Ediz Hun’u anlatmam kolay değil. Neredeyse, son 54 yılın sanat öyküsü sığmaz bu sayfalara, biliyorum. Sadece oradan buradan, öncesinden sonrasından birkaç şeyi yazmaya çalışacağım elimden geldiği kadar. İtiraf edeyim, hayatın sert virajlarında hep Ediz Hun, Filiz Akın, Çolpan İlhan, Lale Belkıslı filmlere sığınmıştım. Ayazlı, karanlık gölgeli sularda titreşen yakamozlar…Pus kokan hatıralar. İlle hüzün sızan bakışlar. Ve sevginin en yalın, en içten halini o filmlerde bulmuştum. Çocuktum. Yarım asır geride kalmış çoktan…

O filmler. Benim filmlerim. Şu anda yine. Tıpkı, şu andaki gibi yaşıyorum o melodramları.

1 Kasım 1963’de “Genç Kızlar” filmiyle kamera karşısına ilk kez geçen Ediz Hun’un Türk sinemasında en çok edebiyat uyarlamasında rol alan oyuncu olduğunu biliyor muydunuz? Geçtiğimiz aylarda bir rastlantı neticesi peş peşe izlediğim ‘Yaprak Dökümü’, ‘Hıçkırık’, ‘Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi’ filmleri ufak çaplı bir çalışmaya yönlendirdi beni. Ediz Hun’un filmografyasını taradım öncelikle. Sonra diğer oyuncuların. Ve gördüm ki açık arayla, Türk sinemasında en çok edebiyat uyarlamasında rol alan oyuncu Ediz Hun. Ve bu rekoru halen kırılmamış.

1963 Genç Kızlar / Nihal Yeğinobalı

1964 Mualla / Muazzez Tahsin Berkand

1965 Hıçkırık / Kerime Nadir

1967 Yaprak Dökümü / Reşat Nuri Güntekin

1967 Samanyolu / Kerime Nadir

1967 Sinekli Bakkal / Halide Edip Adıvar

1967 Sözde Kızlar / Peyami Sefa

1968 Sabah Yıldızı / Muazzez Tahsin Berkand

1968 Ömrümün Tek Gecesi / Esat Mahmut Karakurt

1969 Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi / Güzide Sabri

1969 Uykusuz Geceler / Kerime Nadir

1969 Yaban Gülü / Güzide Sabri

1969 Sen Bir Meleksin / Maria Von Trapp’ın “ The Sound Of The Musıc”, Yaralı Kalp / George Ohmet’in “Demirhane Müdürü” adlı romanından ve Sonbahar Rüzgarları Charlotte Bronte’nin “ Jane Eyre” ve 1966 yapımı Altın Küpeler filmi ise Yolande Foldes’in “Golden Rings”romanından izler taşımaktadır.

1970 Ankara Ekspresi / Esat Mahmut Karakurt

1971 Bir Genç Kızın Romanı / Muazzez Tahsin Berkand

1985 Acımak / Reşat Nuri Güntekin

2004 Paydos / Cevat Fehmi Başkut

İnce bir yağmur yağıyordu. Çok güzel bir kadın, boşluğa bakıyordu. Şamdandan yüzüne pembe bir ziya düşmüştü. Ediz Hun sarışın kadına doğru döndü.

-Yeşilçam sinemasının siyah beyaz, sonrasında renkli filmleri..

– Nezahat doluydular. Sevgi vardı o filmlerde, içtenlik, romantizm vardı. Hepsi ayrı bir klasik aslında ve inanıyorum ki, kimyada nasıl aminoasitler çok önemliyse, sözünü ettiğin o dönem filmleri de sinemamızın temel taşları arasındadır. Senaryolarındaki duygu yoğunluğunu, sevgi temasını nasıl yadsıyabiliriz ki..

Sinemamızın, kentli dünyanın esas erkeği olarak etki gücünü ve şöhretini 20 yüzyıldan 21.yüzyıla taşımıştı Ediz Hun. Hiç kuşkusuz, her fenomen gibi olağanüstü bir düş kahramanıydı aynı zamanda. Kültürel sosyoloji açısındansa ikonografik önem ve değeri asla göz ardı edilemezdi. Belki farkında bile olmadan kendi seyircisini yaratmış, her yıldız oyuncu gibi kitleleri peşinde sürüklemişti. Masalların, destanların gizemli ölçüsü içinde değerlendirilerek adeta mitolojik bir varlığa dönüştürülmüştü hayranlarının belleğinde. Dahası, toplumun ortak bilinçaltına sızmış birkaç üst kimlik/ imgeden biriydi Ediz Hun. Aynı zamanda da son 53 yılın en belirgin renklerinden, odak noktalarından biri.

Batıya dönük yaşam tarzının popüler seviyede Ajda Pekkan, Filiz Akın,Lale Belkıs, Göksel Arsoy, Belgin Doruk gibi önemli bir simgesi olan Ediz Hun’un, popüler kültür tarihimizin en önemli gerçeküstü kahramanlarından biri olarak 1963 yılından günümüze mesafeli bir saygınlıkla koruyup çoğalttığı sanatçı-halk ilişkisi hiç örselenmemiştir.

