“Postmodern, kuşkusuz modernin bir parçasıdır. Postmodernizm, modernizmin sonunda değil doğuşundadır ve bu durum süreklidir.”
Jean François Lyotard
mi acaba???
Umberto Eco, Batı uygarlığında poetikanın gelişim çizgisinin idealden somut gerçeğe, oradan soyuta oradan da olanaklıya giden bir yolda ilerlediğini söyler. Bu çizgide görülen en önemli biçimsel/yapısal kırılma 20. yüzyıl başlarında gerçekleşir. Bu tarihe kadar okur kendi dünyasının fiziksel koşullarına benzer bir dünyadaki kişilerin başlarından geçen ve çoğunlukla somut olayların öyküsünü okudu romanlarda. Kimi kez duygulandı, etkilendi, coşku duydu ya da şaşırdı. Kimi kez bilgilendi, ders aldı kimi kez de belki Kant’ın dediği gibi çıkarsızca beğendi. Romandaki kimi düşünsel içerikli bölümler ona yabancı gelse de onları onaylamasa ya da anlamasa da karşısındaki roman dünyası ona bütünüyle yabancı olmadı hiçbir zaman. Her şeyden önce de okurun rahatlıkla izleyebileceği bir öykü anlatılıyordu bu romanlarda. Dış dünyayla örtüşen nesnel bir anlatım tutumuyla yapıyordu yazar bunu. Dün bugün yarın zincirinin zaman dizimsel art ardalığı içinde anlatılıyordu öyküler. Aristo’dan 20. yüzyıla değin süregelen bir estetik anlayışla üretilmişti bu metinler; yansıtmacı/mimetik estetiğin dünyası içinde yaşam buluyorlardı. Görselliğin/duygusallığın/determinizmin egemen olduğu bir sanat anlayışının dünyasıydı bu. Bu dünyada soluk alan romanın ana kurgu ilkesi ise içerik öykülemekti. Mimetik estetik doğrudan içeriğin estetiğidir. İçeriğin görünen gerçeklikle örtüşmesi gerekliliği ise 18-19. yüzyıl klasisist-gerçekçi romanında neredeyse etik bir görünüm kazanır. Goethe “Wilhelm Meister” romanının başında okuruna metinde “birkaç yılı anlatacağını” haber verir. Henry Fielding “Tom Jones”ta zamanı olduğu gibi yansıtamadığı için neredeyse özür diler okurundan.
Okur; neden-sonuç ilişkisine tümüyle sadık başı sonu belli kapalı bir yapı içindeki öyküleri okumanın rahatlığını yaşadı yüzyıllarca.
Yabancısı olmadığı bir dünyada yaşayan roman kişileri ile özdeşleştirdi kendini; her şeyi bilen güçlü bir anlatıcının ve kendisine gerçeği/doğruyu/yaşamın anlamını gösterdiğinden kuşkusu olmadığı roman yazarlarının güdümünde huzurlu bir okurluk dönemi geçirdi. Böylesine güvenli bir ortamda okurun metni anlamaması onun için de kendini yitirmesi, ona yabancılaşması pek olası değildir.
