Son zamanlarda şeffaflık terimi oldukça sık kullanılmaya başlandı. Şeffaf olmak, şeffaf bir politika izlemek, şeffaflığı dobralıkla özdeşleştirmek gibi bazı durumlar gündelik pratiklerde önemli bir yer tutar oldu. Bu kullanımlar genellikle iyi birtakım durumları çağrıştırmakta. Ancak durum sahiden böyle mi, orası meçhul. Yani şeffaflık, toplum için gerçekten de geliştirici ve refahı artıran bir yana karşılık geliyor mu? Yoksa topluma sanıldığı gibi bir dinamik katmayıp onu kristalize mi ediyor? Bu ve bunun gibi soruları sormanın imkânını veren felsefî bir metin var elimizde. Byung-Chul Han’ın 2012 yılında yayımlanmış kitabı Transparenzgesellschaft, Şeffaflık Toplumu adıyla 2017’de Haluk Barışcan çevirisiyle Türkçeye kazandırıldı. Metis Yayınları tarafından yayımlanan bu kısa kitap dokuz bölümden oluşuyor: Olumluluk Toplumu, Teşhircilik Toplumu, Apaçıklık Toplumu, Porno Toplumu, İvme Toplumu, Teklifsizlik Toplumu, Enformasyon Toplumu, İfşa Toplumu ve Kontrol Toplumu. Bu her toplum tipi birbiriyle ilişkili ve aralarında (zamansal) bir ardışıklık söz konusu. Yani olumluluk toplumunun bizi götüreceği yer teşhircilik toplumunun kendisi olmakta.

2019 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Peter Handke’nin Am Felsenfenster morgens (Sabah, Bir Kayanın Penceresinde) kitabında geçen bir ifade olan ‘‘Başkalarının hakkımda bilmedikleriyle geçinirim ben’’, henüz kitabın eşiğindeyken çıkar karşımıza. Han bu alıntıyla kitabına başlayarak kuvvetle muhtemel bize, modernize olmuş şeffaf bir toplumda varlığımızı sürdürmenin (neredeyse) tek yolunun başkalarının hakkımızda bilmediği şeylerden geçtiğini ima eder. Çünkü şeffaf bir toplumda herkes, herkes hakkında her şeyi bilir -ya da en azından bilmek ister. Bundan kaç(ın)abilmenin tek yolu ise, başkalarının kıyıda köşede kalmış yanlarımıza ulaş(a)mamasını sağlamaktan geçmektedir. Görünür olmayanın gizemi, yaşamayı mümkün kılar.

Byung-Chul Han’a göre yeni bir dogma söz konusu, ki bu da şeffaflığın güven yaratmasıyla ilgili. Güvenden bahsettiğimiz toplumlarda aslında bu kavramın anlam bakımından tahribata uğradığını göz ardı etmemek gerekir. Böyle bir yaklaşımın eşliğinde, şeffaflığın güven ile değil aksine güvensizlikle bağlantılı olduğu görülür. Bir güvensizlik toplumudur şeffaflık toplumu. Görmediklerine güven(e)meyen bireyler açık seçikliğin, dolaysızlığın (pornografinin) talepkârı olurlar. Güvenin zedelenen karakteri, şeffaflık toplumunda kontrole mahkûm edilmiştir. Bir toplum ancak kontrol edilebildiği ölçüde şeffaf olabilir. Kontrol edilmeyen durumları -muhtemelen- tahmin etmek gerekecektir; bu öngörü süreci de işleyişi yavaşlatacağından şeffaflık toplumu tarafından arzulanmaz, dolayısıyla burada kontrol her şey olur.

Han için şeffaflık insanı camlaştıran bir yapı arz eder. Şiddeti de tam burada yatmaktadır. ‘‘Sınırsız özgürlük ve iletişim topyekûn kontrol ve gözetime dönüşür. Sosyal medya da giderek toplumsallığı disiplin altına alan ve sömüren dijital panoptikonlara benzemektedir daha çok’’ (Şeffaflık Toplumu, 12).

