Varoluşçuluk ─ L’existentialisme, her ne kadar on dokuzuncu asrın başından itibaren ─özellikle Søren Kierkegaard ve Friedrich Nietzsche felsefeleri ile birlikte─ izlenebilir bir felsefe ise de, bugün kullanığımız bağlamı, Fransız filozof Jean-Paul Sartre’a borçluyuz. Zirâ o, varoluşçu felsefenin temel ilkesini bize cömertçe bağışlamıştı: “Varoluş özden önce gelir!” ─ “L’existence précède l’essence!” Pekâlâ varoluşun özden önce gelmesi ne demektir? “Bu demektir ki insan önce vardır; sonra şöyle ya da böyle olur. Çünkü o, özünü kendi yaratır. Nasıl mı? Şöyle: Dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak yavaş yavaş kendini belirler. Bu belirlenme yolu hiç kapanmaz, her zaman açıktır” (Sartre, 2016, ss. 15). Kendisini varlıkta bulmuş insan (ki düpedüz gelişigüzel fırlatılmış, bırakılmıştır varlığa), kendi özünü kendisi oluşturmakla ödevlidir. İnsan kendisini böylece seçer, kurar ve belirler. Yani o, kendisini nasıl yaptıysa öyledir. Pekâlâ Sartre’ın insana dair bu tasarısı, bize ne söylemektedir?: Daha kabaca bir soru ile, bu tasarı bizim sorumsuz, kayıtsız ve yararsız bir insan olmamızın önüne geçebilir mi?

İnsan kendisini varlıkta/dünyada bulduğu anda aslında hiçbir şeydir: Yavaş yavaş kendisini belirleyerek, kendisini seçerek bir şey olur. Bu belirleme ya da seçiş, onu zorunlu olarak özgür kılar. Sartre’ın çarpıcı ifadesi ile “İnsan özgürlüğe mahkûmdur!”  ─ “L’homme est condamné à être libre!” Fakat bu hürce seçiş, elbette yalnızca bireysel anlaşılmamalıdır. “İnsan kendini seçerken bütün insanları da seçer. Kendini seçmesi bütün öbür insanları da seçmesi demektir aynı zamanda” (Sartre, 2016, ss. 62). Buradan anlaşılması gereken, insanın yalnızca kendisi için değil, tüm insanlar için artık sorumlu olduğudur. Bu sorumluluğu kendisinden üstün bir varlığa da ─sözgelimi Tanrı’ya─ yükleyemez artık; kendini ve dolayısıyla tüm insanları belirleyen, seçen bizzat odur. Bu hiçbir zaman insansoyunun altına giremediği ahlâkî sorumluluk duygusu, beraberinde bir bunaltıyı da getirecektir. “Bağlanan ve yalnızca olmak istediği kimseyi değil, bir yasa koyucu olarak bütün insanlığı seçen kişi, o derin ve tümel (külli) sorumluluk duygusundan kurtulamaz. Doğrusu, birçoğu bu sıkıntıyı (bu iç daralmasını, bu bungunluğu, bu boğuncu) yaşamazlar. Ama biz yine şunu öne süreceğiz: Onlar, bunaltılarını maskeleyerek ondan kaçarlar” (Sartre, 2016, ss. 64-65). Pekâlâ bu yolda, insan tepeden tırnağa sorumlu hâle gelerek, gerçekten de eylemlerini bu sorumluluk duygusuna (ki her ne kadar buna bir bunaltı hissi de eşlik ediyorsa da) göre düzenleyebilir mi? Yani insan bu yolla sorumlu davranabilir mi?

Bu belki de abartılı bir soru. Çünkü kendisini öyle ya da böyle yapan, kendisini belirli bir yolda seçen, belirleyen insanların pek çoğunun ─ya da neredeyse hepsinin─, böylesi bir seçimden haberi dahi yoktur. Birisi o çoğunluktan herhangi birisine gidip; “sen kendi kendini belirlediğin gibisin, kendini nasıl yaptıysan öylesin” dese, alacağı yanıt ne olurdu acaba? Ya da bir yanıt beklemek fazla mı iyimserce? (Yine de denemeye değer). Ama gerçekten de sorumluluk bilincine varmış bir azınlık için, soruyu tekrar etmek ve yanıtını aramaya girişmek mümkündür. Varoluşçuluğa (daha doğrusu Jean-Paul Sartre’ın varoluşçuluğuna) yöneltilmiş Marksist eleştiri, bu felsefenin insanı eylemsizliğe, tembelliğe, miskinliğe sürüklediği yönündedir. Oysaki Sartre, insandaki sorumluluk hissinin ve ona eşlik eden bunaltının, insanı eylemsellik adına motive ettiğini düşünür. İnsan, kendisini tüm insanlık adına sorumlu hissederek eyleme geçer. Sartre’ın varoluşçuluğu bir hareketsizlik, bir yılgınlık, bir bezginlik, bir kötümserlik içermez. Aksine o, karşımıza oldukça umutvâr bir tablo çıkarır. Varoluşçuluğun, insanın sorumlu davranış ve eylemleri için yeterli bir felsefî düzlem olduğuna inancı tamdır. Kaldı ki yine de, insanın kendisini ve diğer insanları seçme süreci, bir kayıtsızlık ve bir yabancılaşma ile de son bulabilir. Nitekim Albert Camus’nün “uyumsuz insan”ının yüzleşmek zorunda olduğu intihar sorusu da ─ki bu soru Camus’ye göre felsefenin temel sorusudur─, bu izlekte değerlendirilebilir. O zaman soru, sizin takdirinize bırakılabilir: Varoluşçuluk, insanı sorumlu eylem için gerçekten motive edebilir mi?

“Neyse ki insancılığın bir başka anlamı daha var. Bu anlamın özü şudur: İnsan kendi dışında vardır, kendi dışına çıkarak var olur. Yani ancak dışa atılarak, dışta kendini yitirerek varlaşır; aşkın (transcendant) amaçları kovalayarak var olabilir. Bu yönden alınırsa, insan ilerleyiştir, aşıştır, oluştur; ilerlemenin, aşmanın göbeğindedir. Nesneleri dahi bu ilerleyişe, bu aşışa, bu oluşa göre yakalar. Demek ki insancıl bir evrenden, insancıl öznellik evreninden başka evren yoktur” ” (Sartre, 2016, ss. 113).

Kaynakça:

SARTRE, Jean-Paul, Varoluşçuluk, Çev: Asım Bezirci, Say Yayınları, 2016.

CAMUS, Albert, Sisifos Söyleni, Çev: Tahsin Yücel, Can Yayınları, 2016.