Oysa 20. yüzyıla doğru katlanarak gelişen olaylar zinciri, realist/mimetik estetiğin üstünde boy attığı temeli güçlü bir biçimde sarsmaya başlamıştı. Bilimdeki/ teknolojideki akıl almaz gelişmeler ve bunun sosyopolitik yan ürünleri, insana yabancı yeni bir dünyanın konturlarını çizmekteydi. Bu yeni dünyada insanın, doğanın, kendiliğinden ve doğal olanın yerine, maddenin yönlendirdiği yeni bir değerler sistemi almaya başlıyordu. Ana ereğin, kazanmak/para/prestij/çıkar olduğu bu yeni değerler dizgisinde insancıl ölçütler, giderek daha da saldırganlaşan bir maddeler evreninde etkisiz kalmakta, arkaik/ naif bir görünüm almaktaydı. Yaşamın odağına madde egemenliğinin bir karabasan gibi çöktüğü bu ortamda emperyalist yönelimler, dünyanın dört bir yanına paranın/ gücün bayrağını dikmektedir. İnsanın ise devleşen bir teknoloji ve anonimleşen bu nedenle de daha ürkütücü olmaya başlayan güç odakları karşısında önemini iyiden iyiye yitirmekteydi. 100-150 yıl önce yeryüzünün küçük tanrısı diye tanımlanan insan; doğaya ve çevresindeki nesnelere de yabancılaşıyordu. Tükettiği yiyecekleri ancak şık ambalajlar içinde marketlerde görebiliyor, kullandığı aygıtlarla ilişkisinde ise son derece yetersiz kalıyor; televizyonu/ bilgisayarı/ arabası bozulduğunda bir uzmanın yardımı olmaksınız işin içinden çıkamıyordur artık. Kolektif üretimde ise, üretimin ancak uzmanlık dalının sınırları içindeki parçası konusunda bilgi sahibidir. Gerçeğin tümüne egemen olması söz konusu değildir onun. Yaşamsal/ somut gerçeği, birbirinden kopuk parçalar olarak algılanmaktadır. Üstelik bu parçalı/ kopuk algılayış, evindeki yaşam alanının en nadide yerine kurulmuş olan elektronik medyanın, rantı odak alarak kurgulanmış yönlendiriciliğinde gerçekleşmektedir. Medyanın, insanla yaşanılan gerçeklik arasına sokuşturduğu bu tampon gerçeklik düzlemi yüzyılın sonlarına doğru devleşir ve doğrudan gerçekliğin yerini alır. Jean Baudrillard’ın hiper gerçek dediği olgudur bu.
İnsanın gerçeğe yabancılaşması olgusu, 20. yüzyıl estetiğinin ana taşıyıcılarından biridir. Anlamakta güçlük çektiği bir dünyayla kendini özdeşleştirmekte zorlanan, ona yabancılaşan insan, yabancılaşmayı sanatsal boyuta taşır, onu bir kurgu tekniğine dönüştürür. “Yabancılaşma” böylece estetik bir araç durumuna gelir. İnsanlar, tekil ve kolektif olan, ne denli birbirine yabancı iseler o denli giz olurlar karşılıklı ve romanın çıkış noktası olan dış dünyanın deşifre edilmesi çabası, bu yeni olguya ilişkin öze yönelir. Yeni romanın anti-realist anı, onun metafizik boyutu; kendisinin ana malzemesi olan ve içindeki insanların birbirlerinden ve kendilerinden koptuğu bir “toplum” tarafından oluşturulur. Estetik aşkınlaşma, dünyanın büyüsünün bozulmasına yol açar. Adorno’nun büyünün bozulması dediği olgu, edebiyatın mimetik estetikten yabancılaştırma estetiğine dönüşümünü vurgular.
20. yüzyıl sonrası roman estetiği dış dünyayı doğrudan yansıtmaz, dış dünyadan alınmış gerçek parçacıklarıyla iç dünyayı birbirine harmanlar ve yeni bir dünya kurgular.
Bu yeni dünyada, içinde yaşanılan görüngüsel dünya yabancılaştırılarak anlatılıyordur; olayları art arda sıralayan mimetik estetiğin içerik öyküleyen kurgu dünyasından tümüyle ayrımlıdır. Yeni estetiğin postmodernist temsilcisi Susan Sontag, “bir konuşma, hareket, davranış ya da nesne en dolaysız, en yaralı, en duyarsız ifade tarzından ya da dünyadaki var oluştan ne zaman belli bir sapma gösterirse bunlara biçime sahip şeyler gözüyle, hem özerk hem de örnek şeyler gözüyle bakabiliriz.”, derken yabancılaştırma estetiğini sanatın ön koşulu olarak görür.
