Şubat ayı okurluk anlamında üzerimdeki pası atabilmem için şahane fırsatlar sundu bana. Hayatınızda çocukluğunuzdan bu yana kitap varsa kitapların sizin üzerinizdeki etkisini somut anlatabilirsiniz. Her kitap, sahici bir dost ile buluşmanın ardından yaşanan doygun sohbetin tadını verir. En azından nitelikli bir okur olarak kendinize hangi kitabın iyi geleceğini bilirsiniz artık.

Benim çantamda, masamda, odamda kısacası elimin ve gözümün değdiği her yerde kitabım bulunur. Yanlış anlaşılmasın aynı anda birkaç kitap okuyabilecek kadar yetenekli biri değilim ancak okuduğum kitap çantamda, okumayı planladıklarım da zihnimdeki sırasına göre evin çeşitli yerlerindedir. Zihnim bir kitapla aralanır, kalbim o kitabın olay örgüsüyle kimi zaman sıkışır, kimi zaman büyür; yemek yaparken, ütü yaparken dahi okuduğum kitap bana eşlik eder.

Tabii bu okuma sürecim bazı günler dalgalıdır, bir oturuşta kitabı yarıladığım da olmuştur birkaç sayfa okuyup kapadığım da. 2021 yılının Ağustos ayında minik bir canlıya annelik yapmaya başladığım için bu sürecin kendiliğinden baltalandığını söylememe gerek yok sanırım.

Ancak Sezar’ın hakkı Sezar’a! Oğlum sayesinde çocuk edebiyatının derinliklerine, kendi çocukluğumdakinden daha istikrarlı dalabildim. Oğlumla birlikte o kadar nitelikli eserler okudum ki kendi çocukluğumda bu kadar nitelikli eser var mıydı acaba diye düşünmekten ve hatta kıskanmaktan kendimi alamadım. Memur bir ailenin üç çocuğundan biri olarak Ankara gibi büyük bir şehirde tiyatroya ve kitaba para harcamama olanak sağlayan ailem sayesinde eminim ben de iyi eserlerle buluşmuşumdur ama işte komşunun çimeni her zaman daha yeşil sanırım…

Çocuk edebiyatına dair hepimizin ortak noktada buluştuğu, kitaplığında mutlaka yer verdiği isimler de vardır. Bu güçlü kalemler, hepimizin ruhuna dokunmuş, kitaplığının ve hafızasının sağlam bir köşesine yerleşmiştir.

İşte bugün sizleri okurluk yolculuğumda bana eşlik eden benim için önemli bir yazarı buluşturacağım. Değerli Behiç Ak’ı bu kez yetişkin edebiyatından ağırlayacağım sayfamda.

Yirmi yıl önce yayımlanan ve bu ay yeniden Günışığı Kitaplığı etiketiyle basılan Yıldızların Tembelliği bunca yıl beklediğim için kendime kızdığım bir öykü kitabı oldu. On üç hikâyeden oluşan kitabın hikâyelerini ayrı ayrı değerlendirmeniz elbette mümkün ancak yazarın üslubuna kendinizi o kadar kaptırıyorsunuz ki kitap boyunca birbirini takip eden olay örgüsünü heyecanla takip ediyorsunuz. Soluklanarak, gülümseyerek, kızarak, üzülerek okuduğum, ismi bizimle paylaşılmayan ana karakterimizin yolculuğuna dair değerli Behiç Ak’a sorularımı yönelttim.

Keyifle okumanız dileğiyle….

Yıldızların Tembelliği, Günışığı Kitaplığı etiketiyle yeniden okurlarla buluştu. Dilerseniz röportajımıza 2000 yılında ilk kez basılan kitabınızın yeniden yayımlanma yolculuğunu konuşarak başlayalım. Yıldızların Tembelliği, nasıl bir süreçten sonra raflarda yerini aldı?

Çok sevdiğim bu kitabın uzun süredir okurdan uzak kalması bana doğru gelmiyordu. İçindeki birbirine bağlanan ve sonunda büyük bir hikâye ya da roman oluşturan hikâyeleri hâlâ çok anlamlı buluyorum ve her okuduğumda da zevk alıyorum. Yaşadığımız anın retorikleştirildiği ama hikâyeleştirilemediği bir dönemde yaşıyoruz. Yıldızların Tembelliği günümüzün hikâyesine bir yolculuk. Kimimiz “Anı yaşa!” önermesini savunuyoruz kimimizse bunun ideolojik yanını sergiliyoruz ama temel bir gerçek var ki yaşadığımız an hiç bugünkü kadar çok kıymetlendirilmemişti ve ertelenmemişti. Bu ertelemeyi meşru hâle getiren şey, hikâyenin ortadan yok olması, meşruiyetini kaybetmesi. Kitabın yeniden okurla buluşması beni birçok açıdan heyecanlandırıyor.  Birçok çocuk kitabımı basan Günışığı Kitaplığı’ndan çıkmasının da özel bir anlamı olduğunu söyleyebilirim. Onlar da ilk defa bir yetişkin kitabı basıyorlar.