Han için şeyler, ‘‘her türlü olumsuzluklardan arındırıldıklarında, pürüzsüzlüğe kavuştuklarında, yani düzleştirildiklerinde, sermayenin, iletişimin ve enformasyonun pürüzsüz akıntılarına direnç göstermeksizin dâhil olduklarında şeffaf olurlar.’’ (Şeffaflık Toplumu, 15). Ulaşabildiğimiz şeyler şeffaftır; kontrol edilmeyle paralel ilerleyen ulaşılabilirlik kolaylığı sayesinde çok fazla düşünsel ve geliştirici etkinliğe gereksinim duyulmaz. Olacak ve bitecek çoğu şeyin nasıl gerçekleşeceği bir anlamda kurgulanmıştır. Kısacası şeyler, çok zorlanmadan şeffaflaştırılabilir. Böylelikle de yönetilmeleri basitleşir. Han’ın ifadesiyle ‘‘rayihalar yayan güzel özlerini ancak belirli bir zaman geçtikten sonra bulan şeyler’’ (Şeffaflık Toplumu, 51), özsüzleştirilir. Dolayısıyla kendi karakterlerini yansıtamadan, sergi aracı olarak sıradan bir misyon üstlenirler.

Aynının cehennemi (Şeffaflık Toplumu, 16)olarak karşımıza çıkan şeffaflık toplumu, her türden tekilliğin sonlandığı bir düzleme denk gelir. Şeylerin tekilliklerinden yoksun bırakıldığı böylesi bir ortamda, farklı olanı güvenli alanın dışına atma ve birbirine benzeyenler ile yola devam etme mottosu, sistemin hızını etkilememek için elzemdir. Aksi hâlde öteki olanı tanımaya çalışma, hem istikrar grafiğini bozabilir hem de (şüphesiz) bir yavaşlığı beraberinde getirir. ‘‘Sır, yabancılık ya da başkalık sınırsız iletişimin önünde engeldir. Bu nedenle şeffaflık adına ortadan kaldırılırlar. İletişim, düzleştirildiği zaman, yani tüm eşikler, duvarlar ve yarıklar ortadan kaldırıldığı zaman hızlanır’’ (Psikopolitika, 19).

Şeffaflık toplumunda olumsuzluk, istenmeyen bir durumdur. Hızı etkileyecek, istikrarı bozabilecek potansiyel tüm negatif gelişmeler kapı dışarı edilmeye çalışılır. Bireyler arasındaki şeffaf etkileşimler, gerçek anlamda bir dinamizmden uzakta yer alırlar. Bu nedenle onların sadece dişlinin bir parçası olarak, iletişim ağında kendilerine düşen enformasyon aktarımı görevini yerine getirmeleri beklenir. Hâlbuki Han’a göre, insan kendisi için bile şeffaf değildir.

‘‘Olumluluk toplumu hiçbir olumsuz duyguya da izin vermez. Böylece insanlar eziyet ve acıyla başa çıkma, buna biçim verme becerisini yitirirler. Nietzsche’ye göre insanın ruhu derinliğini, büyüklüğünü ve gücünü tam da olumsuzlukta oyalanmaya borçludur’’ (Şeffaflık Toplumu, 20). Mekanizasyonun getirisi ile beraber adeta -faili meçhul olmayan- duygu cinayetleri işlenir. İşleyişi zedeleyebilecekleri, bireyleri düzenden uzaklaştırma ihtimali taşıdıkları için duyguların sesleri kesilir. Hesaplayıcı ve planlamalar üzerinden şekillenen bir toplumda böyle bir strateji elbette ki tesadüf değildir. Aklın sunduğu randımanın duygudan alın(a)mayacağını bilen şeffaflık toplumu, bireyleri duygusuzlaştırmak için efor harcar ve dolayısıyla onların duygularını sömürür. Olumsuz sayılabilecek hiçbir duygu durumuyla karşılaşmamaya başlayan birey ise makineleşmeye yüz tutar.

‘‘Şeffaflık ile hakikat özdeş değildir. Hakikat, diğer her şeyi yanlış ilan ederek kendini ortaya koyar ve kabul ettirir. Daha fazla enformasyondan ya da enformasyon yığınından ortaya hakikat çıkmaz. Aşırı-enformasyon ve aşırı iletişim hakikat eksikliğinin, dahası varlık eksikliğinin belirtisidir. Daha fazla enformasyon, daha fazla iletişim bütünün temel belirsizliğini ortadan kaldırmaz. Hatta daha da artırır’’ (Şeffaflık Toplumu, 23). Toplumda iletişimin ve enformasyonun bolluğu genellikle iyi bir şey olarak görülür, çünkü bu durum şeffaflık ile ilişkilidir. Başkası hakkında ne kadar bilirsek o kişi bizim için o kadar şeffaflaşır. Ancak söz konusu enformasyonların birikmesiyle beraber hasıl olan temelsiz yoğunluk, insanı, ardından gitmeye değer bulduğu hedeflerinden uzaklaştıran bir görünüm sunar. İnsanın kendisine yeteri kadar vakit ayıramadığı durumlarda etrafındakiler, onun bu hakkını bir bakıma gasp eder. Dolayısıyla birey de görünmez bir şekilde başlayıp kısa sürede görünür olan şeffaflık yarışında geri kalmamak için kendini gönüllü biçimde sunmaya başlar. Fakat Han’ın da vurguladığı gibi bu durum karmaşayı daha da genişletir ve hakikatten uzaklaşmanın bir portresini çizer. ‘‘Bugün kendimizi hiçbir talimat, hiçbir zorlama olmaksızın gönüllü olarak gözler önüne seriyoruz. Verilerimizi, kendimize ilişkin enformasyonu, hakkımızda kimin, ne zaman, hangi vesileyle, neyi bildiğini bilmeksizin gönüllü olarak internete koyuyoruz. Bu kontrol edilemezlik özgürlüğün ciddiye alınması gereken bir krizini gösterir’’ (Psikopolitika, 20-21).