Yabancılaşma estetiği somut görüntüyü yabancılaştırarak yeniden kurgularken özde gerçeklikten uzaklaşmaz. Görünürde alışık olduğumuz bize yabancı olmayan bir dünyanın özünde yatan kaotik çelişkileri belirsizliği, anlaşılmazlığı gözler önüne serer. Bu nedenle de çağın insana yabancı gerçekliğiyle örtüşür. Yabancılaştırma estetiğinin pragmatik yönü ise Bertolt Brecht’le tiyatro alanında kurumsallaşır. Brecht, oyununu, dış dünyayı, yasal gerçekliği çarpıtarak kurar. İzleyicinin kendini sahnedeki oyunun bir parçası olarak duyumsamaması, kendini oyun kişileriyle özdeşleştirmemesi için yapar bunu. Çünkü onun duygusallığın esrikliğinde edilginleşmesini istememektedir. Çünkü gerçeğin izleyiciye dikte ettirilmemesine, izleyicinin kendisi tarafından bulgulanmasını amaçlamaktadır. Bin yıllardır tragedyanın hazır gerçeğini tüketmeye alışkın, kendini duygularının yönlendiriciliğine bırakmış, edilgin izleyicisi; yabancılaştırma tekniği aracılığıyla kurmaca gerçeğin büyüsünden uzaklaşır. Aklını egemen kılar, eleştirel biçimini ön plana çıkarır, dünyanın/ yaşamın/ gerçeğin özünün ardına düşmüş etkin bir izleyici konumuna gelir.
20.yüzyılın modernist romancıları birer yabancılaştırma sanatçısıdır.
Kafka’da, Joyce da metinlerini alışılmışın dışında grotesk/yabancı bir atmosfer içinde kurgularlar. Geleneksel/ gerçekçi edebiyatın ana dayanağı olan sürükleyici olay zinciri ortadan kalkmıştır. Ne Joyce’un ne de Kafka’nın metinlerinde olaya dayalı bir gerilim vardır. Oysa geleneksel romanda, olay zincirinin uzaması yüzlerce sayfalık büyük bir romana dönüşmesi bunu yaparken de yazarın, bu kapsamlı metnin tekdüzeleşmemesi için entrikalar kurgulayıp okuru ardından sürüklemesi gerekirdi. Mimetik edebiyatın bu ana ilkesine ise “içerik hayaleti” diye adlandırıyordur yabancılaştırma estetiğinin temsilcileri artık. İçerik anlatmak, görünen somut gerçekliğin, tek ya da en önemli gerçek olduğu bilincinin metne dönüşmesi demektir. Oysa yeni romancı, gerçeği, bir modeli örnek alarak yansıtmıyor, onu baştan yaratıyordur. Bu yaratma ediminde sanatçının yapabileceği tek şey; yakalayabildiği gerçek parçacıklarını, düşlerini, bilincinin/ bilinçaltının kıvrımlarından bulup çıkardığı malzemeyi biçimlendirmektedir. Yeni roman biçimci estetiğin uç noktasında filizlenir. 20. Yüzyıl edebiyatı sanat düzleminde kurguyla( teknikle/ yapıyla oynanan bir oyuna dönüşür.
Bu yeni edebiyatın amacı, bilgilendirmek, yol göstermek, siyasal ya da düşünsel düzlemde bilinç oluşturmak değildir. Yeni edebiyatla, geleneksel edebiyat arasındaki en aşılmaz uçurumdur bu. Edebiyatı, insanı/toplumu eğitme yolunda doğrudan bir araç olarak gören geleneksel bakış edebiyat ölçütlerinde görülen bu köktenci gelişmeyi asla bağışlamayacaktır. Kendini etik/siyasal/mimetik incirlerinden koparan bağımsızlaşan edebiyat, özellikle toplumcu kesimin yoğun suçlamalarına hedef olur. Özde, edebiyatın özerkliğini savunanlarla, metnin içerdiği mesajın toplum üzerindeki etkisini önemli bulanlar arasında süregelen eski bir savaşın günümüzdeki uzantısıdır bu.