Sayısız esere imza attınız. Yazdığınız her eserin okurla buluşması eminim ki keyifli, tatmin edici bir süreçtir. Tam da bu noktada, yaklaşık yirmi dört yıl önce yazdığınız bir eserin yeniden okurla buluşmasının sizin için anlamını merak ediyorum.

Aslında yazdıklarımı, çizdiklerimi oluştururken yılları hiç önemsemedim. 20 küsur yıl ile bugün arasındaki fark benim için dakikalarla ifade edilebilecek kadar kısa diyebilirim. Değişen içinde değişmeyeni arama çabasını yitirmek istemiyorum belki de bu yüzden. Aslında hikâyelerin okurla buluşması aynı zamanda benimle de buluşması demek. Bu hikâyeleri özlediğimi söyleyebilirim. Kendini, yaşadığı basit olayları dışlamadan, klişelere başvurmadan önemseyen insanlarla da buluşacağını düşünüyorum.

İsmi okurla paylaşılmayan ana karakterimizin başından geçen olaylar on üç hikâye aracılığıyla bize aktarılmış. Eser boyunca adını duymadığımız tek kişi ana karakterimiz. Ana karakterimizin ismine yer verilmemesinin özel bir nedeni var mı? Yine buradan yola çıkarak okurlarınızın bu karakterle sizin gerçek hayatınız arasında bir bağ kurabileceği düşüncesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yıldızların Tembelliği’nin öznesi “ben” olmasına rağmen bu bir anı veya hatıra kitabı değil. Ben olarak ifade edilen kişi ben değilim. Belki okuyan birçok insan kendi hayatından birçok parça bulacak ama olaylardan daha çok duyguların gerçek olduğu bir tat bırakacak zihinlerinde. Hikâyelerin, gerçek içindeki gerçekdışıyla, saçma olmayanın içindeki saçmayla ilgilenmesinden kaynaklanıyor bu. Herkesin yaşayabileceği yalınlıktaki bu öyküler, okurun bakışını kendine döndürebilir diye umutlanıyorum zaman zaman. Bu öyküleri yazarken okura, yaşadığı her önemsiz anın edebi değeri olduğunu hissettirebilmeyi istedim.

On üç hikâyeyi münferit değerlendirebileceğimiz gibi her hikâyenin birbirini devam ettirmesi de konu bütünlüğünü sağlıyor. Sizin yazım sürecinde planlamanızı merak ediyorum. Konu bütünlüğünü planlayarak mı yazmaya başlamıştınız yoksa yazım süreciniz biraz da buna mı evrildi?

Genel olarak tasarımdan kaçan bir eğilimim var. Tasarımın sanatı öldürdüğünü düşünüyorum. Oysa postmodernizm, tasarımı sanatın kendisi olarak sunuyor. Bu anlayış sanata proje denmesiyle başladı. Yazarlara, ressamlara, şairlere, “Bundan sonraki projeniz nedir?” diye soran gazetecilerin sayısı arttı bu dönemde. Yıldızların Tembelliği bir proje kitap değil, tam tersi projeden kaçış… Akıp giden ve zaman zaman birbirine bağlanan bir hikâyeler dizisi. Başlarken sonu düşünülerek yazılmadı o yüzden. Belki de bu bir sonu olmadığındandır?

Ana karakterimiz genellikle gündelik yaşamında unutkan biri. “İflah olmaz bir unutkanım ben,” diyerek çok net paylaşıyor bu özelliğini bizimle. Arkadaşının ismini dahi hatırlamayabiliyor ya da geçmişteki çok önemli anları bir başkası aracılığıyla detaylı olmasa da hatırlayabiliyor. Bir okur sezgisiyle onun hiçbir şeyi, hiç kimseyi önemsemediğini düşünmüyorum. Bencil bir yapısı yok. Peki o hâlde bu durum, kendini koruyabilmek adına geliştirdiği bir formül mü?  İnsanoğlunun kendini, psikolojisini koruma ve hayatını devam ettirebilme(!) yeteneğine dair neler söylemek istersiniz?