Kültürün, mazbut çağdaş Batılı erkeğin toplumumuzda en önde gelen simgesidir Ediz Hun.Ve bu simge yıllardan yıllara aynen geçip çoktan sonrasız bir hayata erişirken, Ediz Hun dördüncü, hatta beşinci jenerasyonla da televizyon kanallarında peş peşe gösterilen filmleri aracılığıyla kucaklaşmış oluyordu. Onu sinema salonlarında hiç izlememiş olanların bile ilk tercihlerinde yer alıyor olması kuşaktan kuşağa aktarılan ‘Ediz Hun Efsanesi’nin’ etkisini doğrulamaktadır aslında.

– Senaryo seçimlerinde olabildiğince özenli davranırdım. Sen de bilirsin, yılda en çok 6-7 filmde rol alırdım. (Bir hatırlatma,60’larda starların, sitarelerin senede en az 10-15 film çekmelerini hani neredeyse bir mecburiyetti.) Oyuncunun yaşı var mıdır, diyorsun Pınar. Hayır, sanat yaşla sınırlanamaz. Dünya sinemasına göz attığımızda ,örneğin, Al Pacino, Robert de Niro ve diğerleri hala kamera karşısındalar. İlgiyle, beğeniyle izleniyorlar. Şimdi bizlerin yani Cüneyt, Göksel, benim en verimli çağımız. Bütün yaşamın görüntüsü yüzümüze yansımış çünkü. Oysa hep amca, baba rolleri biçiliyor belli bir yaşı geride bırakmış oyunculara. Bu tarz projeleri, prensip olarak kabul etmiyorum. Sinemada bir yere gelmiş bir sanatçı olarak adımı riske atamam çünkü. Sonra, ben başrol oyuncusuyum..ve oyun gücümü gösterebileceğim, ağırlıklı bir ana karakteri yaşar kılabilirim ancak perdede..

-Suavi Tedü, Göksel Arsoy’un ardından sinema tarihimizde, tüm zamanların en romantik jönüydü Ediz Hun. Bu sıfat adeta onunla özdeşleşmişti. Malum imaj meselesi.

– Evet hepimizin bir imajı vardı .

– Kimi kez dayatılan bir imajdı ama bu, ne dersiniz ?

– Öyle de denebilir. Mesela hiç menfi karakter canlandırmadım. Yani bir katili, caniyi oynamam. Bir köy ağasını da. Eşkiyayı da.Yüzüm müsait değil bir kere. Evet, oyuncu her rolü canlandırır, sana katılıyorum. Ama oynamalı mıdır dersen, düşünmeli derim.

– Bildiğim kadarıyla 170’e yakın filmde rol aldınız.

– Şöyle bir genelleme yaparsak hepsi de iyi iş yapan, başarılı filmlerdi. Arada macera tarzı filmler çektiysem de hep romantik jöndüm.

-1950’lerde başlayan Yıldız Sistemi’nin son temsilcilerindendiniz. Çok sevildiniz. Dorukta kaldınız. Sinemaya ara verdiğiniz, dönemlerde bile unutulmadınız…

– Büyük sevgi ve saygı gördük halktan ve benzer bir saygıyla, muhabetle yöneldik onlara. Topluma ters düşmemeye özen gösterdik. Bu sevgi dolu iletişim katlanarak çoğaldı zaman içinde.

– Gregory Peck ve dünya sinemasının pek çok önde gelen oyuncusu gibi Ediz Hun’da ‘alaylı’ydı. İçgüdüleriyle hazırlanmıştı rollerine. Örneğin Son Kuşlar bir uçtu Hıçkırık, Yaprak Dökümü, Ankara Ekspresi, Paydos, Acımak bir başka uç.

– Katılıyorum, sinemaya adım attığımda oyunculuk eğitimim yoktu. Ayrıca sinema tiyatro eğitimi almış olup olmamak genel bir ölçüt sayılmamalı bence. Önemli olan oyuncunun kendine olan güveni, duygusal yapısını ve teknik deneyimlerini çok iyi harmanlayabilmesi…

– Sinekli Bakkal’da Pregrini, Acımak’ta Mürşid Efendi ve büyük bir cesaret örneği olarak Zeki Müren’i canlandırdığınız Çığlık Çığlığa Bir Sevda kuşkusuz ders niteliğindeki oyunculuk gösterileriydi. 1963 Kasım ayına dönsek ilk filminize. İlk kez kamera önüne geçişinize..

– Roman uyarlaması olan Genç Kızlar’ı çektik. Edebiyat Öğretmeni rolündeydim. Türkan Şoray ve Hülya Koçyiğit ile çalıştık. Filmi izlediğimde kendimi yetersiz bulduğumu, hatırlıyorum. Tam eğitimimi tamamlamak için Almanya’ya dönmeye karar vermiştim ki, film teklifleri gelmeye başladı. Sinemanın sadece bir oyun sanatı olmadığını, bir fotoğraf sanatı olduğunu da öğrendim zamanla..

– Seyirci değişti, öyle değil mi ?

– Çok daha bilinçli bir izleyici var şimdi. Daha seçici. Gerçekçi ama romantik olmayan bir seyirci. Duygusallığı törpülenmiş…

Deniz teğmeni Kenan’dan Mürşid Efendi’ye dünya standartlarında bir aktörün sinema sanatındaki izini hayranlıkla alkışlarken onun en sadık hayranlarından biri olmanın sevincini doyasıya yaşıyorum.

Fotoğraflar düşüyor tek tek. Son Mektup, Kalbimin Efendisi, Güllü, Sonbahar Rüzgarları’ndan fotoğraflar..

Hatırlamak, o melodramlarla yaşıyor olmak dünle, geçmiş zamanla düelloya kalkışmak aslında…