkmış balık gibi oluveriyor, bu erdemlerin yeniden tanımlandığı dünyaya uyumlanma sorunu yaşıyor. Kendisine defaatle empoze edilmeye çalışılan değer yargılarının pratikte pek de karşılığı olmadığı gerçeğiyle yüzleşiyor. Ve bu kadar derin bir hiçlik içerisinde kendini gerçekleştirme ülküsüyle baş başa kalıyor. Bunu da birçoğu başaramıyor çünkü tanınırlığı ve bilinirliği yok. Kendisi bir no-name! Yani bir yaratı ortaya koysa kimse gidip izlemeyecek, değerlendirmeyecek, takdir etmeyecek… Çünkü birçok köşe başı tutulmuş, bizim ideal bireyimize ise tutulmuş köşelerden tutanların bir köşesine ilişmek kalmış. Hadi gerçekleştir kendini bakalım, gerçekleştirebilirsen!
Siz, tutucular, sanat alanında su başlarını tutmuşsunuz bir kere, kendi dışınızdakilere yaşama hakkı tanımıyorsunuz. Sadece kendi yaptıklarınızı kurala uygun ve gerçek sayıyorsunuz! Sanatçı saymıyorum sizi! Ne seni ne de onu!
Anton Çehov, Martı
Konuyu desteklemesi açısından istatistiki bir bilgi vermek isterim: Yurdumuzda konservatif eğitim veren sanat okulu sayısı son dönemde vakıf okullarıyla birlikte bir hayli arttı. Sayıları şu an otuza yakın olmakla birlikte kuruluş aşamasında olan birkaç okul daha var ve bu okullar da öğrenci kabul etmeye başladığında bu sayı otuzu da geçecek. Şimdi diyeceksiniz ki, ne yani fena mı? Fena ne kelime, korkunç! Çünkü istihdamı sıfır olan bir meslekten bahsediyoruz! En azından benim de bir neferi olduğum tiyatro sanatı açısından böyle. Evet, yazıyla ve rakamla sıfır! Diğer disiplinlerin alan bulma konusunda tiyatrodan daha dar bir çemberde alanlar barındırdığını da belirtmekte fayda var. Yani ben tiyatroyu bu yerleşimsizlik ekseninde en imkân bulunabilir sanat disiplini olarak görüp örnekliyorum ve bunun da reel rakamı sıfır! Otuz kadar okuldan her sınıfı ortalama onar kişi düşünürsek her yıl toplamda üç yüz mezun sanatçı verilmiş olur. Ve ister inanın ister inanmayın her yıl katlanan bu sayının kendini gerçekleştirme, mesleğini icra edebileceği bir alan bulabilme ve bu alanda başarılı olabilme oranı en iyi ihtimalle yüzde üçtür. Bu da hasbelkader belki beş on yılda bir birkaç kurumsal yapıda tiyatro oyuncu seçmeleri açacak da bizim diğer meslektaşlarına göre nispeten kendini daha çok donatabilmiş olan genç sanatçılarımız kurumsal ya da ödenekli bir yapıya dâhil olabilecekler.
Yani demem o ki, yüzdelikteki rakam dikkate alındığında, bu bir yönüyle umut tacirliği değil de nedir? Asla bir sanat disiplininde istikbali olamayacak genç insanları, düşük nitelikli seçkilerden ayıklayıp onu mesleki olarak bu yola kerhen teşvik etmek bir insana yapılabilecek en büyük kötülüklerden biridir. Maharet biçki dikiş kursu gibi oraya buraya sanat okulu açmak değildir. Nitelikli sanatçılar yetiştirebilmek ve onlara gündelik kaygılardan arındırılmış, sürdürebilir bir sanat hayatı içerisinde kendini ve toplumu biçimleyebileceği eserler üretmesine imkân verecek bir alan tahsis etmektir. Bu bir neden sonuç ilişkisi aslında. Nasıl ki eğitim fakülteleri ve formasyon ile alan öğretmeni hüviyeti kazanan atanamayacak sayıda milyonlarca öğretmen, özel sektörün insafsızlığına terk edildiyse sanatçı da sayısı nispeten az olmasına rağmen bu çok küçük istihdam karşısında kendi koşullarını oluşturmaya zorlanarak kaderine terk edildi.
