Herkesin hayal kentleri vardır, gözlerini sonsuza dek kapatmadan önce bir kez olsun görmeyi dilediği. Kimilerinin birkaç, kimilerinin bin, ama herkesin en az bir. Bu kentlere bizleri bağlayan bazı temel sebepler vardır; insanı, sanatı, havası, ve bilmediğimiz bir sebepten bizleri içine doğru çekmesi. Fakat bu sebepler 21. Yüzyıl koşullarına göre kaleme alınan bir yazıda ortaya atılan sıradan sebepler. Peki ya Orta Çağ’da, bir kenti “kent” kılan en önemli şey neydi?

Kentin ihtişamı.

Orta Çağ’da bir kentin ihtişamından ne kadar bahsedebiliriz peki?

İşte bugün onu konuşacağız.

Roma ya da İstanbul gibi kentlerin ihtişamını hiç kaybetmeyeceği düşünülse de bu oldukça yanlış bir anlayıştır çünkü tarih zaten alevler içinde kalan Constantinopolis ya da katledilen halkının kanlarıyla yıkanan Roma’ya tanıklık etmiştir zamanında. Özellikle Orta Çağ gibi “karanlık” bir dönemde kentler artık bırakın ihtişamlı olmaya çalışmayı, zar zor ayakta kalmıştır. Bir gelip bir giden veba mı dersiniz, “barbar” olarak adlandırdıkları bazı kabilelerin saldırılarına uğramaları mı dersiniz, çeşitli sebeplerden ötürü nüfus zaten “bir avuç kadar” şeklinde tarif edebileceğimiz bir kitleden ibaret hale gelmiştir bu dönemlerde.

Her canlı türünün bir ihtiyaç hiyerarşisi vardır, önce kendini besleme ve barınma gelir. Tüm insanî (ya da hayvanî) ihtiyaçlarını karşılayan canlılar bu kez ruhlarını doyuracak şeyler ararlar ve bununla birlikte bilim, felsefe ve sanat gelişir. Orta Çağ’da olmasına rağmen yaşam koşulları bakımından yüzlerce yıl geriye giden Batı coğrafyası insanı iyiden iyiye üretmeyi, araştırmayı unutmuştur. O nedenle günümüzde Orta Çağ kalıntıları insanın içini karartır, çünkü var olmaya tutunmaya çalışmaktan başka bir şeyi olmayan bir avuç umutsuz insanın arkasında bıraktığı kalıntılardır onlar.

Bu üretimde gerileme nedeniyle de bir süre boyunca ahşaptan, derme çatma yapılarla idare etmişler ya da sanatsal nitelikleri olmayan yapılar yapmışlar Orta Çağ insanları. Nerede kaldı Mısır, Yunan, Roma’nın anıtsal mimarlık ögeleri? Kilometrelerce ötede, yeniden keşfedilmeyi beklediler yüzlerce sene.

Yavaştan kendini toplayan batı ülkelerinin aydınlarının karıştırdığı antik dönem felsefe kitaplarından yöntemler öğrenildi, yapı teknolojisi keşfedildi ve Roma mimarisine benzer bir şey ortaya çıkartılmaya çalışıldı, buna da Romanesk Sanat dendi. Romanesk sanat çok da nitelikli olmamakla birlikte yalnızca çeşitli kitap sayfalarından ve gidilip görülen kentlerden getirilen bilgilerle yapılan derme çatma bir sanat akımı gibi geliyor bana açıkçası. Hani pilini çıkarttığınız bilgisayarınız şarjdayken ve siz henüz yazınızı masaüstüne kaydetmemişken elektrikler gider, elektrikler saatler sonra geri geldiğinde aklınızda kalan üç beş cümleyle derme çatma bir şeyler hazırlamaya kalkışırsınız ya, aynı o biçim. Fakat bunun daha uzun bir sürece yayılmış ve yüz binlerce insan hayatını içinde barındıran hali gibi düşünebilirsiniz.

Kutsal Roma-Germen Imparatoru Charlemagne’ın Sarayı

İyi, peki Romanesk oldu da sonra ne oldu? İşte sonrası, Gotik.

“Gotik nedir yahu, sanki bir yerlerden biliyorum ben bunu” dediğinizi duyar gibiyim fakat bizler bugün 2000’lerin başında oldukça popüler olan gotik ve emo modalarından bahsetmiyoruz, hayır. Aslına bakarsanız Gotik Mimari, Roma’nın küllerinden doğan Romanesk’in ardından oraya çıkan fakat sanata yeni bir soluk getirmeyi hedefleyen bir sanat akımı. Öyle aslan yelesi gibi simsiyah saçları olan, abartılı makyajlı, file çoraplı kızlarımız gelmesin aklınıza lütfen.