Haddinden fazla gerçekleşen enformasyon akışları, rotası belirlenmemiş düşünce ve yaratım için gerekli olan boşluğun bir türlü oluşmamasına neden olur. Sürekli ne yaptığımızı, ne yediğimizi ya da nereye gittiğimizi ilan etmek, durmak bilmeyen bir pazarlama sürecinin ana bileşenlerindendir. Bu nedenle Han’a göre, teşhircilik toplumunda her özne kendi reklam nesnesi olur.

‘‘Şeffaflık toplumu sadece hakikatten değil görünüşten de yoksundur. Ne hakikat ne de görünüş şeffaftır. Tümüyle şeffaf olan tek şey boşluktur. Bu boşluğu bertaraf etmek için bir enformasyon yığını devreye sokulur. Enformasyon ve iletişimin artması kendi başına dünyaya aydınlık getirmez. Şeffaflık kâhinliğe yol açmaz. Enformasyon yığını hakikat oluşturmaz. Ne kadar çok enformasyon serbest kalırsa dünya o kadar karmaşıklaşır’’ (Şeffaflık Toplumu, 61).

Şeffaflık toplumu bir sömürü toplumudur. Kendisini sürdürebilmek maksadıyla şeffaflık haricinde karşılaştığı her şeyi sömürme yolunu tercih eder. Böylelikle süratli bir şekilde gerçekleşen enformasyon akışının yolunu daima açık tutmaya çabalar. Han’ın altını çizdiği gibi şeffaflık zorlaması, ahlâki ve biyopolitik olmaktan çok ekonomik bir yana işaret eder; tam da bu noktada kapitalizm ile olan ilişki gözler önüne serilir. Yarar sağlayacak tüm sirkülasyonları sürdürmeye gayret eden şeffaflık -kontrol- toplumu, ekonomik bir kaygı temelinde pragmatist bir politika güder. Yüzeysellik ve olumluluk oldukça önemlidir bu toplumda. Bu kavramlar eşliğinde, uzağına düşülen hakikatin sanal görünümleri bireylere servis edilir. Çaba göstermenin hazzından bihaber olan toplum üyeleri, kendilerine sunulan bu nazik servisi geri çevirmezler ve hakikate ulaştıklarını zannederler. Hâlbuki Han için, şeffaflık ile hakikat özdeş değildir. Çünkü hakikat, bünyesindeki olumsuzlukla birlikte yaşar. Onun olmadığı bir düzlem ancak olumluluk olimpiyatlarının sahnesi olabilir.

Şeffaflık toplumu mesafe yitiminin meskenidir. Mesafe, fayda getirecek çeşitli dolaşımların gerçekleşmesine engel oluşturacağından olumsuz bir şey olarak algılanır. Bu yüzden Han’a göre şeffaflık toplumu kendi iç mantığı gereği her tür mesafeyi yok eder. Burada Heideggerci bir tınıya rastlarız. Martin Heidegger, kaleme almış olduğu Şey (Das Ding) makalesinde yakınlık üzerine düşünür. Filozofa göre insanın çeşitli bilimsel gelişmeler ile birlikte aceleyle ortadan kaldırdığı ‘mesafe’ zorunlu olarak bir yakınlık getirmez. Çünkü Heidegger’e göre yakınlık, mesafenin kısalığından oluşmamaktadır. ‘‘Mesafe bakımından bize ölçülemeyecek derecede uzakta bulunan bir şey, yakınımızda olabilir. Mesafenin kısalığının kendisi yakınlık değildir. Mesafenin uzunluğu da uzaklık değildir’’ (Şey, 151). Mesafesizlik toplumu da diyebileceğimiz şeffaflık toplumu, Heidegger’in sözünü ettiği ‘uzak mesafenin yakınlık getirebileceği’ ihtimalini gündemine dahi almaz. Çünkü insanların yanı başlarında olmayanı arayacak ne vakitleri ne de istekleri vardır. Çoğu birey özel bir çaba göstererek yakınında olmayanın hakikatini keşfe koyulmaz.

