Ruhu olmayan insan bencildir, kincidir, sefildir. Gücünün yetmediğine yaltaklanır. Gücünün yettiğine ise zalimdir. Kurnaz sayar kendini, küçük hesapçıdır. Saldırı için en uygun anı kollar. Gücünden emin olduğunda veya karşısındakini zayıf gördüğünde saldırır.
Emeğine, işine, aşına, uğraşına…
“Sevgili Mayra”, Fatma Gülara Işık TUĞCU
Bir sanatçının sorumluluk bilinci taşıması tiyatro sezonuyla sınırlı değildir. Kendine ve haddince kanaat önderliği yaptığı topluma ve dahi ülkesine karşı; ahlaki ve vicdani mesuliyeti bana kalırsa ölünceye dek devam eder. Tiyatro sezonu sona erdiğinde “artık dilediğim gibi davranabilirim” diye düşünen sanatçı, mesleğinin etik yükümlülüklerine hiç inanmamış demektir. Ve çoğunluğun oluşturduğu vasat bilince dönük davranış biçimlerini pervasızca yineleyen, sanatçı kimliğini sona ermiş bir temsilin ardından kuliste kostümünü çıkarır gibi bundan ivedilikle soyunan bir kişi sanatçı da değildir benim nezdimde.
Elbette sanatçının bu etik yükümlülüğünün dış dünya ile olan temsiliyetinde kendini gösterebilmesi ancak aynı etik anlayışla mesleğini icra ederken de bu düsturdan uzak durmamasıyla mümkündür. Yani burada içten dışa bir yönelim, çemberin içi ile dışı arasında birbirini biçimleyen bir diyalektik söz konusudur.
Biz sanatçıların “biricik” diye tanımladığımız mesleğimize karşı ahlak mefhumundan uzak bir iş anlayışı içerisinde davranan sözde sanatçının, çemberin dışında kendini meslek onuruna yakışır biçimde temsil etmesinin olanağı yoktur. Yani şairin dediğinin aksine; sanatçı hem çemberin içindedir hem de dışında!
Diyorum ama çemberin içinde türlü ahlaksızlığı yapıp sürdürmekte bir beis görmeyip buna karşın çemberin dışında nasıl da kendini matah bir şeymişçesine görerek arz-ı endam edenler yok mu? Var. Olmaz mı? Gırla!
Tesadüf müdür tevafuk mu bilmem! Nedense meslek ahlakına sahip olmamış, olamamış ve dahası bununla ilgili hiçbir farkındalığa da kavuşamamış ve yine bununla ilgili kendinde hiçbir sorun görememiş ve pişkince ve dahi arsızca gayri ahlaki tutumlarını sürdürmekte olanlarda, sanki aynı tezgâhtan çıkmışlar gibi gözlemlediğim birkaç ortak özellik var.
Bu kimseler genelde kısıtlı yeteneğe sahiptirler. Çok dar bir bakış açısına sahip, sabit fikirlidirler ve yaratıcı düşünceden alabildiğine uzaktırlar. Buna karşın müthiş bir özgüven kisvesi altında kibir, rol inşası adı altında haddini aşan hasenat sahibi kişilerdir. Kendisi yaratıcı benliğini ve ufkunu genişletmek yerine kısıtlı yeteneğini sağında solunda var olan yaratıcı kimliklerin emeğine kastederek var etmeye çalışır. Ki buna tiyatroda rol çalmak diyoruz. Asla oynadıkları bir rolün sınırları dahilinde kalmayı kabul etmezler. Çünkü müthiş melekelere sahip olduklarını fakat rol kişisinin alanı dahilinde bu yeteneklerinin kısıtlandığına kendini ikna ederler. Kendine tanınan alan dahilinde yaratıcı bir yaklaşım getiremediği için bunu başkalarının alanlarını ihlal ederek yaparlar.
O sahnede ise yalnız o izlenmelidir. Diğer tüm oyuncular ve bileşenler onu yüceltmeli ve yalnız ona hizmet etmelidir. Asla zavallı durumuna düşmemelidir. Köleyi dahi kral gibi oynamalıdır. Bu denli rol kişisini kendi benliğine göre tartıp statü tanımayan narsist, megaloman ve bencil çırpınışlar karşısında siz ne yaparsınız? Hiç! Çünkü bu kimseler diyaloğa kapalı, iletişimsiz, bir konuda ikaz edilmeyi dahi asla sindiremeyen, sadece onu övüp yüceltici tavır ve söylemlere açık kişilerdir. Dileyen iletişim kurmayı deneyebilir. Ben cezaevine girmemek için artık denemiyorum!..