İşte Orta Çağ’ın karanlığını yüksek vitraylı pencereleriyle aydınlatmak için yüzyıllarca uğraş vere vere evrilen sanata biz “Gotik” diyoruz. Aslında Gotik kelimesiyle akla karanlık, korkunç karakterler ve kasvetli kiliseler gelse de durum tam tersidir, Orta Çağ’ın bu matem havasını aydınlatmak için büyük çabalar sarf etmiş ve ihtişamını kaybetmiş kentlerin sanat anlayışına yeni bir soluk getirmiş, minik minik evlerin arasından devasa kütlelerle kilometrelerce uzaktan kendisini tanıtan kiliselerin inşasında büyük rol oynamış bir sanat akımıdır.

Peki biz bu Gotik ile Romanesk dönemi birbirinden ne ile ayırıyoruz?

Birçok kişi St. Denis Bazilika’sı olarak gösterse de bu tarihi ayrışmayı, aslında bu iki dönemi kesin bir tarihle ayırmak yalnızca kategorilendirme bağlamında, illa ki bir şeyleri bir ana başlığın altına yerleştirme çabasında iseniz işinize yarayacak bir durumdur. Onun dışında genel olarak iki dönemin aslında bir gelişim süreci içinde iç içe olduğunu düşünmek, bu sanat akımlarının doğuşu ve popülaritesini kaybedişi ile ilgili taşların yerine oturmasını sağlayacaktır.

Gotik katedralleri günümüz yapılarına kıyasla göz önünde bulundurursak gözümüze kasvetli görünseler de, o dönemin bakış açısıyla baktığınızda masif duvarları, az pencereleri ve estetik açıdan nitelikli olmayan birkaç küçük bezemesi ile Romanesk yapılar Gotik yapılara kıyasla daha kasvetli, iç karartıcı ve çığlık atarak ortamdan uzaklaşmanıza sebep olacak şekilde tasarlanmışlardır. Kalın duvarlara açılan az pencereler pek “tercihen” bu şekilde tasarlanmamışlardır, oldukça eski bir mimari teknolojinin yeniden keşfedilmesinden ötürü yaşanan çekincedir bunun sebebi. Duvarların üst örtüye yakın noktalarında açılmış 20 cm’i çok da aşmayacak yükseklikteki pencerelerin olduğu yapıların ardından, 12-13 metrelik vitraylı pencerelerle donatılmış gotik kiliseleri aradaki yüzyıl farkını göz ardı ederek karşılaştırmak elbette ki doğru değildir, bu nedenle bizler böyle bir karşılaştırmaya gitmeyeceğiz.

Gotik katedraller bir gelişim süreci içinde; daha çok üst örtünün sağlamlaştırılmasıyla birlikte yapının statiğinin güçlendirilmesinin ardından duvarlardaki yükleri azaltıp, bu duvarları taşıyıcı konumundan çıkartıp buralarda açıklıklar yaratmayı mümkün kılmayı sağlayan ve bununla birlikte yapı ölçeğini oldukça yüksek tutmayı hedefleyen bir sanat anlayışı içinde inşa edilmişlerdir. Yani bugün gözümüzün bile ulaşamadığı yüksekliklere sahip katedrallerin bu statik sağlamlığının en büyük sebebi strüktürel olarak doğru yöntemlerin denenmesi olmuştur. Tabi bu doğru yöntemler ilk deneyişte elde edilmemiştir; birkaç yüzyılı takip eden bir süreç içinde, çeşitli coğrafyalardaki çeşitli çalışmaların deneme yayılma yöntemiyle gerçekleştirilmesiyle bu noktaya ulaşılmıştır.

Belki de günümüzde bizleri tatmin etmeyen kimi mimari tasarımlardan bu tatmin olmama halimiz, her şeyin yeterince denenmemiş, sınırların aşılmaya çalışılmamış olmasıdır.

Sonuç olarak Orta Çağ’ın iç karartıcı, ruh köreltici karanlık ve buhranlı havasına ışık tutmayı sağlayan vitraylı pencereleri ile Gotik sanat aslında dönemin insanî ruhuna bir güneş gibi doğmuş ve sanatsal üretimin yeniden planlanan ve hedeflenen bir şey olarak varlığını devam ettirmesini sağlamıştır.