Arthur Schopenhauer felsefesinden söz açılmayagörsün; mutlaka birisi çıkar ve tarihi dönüştürüyormuşçasına çalımlı ve adalet dağıtıyormuşçasına vakar içinde bir tavırla şöyle söyler: “Ama o bir kadın düşmanı!” Ve pekâlâ haklı sayılabilecek kimi gerekçeleri, bu haklı gerekçelerin önüne geçecek denli inceliksiz bir tavırla sıralamaya başlar: “Kadınlar hakkında yazdıklarına bakılırsa”, “annesinin cenazesine bile katılmamış”, “yaşlı bir kadını merdivenlerden iten birisi”, “kadınlar tarafından reddedildiği için onlara nefret beslemesi” ve kadın düşmanı olarak işaret edilmesini haklı gösterebilecek birkaç yarım kalmış tümce daha… Tarihi bu şekilde okumanın epeyi konforlu olduğu konusunda kuşkuya yer yok elbette; “Schopenhauer kadın düşmanıdır ve dolayısıyla söyledikleri de değersizdir” türünden bir işin içinden sıyrılmayı kim hayâl etmez ki? Schopenhauer bilmediğinden ve onun felsefesini anlamadığından değil –hiç değil−, ona tenezzül etmediğinden ötürü ondan geri durmak, kimbilir ne konforludur! Gelgelelim, tarihin içinde bahsini geçirdiğimiz bu “biricik”, tarih için pek az şey ifade ediyor olsa gerektir ki, Schopenhauer geçtiğimiz iki yüzyılın en etkileyici filozoflarının başında gelmiştir. Hem de bu etkileyicilik, felsefe disiplininden de öte, disiplinlerarası bir geçerliliğe sahiptir.

Arthur Schopenhauer’un başyapıtı olan İstenç ve Tasarım Olarak Dünya (Die Welt als Wille und Vorstellung) 1819 yılında yayınlandığı zaman, kimse bu eserin etkisinin bu denli uzun ve etki alanının ise bu denli geniş olacağını kestiremiyordu. Fakat zaman geçtikçe, Schopenhauer bu ilk dönem eserinin, daha sonraki eserlerinin tümü için kapsayıcı olduğuna ve bu eserin temel eseri olduğuna ikna olmuş gibiydi – belki de daha en baştan buna inancı tamdı. Bu eser, İstenç merkezli bir ontoloji öneriyor ve deyim yerindeyse akıl-merkezci, akıl-egemen yaygın düşünüş ve kanaat için radikal bir saldırı planlıyordu. İstenç, bütünüyle usdışı, bilinçsiz bir motivasyon olmasıyla, rastgele bir buyurganlık hâlinde, insanı ızdırap, boşluk duygusu, can sıkıntısı gibi duygulanışların pençesine itiyordu. İstenç merkezli bu düşünce, felsefî bir paradigma değişiminin temellerini örmekle kalmıyor, aynı zamanda psikoloji, edebiyat, kozmoloji gibi diğer disiplinler için de esin verici görünüyordu. Ve aynı zamanda Schopenhauer, ızdıraptan ve can sıkıntısından bir kurtuluş olarak, İstenç’in sesinin kısılmasını, İstenç’e yüz çevirmeyi, dünyadan ve dünya zevklerinden el-etek çekmeyi de öğütlüyordu − ki burada bir yaşamöyküsel tutarsızlık sezmek hiç de güç değildi. Fakat gelgelelim, Schopenhauerian bu öğüt, ondan iki yüzyıl sonrası için, yani bugünümüz için de esin vericiydi − ki insansoyu, dünyadan el-etek çekmenin ne denli kıymetli olduğunu son bir yılda daha iyi kavamış olmalıydı – ama ne var ki olmadı.

Gelgelelim Arthur Schopenhauer bir kadın düşmanıydı – evet, evet, o bir kadın düşmanıydı ve kadınlardan nefret ediyordu ve bütün mesele buydu. Sigmund Freud’dan Ludwig Wittgenstein’a, Carl Gustav Jung’dan Hermann Hesse’ye, Albert Einstein’dan Samuel Beckett’e, Lev Tolstoy’dan Karl Popper’a, Thomas Mann’dan Henri Bergson’a kadar pek çok farklı disiplinden pek çok tarihsel kimse de, sırf kadın düşmanı olduğu ve kadınlardan nefret ettiği için ondan ve onun fikirlerinden etkilenmişti. Onları Schopenhauer’a hayran bırakan şey, kadınlar hakkındaki menfî düşünceleri, annesi ile olan çatışmalı münasebeti, kadınlar tarafından reddedilişi ve elbette yaşlı bir kadını merdivenlerden aşağı itişi idi – bir fikri takip etmenin bundan daha iyi bir yolu var mıdır? İşte bu “huysuz ihtiyar”, “kuyruk acısı olan erkek”, “aksi adam”, hiçbir zaman okunmaya değmedi. Bana sorarsanız, hâlâ değmez…

Olgunlaşmakta olan bir mısır tarlasında, bazı merhametsiz ayaklarca çiğnenmiş mısırların olduğu bir yere geldim; ve sayısız gövdenin arasında gözlerimi gezdirdikçe, her biri birbirine benzeyen, başakların ağırlığını taşıyan, öylece dimdik duran, çok sayıda farklı çiçek gördüm, kırmızı ve mavi ve eflatun. Minik yapraklarıyla doğallıkla öylece büyürken ne kadar da güzel görünüyorlardı. Oysa, düşündüm ki, epey yararsızdılar, meyve vermiyorlardı, yalnızca yabani birer ottular, temizlenmedikleri için oldukları gibi kalmalarına göz yumuluyordu. Yine de, hiç olmazsa bu çiçekler için, bu gövdelerin el değmemiş doğasında gözleri büyüleyecek hiçbir şey olmayacaktı. Şiirselliğin ve sanatın sembolleriydiler, kent hayatında mısırdaki çiçeğin –çok sade, fakat yine de meyvesi olmadan da yararlı– rolünün aynısını üstleniyorlardı.