Yorumunuz ilginç. Unutmak bir tür dikkat dağınıklığı aslında. Giderek de çağımızın ideolojisi olmaya başladı. Aynı anda farklı düzeydeki şeylere aşırı derecede dikkat ettiren dijital iletişim oyuncakları sayesinde oldu bu. TikTok kafalı insanlar bireyselleşme süreçlerini erteleyip duruyorlar ama Yıldızların Tembelliği’ndeki unutmak biraz daha farklı sanırım. Daha doğal, manipülatif değil. Daha bireysel, kişiye özgü diyebiliriz. Günümüzün toplumsal unutkanlığından epey farklı. Kişiliğin bir parçası olanla toplumsal klişe hâline gelmiş dikkat dağınıklığı arasında aynı şeyi unutsalar bile epey fark olduğunu düşünüyorum. Unutkanlık ifade edilebildiğinde edebiyatın bir parçası hâline gelebiliyor en azından.

“Ben, tembellik etmek için yaratıldığımdan, yapmam gereken şeylerle uğraşmamak için elimden ne gelirse yaparım,” diyen ana karakterimizin açıkçası tembel olduğunu düşünmüyorum. Kendine ait meşgaleleri var, para kazanmasına engel olan ama hayallerini finanse eden meşgaleler bunlar. Kendi hayatlarımızı da düşününce para kazanabilme yeteneğimiz (ülkenin emeğe verdiği değeri düşünerek söylüyorum) sınırlı. İnsanoğlunun bir ev, bir araba, yılda birkaç gün tatil için bu kadar beden ve zihin gücünü ortaya koymasını mimarlık eğitimi görmenize rağmen kaleminizin gücünün peşinden giden bir yazar, bir aydın nasıl yorumluyorsunuz?

Herkesin bulduğu yol farklı olacaktır. Çalışkan gibi görünmek çoğu zaman tembellikten daha geri bir noktaya götürebilir insanı. Her gün, hiçbir yaratıcılığı olmayan, sürekli kendini tekrar eden bir işten para kazanmak yerine tembel bir yaratıcılık içinde olmak çok daha iyi. Zaten kahramanımızı anlatılabilir kılan da bu özelliği. Çevremiz “Ben yapmasaydım başkası yapacaktı,” diyerek yaptığı kötü işleri meşrulaştıran meslek sahibi insanlarla dolu değil mi? Ben kendi hesabıma, meslek sahibi olmak adına toplum için kötü olanı yapmayı dayatan işleri bırakmayı tercih ettim. Mesleği sorgulamak, ona yön verecek yeni kuşaklara toplumsal sorumluluklar yüklemek de mesleğin bir parçası olmalı diye düşündüm her zaman. Mesleklerimiz toplumsal yararı gözetmiyorsa onu dönüştürmenin yollarını bulmalıyız. Günümüzde kendinizi her yönden geliştirmeyen bir işte çalışmazsanız, giderek yaşam şartlarınız kötüleşir. O yüzden başkalarının isteğini yapmak yerine inat edip sadece kendi isteklerinizi gerçekleştirmeye çalışmak çok daha ekonomik.

Ana karakterimiz, Bir Düş: Şiir Bıraktırma Kursu hikâyenizde bir hanımefendiye önce “Ne yapmalıyım?” fikrinden kurtulması gerektiğini söylüyor. Haksız da değil. Hepimiz bir makine gibi duygularımızdan arınıp hedefler koyuyoruz kendimize. Bu hedeflerin gerçek kişiliğimizle uyumu ise tartışılır. Önceliğimiz kendi yeteneklerimiz, isteklerimiz olmanın ötesinde toplumsal tabakada saygı görebileceği, statü kazanabileceği, kabul görebileceği şeyler. Toplumsal kabul neden bu kadar önemli?

Toplumsal kabul ya da onay, iki zıt kutbu barındırabilir. Önemli olan yaptıklarımızın içeriği. Güç ve başarı elde etmek toplumsal onayın ilk şartı olarak görüldüğünde yaptıklarımız tam bir fırsatçılığa dönüşür ne yazık ki. Sanat için de aynı şey geçerli. Sanat, güç kazanmak için yapıldığında anlamını kaybeder doğal olarak. Aslında sanat deneysel olduğu kadar başarısızlıklarımızın da bir toplamıdır. Başarısızlıktan korkulmayacak bir alan sunar sanatçıya. Sanatçı, güç kaybetmekten çekinmeden kendini ifade etmenin yollarını bulacaktır. Daha da açık anlatırsam sanat, bir güç elde etmenin yolu değil, bir güç kaybıdır aslında.