Geleneksel gözlüklü edebiyatçı, yabancılaştırma estetiğinin okurun aklını karıştırdığını düşünür. Ona göre, edebiyatın ön koşulu olan yol gösterici/ yönlendirici/ eğitici boyut deneysel estetiğin avangardist biçim dokusunun kıvrımları arasında yitip gidecektir. Mesajın algılanan görüngüsel gerçeklik çerçevesinde verilmesi gerekir. Oysa yeni edebiyatçı, “sanat yoluyla edindiğimiz bilginin, bir şeyin kendisinin bilgisinden çok bir şeyi bilme biçiminin ya da biçeminin yaşantısı” olduğunu düşünmektedir.
Yeni romancı görsel/tarihsel gerçeklikle örtüşmek zorunda değildir. “Romancının bize anlattıkları doğrulanamaz; dolayısıyla da söyledikleri, anlattığına gerçek görünümü vermeye yetmelidir. Eğer bir dostuma rastlarsam ve o bana şaşırtıcı bir haber verirse, beni inandırmak için şu ya da bu kişilerin de olaya tanık olduğunu, istersem onlara da sorup doğrulayabileceğimi söyleyebilir her zaman. Buna karşılık bir yazar kitabın kapağına roman sözcüğü koyduğu an, bu tür bir doğrulamaya gitmenin gereksiz olacağını belirtiyor demektir. Anlatıcı kişileri, yalnızca yazarın bize söyledikleriyle inandırıcı olmak, yalnızca onun söyledikleriyle yaşamak zorundadır. Gerçekten yaşamış kişiler bile olsalar bu böyledir.” Böylesine özgürdür Michel Butor’un roman dünyasındaki kurmaca gerçeklik boyutu.
Geleneksel gözlüklü edebiyat anlayışının görsellik ve tarihsellik parantezine aldığı gerçeklik yeni romanda tümüyle ters yüz edilmiş gibidir. Butor’a göre “Romanda biçimsel buluş, dar görüşlü bir eleştiri anlayışının çoğu zaman sandığı gibi gerçekçiliğe karşı olmak şöyle dursun, daha ileri bir gerçekçiliğin vazgeçilmez koşuludur.” Yeni romanın gerçekliği, yansıtma değil, yabancılaştırarak yeniden kurma yoluyla oluşur. Bu yolda deneysel biçimcilikten geçer. Bireysel olgular ve içinde yaşatılan çağ koşullarının çok yönlü anlatılmasının öngörüldüğü ve 20. yüzyıl başlarına değin geleneksel/ gerçekçi romanın ön koşulu olarak işlevini sürdüren roman anlayışı zaman aşımına uğrar bu dönemde. Modernizmle başlayan bu süreç içinde tüm normları yıkıp geçen sınır tanımaz bir avangardizm sanatın da çıkış noktasını oluşturur.
“Edebiyat, ancak kendisine sınırsız hedefler koyarsa yaşayabilir, bu hedefleri gerçekleştirmek her türlü olanağın ötesinde olsa bile. Şairler ve yazarlar başta hiç kimsenin hayal etme cesaretini gösteremeyeceği girişimler tasarlamaktan vazgeçmediği sürece, bu işlevi olmaya devam edecektir edebiyatın.” Italo Calvino, edebiyatın/romanın yerleşik ölçütlerin tümüyle dışında bir alana sapma yapması nedeniyle geleneksel eleştirinin ortaya attığı “Edebiyat/Roman öldü mü?” sorusuna yukarıdaki sözleriyle yanıt veriyordur: edebiyatın/ sanatın yaşamda kalabilmesi için özünde yatan varoluş nedenini, yani yaratıcılığı yerleşik/ yasallaşmış ilkelerin dışına çekilmeksizin çıkarak koşulsuzca yerine getirmesi gerekir.