Şunu söylemeden de edemeyeceğim, henüz bu kadar sanat okuluna yetecek ve öğrenci yetiştirebilecek nitelikte akademik kadromuz da yok. Yani o kadrolarda birileri var fakat üzülerek söylüyorum bu hocalarımızdan kaçı bir sanat okulu öğrencisinin hayatına dokunabilecek niteliğe sahip? Sırf akademik ikbal uğruna olmayacak yerlerde olmayacak bölümler açıp bu gençlere hayatının en büyük kumarını oynatıp bile bile kaybettirenlere teessüflerimi sunuyorum. Doğdukları yerden uzaklaşmak istemeyen, önem verdikleri en önemli şey başkalarının hayatı olan, evliliği yaradılışın olmazsa olmazı gören, kendilerince inançlı olup insan üzmekten imtina etmeyen insanların çoğunlukta olduğu şehirlerde kendi arka bahçelerini yaratmaya çalışmanın nasıl bir bedel doğurduğu hakkında bilgilerinin de olduğunu, daha da vahimi bunu bile isteye tercih ettiklerini düşünüyorum.
Diyelim ki genç bir meslektaşımız bardak altlığı ve not defteri hediyeli, sözde edebiyat dergilerinden hiçbir farkı olmayan bu gibi okullardan birinin tedrisatından geçti. Hadi diyelim ki bu tedrisattan geçerken bir de kendi kendine farkındalığı oluştu ve aldığı eğitimi burayla sınırlı tutmaması gerektiğini idrak edip bu süreçte alabildiğine kendini de geliştirdi. Yine de kendisini dışarıda sahip olduğu yeteneğe aç bir dünya karşılamıyor maalesef. Kendini sürekli olarak yeniden yeniden ve yeniden ispat etmek durumunda. Çünkü o bir no-name! Onun önünde, ona sormadan belirlenmiş seçenekler var; mezuniyeti itibarıyla eğer rastlayabilirse bir ödenekli tiyatro sınavına girmek ve başarılı olmak, en az ödenekli tiyatrolar kadar marka değeri olan kurumsal yapıya sahip, tanınmış bir tiyatroda veya yapımda yer alabilmek yahut kendi sanat kurumunu kurmak.
Bu üçüncüsü genelde en çok tercih edileni oluyor. Her yıl onlarca yeni isimde kurulmuş ekipler duyarım fakat bir sonraki yıl bu isimleri duymam. Nispeten yüksek kalibre tiyatrolarda kendine yer edinemeyen genç meslektaşımın buna meyletmesinin sebebi, enerjisi ve gayretine duyduğu inançla, güvendiği birkaç yeni meslektaşıyla beraber camiada yeni bir soluk olabilmenin hayalini kuruyor olması.
Bu hayale saygı duyuyorum no-name! Seni duyuyorum! Sen birçok insanın aksine sanatı hayatının tümüne yaymayı tercih ederek, bununla bir aç bir tok kalmayı göze alarak başlı başına bir cesaret timsalisin! Seni duyuyorum! Sen sırf kendine bir koltukluk yer açabilmek ümidiyle güvencesiz çalışan, yol parasını ancak çıkarabildiği hâlde mesleğini yapabiliyor olmaya tutunan, kimsenin tanımadığı, bilmediği, o gün orada olmasan fark edilmeyecek olan, no-name! Seni duyuyorum! Mazbut seyircimizin o akşam tiyatroya gidecekse tercihinin senden değil de celebrity tiyatrodan yana kullandığı, çoğu zaman oyunu dahi izlemediği, çıkışta oyundaki ünlüyle fotoğraf çekinebilmek amacıyla orada bulunan seyircimiz tarafından yalnız bırakılmış olan sen! No-name! Seni duyuyorum. Sen her eylül kendini yeniden ispat etmek zorunda olan ve her mayıs yeniden işsiz kalan no-name! Seni duyuyorum!
Ah, hangi ölümlü tam özgür ki?
Ya paranın kölesidir.
Ya da kaderinin tutsağı olmuştur.
Ya da kentteki çoğunluk veya yazılı kanunlar
Yaptırmaz, en iyi olarak gördüğünü…
Euripides, Hekabe
Uğraşan biriyim. Kendimi tek bir kelime ile tanımlayacak olsam bu olurdu herhalde. Kendimle, çevremle, işimle, aklımla, hayalimle, dünya ile, gökyüzüyle devamlı bir uğraş içerisinde buluyorum kendimi. Mutlak bir şeyleri daha iyi bulabilmek uğruna kavga verirken rastlıyorum kendime devamlı. Uğraşıyorum işte… Daha fazla okumaya, daha fazla birikmeye, anlamaya, anlatmaya, anlatamadıkça yazmaya; uğraşıyorum…