Resim Dersi hikâyenizde bir baba, oğlunu resim yapmayı öğretmesi için ana karakterimize yönlendiriyor. Üstelik bu çocuk oldukça özgün ve babası bunu kabul etmek yerine kendi doğrusuna göre çocuğuna bir şeye mecbur bırakıyor. Çocuklarımızın bizden olduğunu ama bize ait olmadığını kabul edemeyen geleneksel bakış açımızın sonuçlarını toplum olarak yeterince yaşadığımızı düşünüyorum. Çocuklarımızı bir birey olarak kabul etmemiz neden bu kadar zor?

Kendilerini birey olarak göremeyen yetişkinler, çocuklarını nasıl birey olarak görsün? Onların, çocuklarının, kendilerini yetişkin hâle getirmelerine izin vermek bir türlü içlerinden gelmez. Kendi klişe hayatlarının çıkmazlarına onları çekip dururlar.  Hikâyemizde durum farklı tabii. Kahramanımızın ve çocuğun uyumsuzluğunun karşılaşmasının oluşturduğu mizahi bir yaklaşım var. Ama yine aralarındaki iletişimsizlik önemli bir etken. Uyumsuzluk tüm sanatların olduğu gibi edebiyatın da beslendiği temel kaynaklardan biri.

Ana karakterimizin kadınlarla ama özellikle Aylin’le ilişkisine de değinmek istiyorum. Belki de en sahici(!), karakterine en uygun ilişkiyi Aylin’le yaşıyor ancak genel olarak onu kaybetme korkusundan ona sorular yöneltemiyor. Aylin’e karşı hep bir otokontrol geliştirmiş durumda. Onu hem çok iyi tanıyor hem de bir o kadar yabancı. Bu noktada ben ana karakterimizin annesi ile ilişkisini dahi düşündüm. Aralarındaki bu ilişkilenememe problemi neden kaynaklanıyor?

Aslında günümüz ilişkilerinin belirsizlik üzerine kurulu bir yanı var. Hem her şey bütün bir ömür sürecek gibi hem de beş dakika içinde bitecek gibi… Hem müthiş bir adanmışlığın olması hem de bunu gerektiren hiçbir şeyin olmaması gibi. İlişkilerin pamuk ipliğine bağlı olması ve bu durumun korunması hâlinde ömür boyu sürmesi gibi… Aylin ve kahramanımızın ilişkisi de biraz öyle. Geçmişin belli bir kalıbı üzerinden yükselmiyor. Sadece iki insanın arasındaki ilişki. Anne ve çocuk ilişkisinden farklı biraz bu yüzden. O ilişki önceden belirlenmiş bir tipoloji içinde gelişiyor. Aslında tüm klasik ilişkilerde eşler birbirini anne ve babası hâline dönüştürür sonunda. Bu yüzden bu metafor klasik ilişkiler için hiç de yanlış değil.

Ana karakterimizin bir sohbet esnasında “Dilimizle görüyoruz. Konuşmayınca insan körleşir,” cümlesi üzerine uzun uzun düşündüm. Dilimiz, anlam yaratmadaki tek aracımız mıdır? Onu beslemenin, zenginleştirmenin yolu nedir?

Dil, düşünmek için kullandığımız en önemli araç. Ama onu nasıl kullandığımız da çok önemli. Yani bir içerik üreticisi olarak, yoksa biçimsel olarak değil elbette. Edebiyatta dil kullanımı uzun bir tartışma konusu ama dili sorgulayıcı bir şekilde kullanmayı başarırsak, önümüzde yeni kapılar açılabilir şüphesiz. Daha çok görmeye, daha çok hissetmeye başlayabiliriz. Bunun için yazmaya ve konuşmaya ihtiyacımız var. İçeriğini özümsediğimiz kavramların izin verdiklerini görebildiğimizi fark ediyoruz zamanla. Duygularımızı dille hissettirmek ise büyük bir iddia. Çünkü burada “hissettirmek” yerine “açıklamak” kavramını koyduğumuzda, bir çuval inciri berbat edebiliriz. Kavramların, anlamlarının ötesinde yan anlamları da var şüphesiz, o da hissettirdikleri. Aynı anlama gelen kelimeler, farklı çağrışımlar, yankılar, tatlar oluşturulabilir. Bütün bunlar edebiyatın temel meseleleri… Ama dil kavramı, biliyorsunuz daha geniş ele alındığında sadece kavramlardan oluşan bir yapı değil. Görsellik, müzik hatta mimarlık da bir dil oluşturuyor.  Okumak ve görmek kavramının bu yüzden çok geniş bir yelpazesi var.