20.yüzyılın ilk yarısında modernistlerin sanatta/ edebiyatta başlattıkları estetik devrim yüzyılın ikinci yarısında da sürer.
Teknolojideki inanılmaz devinim, dünyayı 50-60 yılda tanınmaz bir duruma getirmiştir. Bir tüketim/medya/iletişim/bileşim toplumudur bu, bir High-Tech çağıdır içinde yaşanılan.
Ancak iletişim/ulaşım teknolojisinin doruğa tırmandığı, Verne’in kahramanına seksen günde dolaştırdığı dünyanın saatlerle sayılan bir zaman kesitinde turlanabildiği, telefon/ televizyon/ bilgisayar gibi aygıtlarla bireysel ya da kitlesel düzlemde tüm bilgilerin anında edinilebildiği bu üst düzey teknoloji toplumunda tüm iletişim olanaklarına karşın insanın yalnızlaşması, çevresine ve kendisine yabancılaşması süregelmektedir.
Modern sonrası edebiyatı, her şeyden önce Lyotard’ın “postmodern durum” diye nitelendirdiği olağanüstü bir toplumsal yaşamın edebiyatıdır. Ve bu olağanüstü durum da, insan yaşamının/kültürünün her alanını kapsamına alan bir gelişmedir. Ekonomi, tarih, teknoloji, psikiyatri, etnoloji, sosyoloji, pedagoji, coğrafya, dilbilim ve başta mimarlık olmak üzere tüm sanat dalları, postmodern tanımında dile getirilmeye çalışılan yaşam durumunun etkisi altındadır. Akıl almaz teknolojik olanaklarının yarattığı bileşim ortamında yaşanılan gezegensel bir kültür kargaşasının, kültürel/ulusal sınırların birbiri içinde eridiği bir dönemin adıdır postmodern. Geç kapitalizmin/ emperyalizmin ulusal sınırları aşarak, dünya genelinde uluslar üstü monopoller aracılığıyla, tüm dünya insanlığını yalnızca bir tüketici kitlesine dönüştürdüğü, tinselliğin maddeselliğe indirgemek istendiği bir tarihsel kesittir. Ancak bu yoğun bilimsel/ maddeci etki çemberi farklı bir gelişmeyi de birlikte getirir. Kimi yerde Orta Çağ’a özgü geri dincilik hortlarken, kimi yerde de dinlerin inanç sistemlerinin yıkıntıları üstünde bir ucu Uzak Doğu felsefelerine oradan kozmik inançlara uzanan bir ucu da okültizmde son bulan farklı bir mistisizm bu dönemde azımsanmayacak ölçüde yandaş bulur kendine.
Metinler arasılık ve üstkurmaca tekniklerinin sıkça kullanıldığı, modern romanlardakinin aksine özneye değil de söylemin kendisine odaklanan, tarihi gerçeklerle kurguyu iç içe vererek tarihten yararlanan postmodern roman sıra dışı kurgusuyla dikkatleri üzer ine çekmeyi başarır. Postmodern romanda anlatıcı, mekân ve zaman yapıları modern roman ve yansıtmacı romana göre ilginç farklılıklar gösterir. Postmodern romanın yazarı çoğul anlatıcı tekniğiyle okuru şaşırtırken, “hyper mekân” yapısının değişkenliği ve bir arada verilmiş farklı zaman dilimlerinin yapısıyla okuyucuyu alışık olmadığı bir âlemin içinde tek başına bırakır. Postmodern romanda anlatıcı oldukça etkin bir rol üstlenir. Figüratif kadronun önemli bir elemanı olabileceği gibi kurgunun yazılım aşamasına müdahale etmesi de söz konusudur. Sık sık fikir beyan eder ve adeta romanı yönlendirir. Postmodern romanın anlatıcısı bu yönüyle okuyucuyu peşinden sürükler, meraklandırır ve kimi zaman da gülümsetir. Postmodern romanlarda çizgisel, kronolojik zaman kullanımının çoğunlukla kırılmaya çalışıldığı gözlemlenir. “Şimdi”nin, anında aktarmanın belirgin bir şekilde öne çıktığı postmodern romanlarda zaman klasik ve modern tarzdaki romanlara oranla önemsizleştirilmiştir.