Ha keza yukarıda sıraladığım habis duygularının getirisi olarak mutlak suretle uyumsuz partnerlerdir. Birlikte bir şey etmek, eylemek, uzlaşmak, ortak bir oyun dili tutturmak hak getire! Oyun için değil kendi için oynayan, sizi de sadece kendi yüceliğine hizmet edecek bir unsur olarak gören biriyle yürüyeceğiniz tek bir yol vardır, ben o yolun nereye çıkacağını söylemeyeyim.
Kıymetli seyircilerimiz uzaktan çok sevimli ve eğlenceli görülen dünyamızın içinde gezinen bu parazitlerin damarlarında kan değil katran aktığını gördüğünde, bir şeyleri korumak ya da savunmak yine size düşüyor. Çünkü iradesi benliğinin üzerindeki kontrolünü çoktan yitirmiş bu kişiler, söz gelimi yeteri kadar parlayamadığı her an için ya partnerlerini ya da sahneye koyucuyu suçluyor. Ve bunu yaparken de çemberin içinde miyim dışında mıyım diye bakmıyor bile! Görmüyor ki! Gözüne çektiği bu perde onu olur olmaz her yerde, gıyabında insanları kötülemeye itiyor. Ne için? Beceriksizliğini ve kirli vicdanını aklamak için. Şeytan görse, “sabah sekizde gel başla” der.
Etiğin olmadığı yerde profesyonellik ilkeleri işlevsiz kalır. Sadece sanat disiplinleri için değil aşağı yukarı her meslek için geçerli olan “özel yaşamını işine yansıtmama” ikrarı, bu insanların elinde sadece birer cümle olmaktan ibaret kalıyor, anlamını ve işlevini yitiriyor. Bu gibi kimseler ikili ilişkilerinde yahut özel hayatındaki etkileşimlerinden hareketle davranıyor çemberin içinde de. Bu etkileşim olumlu da olsa olumsuz da olsa bir biçimde o dengeyi kuramıyor ve bu izleklerinin tesirinde davranarak, kimine kendince iyilik edip kimine ise müthiş bir öç ve intikam duygusu besliyor. Kendi içinde ne yaşadığı elbette o kişiyi ilgilendirir. Başka bir kişiye ya da duruma yansıtmadığı sürece! Meslek bilinci olmayan insan, kötücül duygular beslediği kişiyle olan her karşılaşmayı bir arena, bir savaş alanı, bir meydan okuma yeri olarak gördüğünden, karşısındakiyle olduğunu düşündüğü fakat yalnız kendiyle girdiği bu kavgadan kendini alıkoymuyor, koyamıyor.
Kendinden görece üstün, erk sahibi yahut karar verici bir figürle karşılaştığında, bulanık ve karanlık zihni onu yine kendi amaçlarına hizmet etmesi uğruna şeytani bir yola sokuyor. Bugün karşısında ona dürüst ve samimi olmayan bir yaklaşımla sözde saygı duyuyor, sözde değer veriyor ve bu suretle kendini vakfettiği karanlık gücün tanrısının yeryüzündeki temsilcisi, onun baş müridi ve ezeli savunucusu oluyor. Burada tapındığı figürün hiçbir önemi yoktur.
Öznesi ne sıklıkta değişirse kendi de aynı ilkesiz tutumuyla bir sonrakine uyumlanabiliyor. Uyumlanamadığı tek şey; mesleği! Ve onun salık verdiği saygı öğretisi. Bilinçli olarak, sürekli halının altına ittiği, entelektüellikten uzak kimliği ona bu davranışlarını oldukça normal hatta işinin ve işleyişin bir parçası gibi gösteriyor. Çünkü diğer yol çok daha büyük bir çaba, özveri ve iyi niyetli yaklaşım gerektirdiğinden o çoktan daha zahmetsiz olan yola baş koyuyor. Oysa bir satır Faust okusa belki tüm bunlara rağmen bir cümleden nasibini alacak. Ama bundan bilinçli olarak hapsolduğu atalet duygusuyla uzak duruyor. Kaçtığı bu öğretinin sayfaları arasında biraz olsun gezinse, onu muazzam bir cümle karşılıyor: “Sanat uzun, hayat kısa!”
Bu, namustur
Künyemize kazınmış,
Bu da sabır,
Ağulardan süzülmüş.
Sarıl bunlara
Sarıl da büyü…
Ahmed Arif
Uğraşan biriyim. Kendimi tek bir kelime ile tanımlayacak olsam bu olurdu herhalde. Kendimle, çevremle, işimle, aklımla, hayalimle, dünya ile, gökyüzüyle devamlı bir uğraş içerisinde buluyorum kendimi. Mutlak bir şeyleri daha iyi bulabilmek uğruna kavga verirken rastlıyorum kendime devamlı. Uğraşıyorum işte… Daha fazla okumaya, daha fazla birikmeye, anlamaya, anlatmaya, anlatamadıkça yazmaya; uğraşıyorum…