Kitapta Han’ın Walter Benjamin’den yaptığı alıntıya göre, ‘‘kült görevi gören nesnelerde önemli olan ‘görülmelerinden ziyade mevcudiyetleridir’. ‘Kült değeri’ teşhir edilmelerinden değil, mevcudiyetlerinden kaynaklanır. Erişilemeyecek bir mekânda saklayarak gözlerden uzak tutma şeklindeki uygulama kült değerini artırır’’ (Şeffaflık Toplumu, 25).  Han’a göre var olabilmek için sergilenmiş olmalarının gerektiği olumluluk toplumunda, hepsi birer meta olmuş şeyler sergi değeri uğruna kült değerini yitirirler. Çünkü görünmedikleri sürece kapitalist ekonominin arzuladığı maddi kazancı sağlamazlar. Bu kazancın gerçekleşmesi için sürekli göz önünde tutulan şeyler tüketilemez fakat güncelliğini kaybettiği anda yerini bir başka şeye kaptırmaya da karşı koyamaz.

Heidegger’in Sanat Eserinin Kökeni kitabında, sanat eserlerinin ve diğer şeylerin varlıklarına dair vermiş olduğu şu örneğe bakalım: ‘‘Hölderlin’in şiirleri diğer temizlik eşyalarıyla birlikte bir askerin sırt çantasında bir arada bulunuyordu. Beethoven’in kuartetleri, yayınevlerinde tıpkı patatesler gibi depolanır’’ (Sanat Eserinin Kökeni, 11). Hölderlin’in şiirleri ya da Beethoven’in kuartetleri her ne kadar birer sanat eseri olmayan şeylerin yanında bulunsa da, görülmedikleri ölçüde bir kült olma potansiyeli taşımaktadırlar. Han’ın verdiği örnek gibi, bazı Meryem resimleri neredeyse yılın her günü üzeri örtülü olarak durur (Şeffaflık Toplumu, 25). Ancak üzerinin açıldığı sayılı günlerde bile sürekli sergi malzemesi yapılan ‘şeyler’den daha estetik bir anlam ifade eder. Hölderlin ve Beethoven örneğinde de durum böyledir: Onların mevcut olmaları yeterlidir. Şeffaflık ve teşhirin ilmek ilmek işlendiği bir toplumda ise kime ait olduğu fark etmeksizin, herhangi bir şey sergilenmediği sürece yoktur. Sergi değerinin eserin önüne geçirildiği bir yerde -ne yazık ki- olası estetik sohbetler ve yorumlamalar çoktan uçup gitmiştir.

Kitapta bir Kafka cümlesi yer alır: ‘‘Onları zihinlerimizden atmak için çekeriz şeylerin fotoğraflarını’’ (Şeffaflık Toplumu, 44). Durum tam olarak böyledir; yanımızda taşıdığımız an sabitleyiciler (telefonlar, fotoğraf makineleri) zihnimizi işgalden kurtarırlar. Bir müzeye ya da katedrale gittiğimizde eğer etrafta görevli görmüyorsak hemen karşılaştığımız heykelleri, ikonaları, freskleri vs. fotoğraflamaya çalışırız. Gördüğümüzü hızlıca ana hapsetme arzusu hazdan mahrum bırakır bizi. Görülenle doğrudan kurulan temas, açık seçik bir durum olarak pornografik bir yana denk gelir. Tam da bu yüzden şeffaflığın olduğu yerde hazzın izi aranmaz.

Şeffaflık ve kontrol arasında sıkı bir bağ vardır. Han, Jeremy Bentham’ın panoptikon anlatısından yola çıkarak ‘‘dijital panoptikon’’ diye bir şeyden bahseder. Ona göre ‘‘tümüyle yeni, perspektifsiz bir panoptikonun başlangıcını yaşamaktayız’’ (Şeffaflık Toplumu, 67). Bentham’ın panoptikon modelini kısaca hatırlarsak, onun en başta kişiyi ıslah etmeye yönelik bir yapı olduğunu söyleyebiliriz. Hapishane, okul gibi kurumlar panoptik bir kontrole işaret eder. Bütünü gözlemlemek amacıyla tasarlanan yapılarda, gözetlenen kişi saklanacak bir yerden yoksundur; yapılan aydınlatma ile birlikte görevli ya da nöbetçi, kendisini görmeyenlerin tüm hareketlerini izleme durumundadır. Gözcünün daima farkında olan panoptikon üyeleri, bu ışıkta sürekli kontrollü bir şekilde hareket ederler. Han’a göre, ‘‘Bentham’ın panoptikonunda yer alanların aksine dijital panoptikonun sakinleri özgür olduklarını sanmaktadırlar’’ (Şeffaflık Toplumu, 68).