Zamana ait birimler, yani nesnel zaman -gün, ay, yıl…- postmodern romanlarda ya karmaşıklaştırılır ya kronolojisi altüst edilerek kullanılır ya da üstü örtük, belirsiz bir şekilde verilir. Bununla birlikte postmodern romanda, metnin yazılış zamanı ile kurgunun zamanı koşut kılınabilir. Daha somut bir ifadeyle metnin yazılma süreci, okuyucunun o anda elinde tuttuğu romanın ana konusu olabilir. Dolayısıyla daha önce sözü edilen “şimdi” kavramı ön plana çıkarılmış olur. Romanda vak’a zamanı, anlatma zamanı ve okunma zamanı “şimdi” de birleşir.
Postmodern romanlarda mekân olabildiğince belirsizleştirilmiştir. Bir postmodern romanda uzun uzadıya mekân tasviri yapıldığını tespit etmek imkânsızdır. Çoğu zaman mekâna ait çok genel özellikler verilir okuyucuya ve geri kalanını okuyucunun kendi zihninde oluşturması beklenir. Postmodernistlerce “hyper mekân” diye tabir edilen mekân postmodern romanlarda değişik en, kabına sığmaz bir durumdadır; belirgin bir duruş sergilemez. Postmodern roman; ilkesizliği, sınırsızlığı düstur edinmiş postmodernist düşünce tarzının kendini en iyi şekilde somutlaştırdığı özel bir alandır. Postmodern romanda kural yoktur. Okur eline aldığı bir postmodern roman içinde deneme, şiir, makale, tiyatro gibi edebi türlerin hepsini bir arada bulabileceği gibi söz gelimi mimarlıkla, tıpla ya da tarihle ilgili bir metinle de karşı karşıya kalabilir. Bu tamamen yazarın metin yazılırken metne dâhil etmek istediği unsurlarla bağlantılıdır. Postmodern romanda, o an karşınızda duran metnin yazılımı esastır. Yazarın asıl amacı okuyucunun da yadsınamaz katkısıyla bir metin oluşturmak, metnin nasıl yazıldığını izlettirmek, metni ön plana çıkarmaktır. Metinler arasılık, üst kurmaca, çoğulculuk, ironi, tarihten yararlanma, oyun postmodern romanda sıkça kullanılan tekniklerdir. Bu roman türünde anlatıcı değişken ve çoğul olabileceği gibi mekân belirsizdir ve kabına sığmaz bir yapı sergiler. Postmodern romanda okuyucu farklı zaman dilimlerini tek bir zaman içinde görebilir.
“Şimdi”nin önemli olduğu postmodern romanda, orta çağa özgü bir unsur uzay çağına özgü başka bir unsurla aynı anda, aynı mekânda yer alabilir.
Kaynakça
Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, Yıldız Ecevit
Batı Edebiyatında Edebi Akımlar, İsmail Çetişli
Türk Romanında Modernist Etkinin Boyutları, Hasan Yürek
Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Berna Moran
1987 İstanbul doğumlu. Yeditepe Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Ocak 2010 mezunu. Eylül 2014’ten beri Yeditepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde, Karşılaştırmalı Edebiyat master öğrencisi olarak öğrenimine devam ediyor. Sanatçıların kurguya dönüşen bilinçaltları üzerine tez çalışmaları yapıyor.
Okumayan insana tahammülü yok. Öğrenmenin sorgulamaktan geçtiğine inanıyor. Bu yüzden onu bir yerlerde “Neden?” diye sorarken görebilirsiniz.