Yazıp sileceksem, eh ne anladım ben bu işten. Önümü göremeyince cesaretim oldum olası kırılır zaten. Naçizane teşhisim, tünelin ucunda ışık görememe hastalığı… Reçeteye yazınız, günde bir doz umut verilmesi gerekir…ki geçici körlük nüksederken, otosansüre meyillilik sergilenmesin.

Yazıp sildim onca hikayemi, oysa yak yok et nereye kadar… Deve kuşundan mütevellit bir arzu bu. Dünya koca bir kar yumağı iken, içine doğup da iz bırakmamak ne mümkün.

İlk gençlik kendinden bir nebze bihaber olmaktır, bilirsiniz. Yoksa erken ergenliğimi şiirlere taşıyıp koşarak aldığım o edebiyat dergilerine niçin kendi şiirlerim yerine bir arkadaşımınkini yollayayım ki… Ortaokuldayız. Yolladığım şiirin dergide yayınlandığını gördüğüm bir öğleden sonra dersinde, kendimi tutamayıp tüm sınıfa ilan edişim tarifsiz bir taşkınlıktı. Arkadaşımı, o yaşa münhasır şöhretine kavuşturduktan sonra dank etti, kendi şiirlerime ettiğim köklü ihanet. İnsan üstünden kaç yıl geçerse geçsin kendine kırgın kalabiliyormuş. Uzun müddet kırgın kaldım.

Bir keresinde gönlümü almaya çalıştım. “Okuduğunuz kitabın özetini çıkarınız!” ödevine denk geliyor. Hermann Hesse’ nin Bozkırkurdu’nu seçmiş, günlerce Hesse ile yatıp kalkmıştım. Kendimi göz ardı edişimin, hayat muhalefeti sebebinden ileri gelen rötarlı telafisine pek bir niyetliydim. Ancak, o sıralardaki edebiyat hocamız, radyo tiyatrosunun ileri gelen isimlerinden olmaya hiç yeltenmemiş oluşunun acısını bizlerden çıkarmaya hevesli bir yılındaydı. Bu kısmı satırları titreterek yazmak isterim: Hermann Hesse okumuşluğu hiç yoktu. Ödevler geri dağıtıldığında özetimin üstünde, “Sayfada 10 cm. boşluk bırak!”, “Satır atla!” gibi kırmızı oklu komutlara rastlamıştım. “İnsan akıl edemediği şeyler başına geldiğinde çok şaşırır.” ana sonucunu çıkarmam tam o güne denk gelir.

Kendimle kurduğum ilişkinin mazisinde, edebiyat hocasının gösterişi ile burukluğumun çarpışması gibi zamanlama hatalarını nakış gibi işlediğime pek çok kez şahidim. Teğet geçme rekorunun bende olduğuna dair iddiaya bile girebilirim. Bu yüzden self sabotajın Üstad-ı Muhterem’i diyebilirsiniz bana.

Düşünüyorum da, insanın yazdığını saklaması, bir nevi içini saklaması veya içinden fışkıranla vedalaşamaması belki de. Gerçi fışkırmış şeyi tekrar nereye boca edeceksin de, içinde evirip çevireceksin. Dile kolay, 30 yaşıma basıyor olmamım derin bir hüznü var üstümde. Mesela etten kemikten olmak çok dokunuyor şu günlerde. Ham maddemiz hamurdan olsun o kadar isterdim ki…

Bazı huylarını insan itse de çekse de değiştiremiyor. Huy bile kemikleşiyor ya, çok acayip bir şey. Huysuzluklarından bizzat kendi muzdarip oluyor insan. Gitsen de dönsen de tosladığın yer o oluyor. Direkt “Elden Bir şey Gelmeyenler” başlığı altında incelenebilir müstesna bir durum.

Bitmek bilmeyen bir ebeleme hali. Hele o kendini yere göğe sığdıramama hali ile yerin dibine batırma arasındaki ince çizginin, geometride hürmet görmemesi gayet normal. Tüm bu zibidi halleri, yargıcı şahısın huzurunda 20’lerin çömezliğine vermek isterim.

Çömez hayallerin kırığı, sonra kalbin kırığı veya kırılan kemiğin kaynaması… Hiçbiri hamurdan değil. Oysa başımıza gelenlerin hamurdan olmasını nasıl isterdim, ah nasıl…

Sustuğumda unutulmak veya konuştuğumda bırakılmak, manevi hamurumda bir kederlenememe hali yaratmasın da isterdim.

Ironik olan, bir tarafım doğuştan kederli benim. Bazı zaman dünyanın tüm yalnızlığını ben yüklenmişim haline bürünürüm. Kalabalık içinde kendimi soyutlamalarım mevcut, çocukluktan miras. Yeni yıl geceleri 10’dan geriye sayarken gelen ve etraftaki herkes yokolmuşçasına boşlukta uğuldayan, kıvamı kopkoyu o yalnızlık.

Hafızam madem fil, 30’uma hediye, o öğleden sonra dersinde, arkadaşımın okunmasına duyduğum halet-i ruhiye, hamurdan bir selam yoğursam ne güzel olur. Aslında selamımı bronz heykel gibi dikmek isterim kalbimin orta yerine. Gözde büyütülmüş bir 30 yaştan bahsediyoruz. Dikili bir selamım olmasın mı şimdi? Anagramı da yok ki, egoyu saklayayım.

Pastada dikili mumları üflemek yetmedi bu kez ne yapayım. Belki bu kez de ben radyo tiyatrosuna özlem yılımdayım. 30 olup 3 mumla tamamlanmaya çalışmak, insanın hayat deneyimlerini bir pabuca giydirmek gibi geldi. E bu da dokundu haliyle… İşte tam olarak burada, kendimi herkesten soyutlayabilirim: Selam olsun yeni yaşa!

*Kapak görseli: Fatih ÇINAY