Han’ın tasvirindeki özel bir panoptik yapıda bulunan modern şeffaf bireyler, Bentham’ın modelindeki insanlardan farklı olarak birbirleriyle oldukça yoğun bir iletişim hâlindedirler. ‘‘Şeffaflığı garantileyen yalıtılmışlığın getirdiği yalnızlık değil hiper-iletişimdir’’ (Şeffaflık Toplumu, 68). Görünürde dış bir zorlamaya maruz kalmadıkları görülen dijital panoptikon üyeleri, tamamen hür iradeleriyle kendilerini açtıklarında, ifşa ettiklerinde ve sergilediklerinde özgürleşmenin kapısını araladıklarını düşünürler. ‘‘Dijital kontrol toplumu özgürlüğü yoğun bir şekilde kullanır. Bu da gönüllü olarak kendini ışıklandırma ve soyunma sayesinde mümkündür sadece’’ (Psikopolitika, 18).

Yazarın vurguladığı gibi şeffaflık toplumu, azalan güven nedeniyle kontrole önem veren bir güvensizlik ve şüphe toplumudur. Dijital panoptikonun birbirleriyle boşluksuz bir etkileşimde bulunan mahkûmları bu eylemde alabildiğince gönüllüdürler. Performansın ve verimin oldukça önemli olduğu bu toplum tarzında, sömüren özne sömürülen de oluverir. Byung-Chul Han’a göre kendini-sömürü, ötekili-sömürüden daha verimlidir, çünkü bir özgürlük duygusu eşliğinde gerçekleşir. Herhangi bir zorlama olmadan, kendi inşası sonucunda ortaya çıkan mecburiyetin esiri olan dijital özne, özgürlüğe ulaştığı sanısıyla hareket eder. ‘‘Dijitalleşmiş, ağa bağlanmış özne kendinin panoptikonudur’’ (Psikopolitika, 68).

Dünyanın tamamını bir nevi panoptikona benzeten yazar için panoptikonun dışından söz etmek pek mümkün değildir. ‘‘Bizi disipline etmeye çalışan panoptikonlardan kurtulur kurtulmaz yeni, çok daha güçlü bir panoptikona teslim ediyoruz kendimizi’’ (Psikopolitika, 18). Çeşitli internet ortamları ve sosyal medya platformları da bu panoptik yapıya, özgürlüğün meskenleri olarak dahil olur. Çünkü insanlar buralarda özgürce yazıp, çizebildiklerini hissederler. Bu özgürlüğe ulaşma isteğinin getirdiği gönüllü teslimiyet, panoptik yapılanmaya şüphesiz fayda sağlar. Han’a göre ‘‘dijital panoptikondaki mahkûm aynı zamanda hem kurban hem faildir. Özgürlüğün diyalektiği de tam olarak budur’’ (Şeffaflık Toplumu, 72).

Byung-Chul Han’ın yapmış olduğu tespitler her ne kadar isabetli ve bir ölçüde takdire şayan olsa da asıl sormamız gereken şey, bu tespitlerin bizi harekete geçirip geçiremeyeceğidir. Sindirilmiş, dolayısıyla da şeffaflık kıskacından çıkmaya dair umudunu yitiren bireyler olarak kalmayı sürdürecek miyiz? Yoksa yeni bir toplum inşası için gönüllü teslimiyetten feragat mı edeceğiz? Sanırım bu soruların cevabını içinde olduğumuz kocaman gözetleme havuzundan bir süreliğine de olsa çıkarak, sistemi sekteye uğratan bir boşlukta düşünmeliyiz.

KAYNAKLAR

Byung-Chul Han, Psikopolitika: Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri, çev. Haluk Barışcan, İstanbul: Metis Yayınları, 2020.

Byung-Chul Han, Şeffaflık Toplumu, çev. Haluk Barışcan, İstanbul: Metis Yayınları, 2020.

Martin Heidegger, Sanat Eserinin Kökeni, çev. Fatih Tepebaşılı, Ankara: De Ki Basım Yayım, 2011.

Martin Heidegger, Şey, çev. Erdal Yıldız & Ali Kaftan, Kutadgubilig Felsefe-Bilim Araştırmaları Dergisi, Sayı: 9, Mart 2006, s. 151-165.