Bir aynanın karşısındayım, en bilmediklerimi gösteren aynanın. Bu aynanın karşısındaysam ve beğenmediklerime rağmen kucaklıyorsam kendimi? Gülümsüyorsam olduğum kadına, seviyorsam yapıp ettiklerimi, düşlerimi tek başıma. Yolumda yalnızım çünkü, yürümeliyim, kendi ışıklarımla, yeniden, yeniden keşfetmeliyim kendimi. Kimse sarılmazsa bana, ben kendim varım ya. Koşulsuz sevgi, bilmiyorum var mıdır ama en gerekli olandır. Gözlerim ağaçlarda, evet, yapraklar yağıyor gökten, sarı, ne güzeller, gri denizin üstünde deli damlalar. Yüreğimde gürlüyor gökler, yürüyünce yağmurda saatlerce, ıslanınca iyice, ıssız sokaklarda, caddelerde, hep düşlediğim o kimsesiz puslu, ıslak caddelerde, iyi geliyor gönle.

Akmayan yaşlar İstanbul gecesi gözlere, göklerden yağıyor gönlüme, tenime. Keskin kış rüzgârı ıslak giysilerimi okşuyor, bir ürpertiler dalgasındayım. “Sevmek Zamanı” filmindeki sahnelerde dolaşıyorum sanki, gri ıssızlık, deli bir yağmur, kimsesiz tekneler. Bir fotoğrafı sevmek, bir resme âşık olmak “Seni Seviyorum Rosa” filmindeki ressam gibi. Hiç solmayacak, asla aşağılamayacak, hep gülümseyerek bakacak gözler. Keats’in “Ode On A Grecian Vase” (Bir Yunan Vazosuna Ağıt) adlı şiirindeki gibi, birbirlerine dokunamayan gençler, dokunuşun güzelliğinin azalmasını yaşamayacaklar. Ama vazonun renkleri de solar, o güzel dokunulmamış dudakların kızıllığı donuklaşır, fotoğraflar sararır. Aslolan doyasıya yaşamaktır duyguları, gelecekte ne olacağını, bir gün hislerin değişebileceğini aklına bile getirmeden, zamanın delice ilerleyişini o güzel anlarda durdurarak. Ne anlamı vardır yaşamanın hislerimize kapılmıyorsak delice, yaşamak tutkuyla nasıl olur ki başka, nasıl? Yürüyorum, acı ve hüzün gözlerimde, acımı ve hüznümü kucaklıyorum, biliyorum, yüreğimde kimsenin bilmediği sevgi tarlalarını, hüzün bulutlarının ardındaki mavilikleri. İstemeden kurduğu, gözünün önünden gitmeyen hayalleri düşlerle karışıyor insanın gece, onlarla uyanıyor, gece onlarla yaşıyor, yastık o hayal-rüyalarla doluyor, gerçek hayal birbiriyle sarmaş dolaş olup acı tatlı bir benliğe dönüşüyor insan. Düşler, korkmamak benliğimizin gizli arzularından, cesaret bulduğu zaman insan, cesaretle yaklaştığı zaman olaylara, bambaşka kapılar açılır hiç kapanmamacasına. Dibi görünmeyen bir gölde, küçük bir yanlış hareketinizde devrilebilecek bir kanoya, üstelik yüzme bile bilmeden bir korku kırıntısı bile olmadan içinizde binerseniz, anlatılmaz zevk dalgalarında bulursunuz kendinizi. Kendimiz olmak değil midir aslolan şu yaşam yolculuğunda, kendimize yürüyüş, bize öğretilip bilinçaltımıza istemsizce yerleşmiş, bizi alışkanlıkların, boğucu bir rahatlığın içine durmaksızın atmaya çalışan yaşam biçimini ısrarla, yeniden reddedip bilinmezliğe, acılara, bilmenin hüznüne, kederine, aslında insan olmaya yürüyüş. Sevgili Şükrü Erbaş ne güzel söyler:

“Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan iliklerine dek kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan, umuttan, sevinçten, ne anlar? Göğü görmeden, denizi görmeden maviyi anlamaya benzemez mi bu?”

Oysa bize hep rahatlık aşılanır, evler, arabalar, dengi dengine evlilikler, binlerce yıldır süregelen gelenekler, ayrımlar, kimi seveceğimiz kararlaştırılmıştır, yaşam sonu bilinen sıkıcı bir şeydir, “insan bir halkanın zinciridir sadece”, D.H.Lawrence’ın “Lady Chatterley’nin Aşığı” kitabında Lady Chatterley’nin sakat kocasının dediği gibi, yaşam amacı soyu devam ettirmek, soy da bir gelenektir çünkü. “Ve alışkanlık, bence rastgele bir heyecandan daha önemlidir. Uzun, yavaş, dayanılan şey, bununla yaşarız… ara sıra gelen bir sancıyla değil.” Alışkanlık, ah o körleştiren, yaşamı yiyip bitiren, en çok savaşılması gereken alışkanlık ve bizi alışkanlıklara hapsetmeye çalışanlar. Yusuf Atılgan “Aylak Adam” romanında kendisine dayatılan yaşamı baştan sona reddeden birini anlatır, reddettiği için huzuru bulamayan, başkalarına göre sağlıksız bir yaşantısı olan, boşluğunu başkaları gibi alışkanlıkla unutmaya çalışmayan.

“‘İş avutur,’” derdi babası. O böyle avuntu istemiyordu. Bir örnek yazılar yazmak, bir örnek dersler vermek, bir örnek çekiç sallamaktı onların iş dedikleri… Yaşamanın amacı alışkanlıktı, rahatlıktı. Çoğunluk çabadan, yenilikten korkuyordu. Ne kolaydı onlara uymak! Gündüzleri bir okulda ders verir, geceleri sessiz, güzel kadınlarla yatardı istese. Çabasız. Ama biliyordu: Yetinemeyecekti. Başka şeyler gerekti. Güçlüğü umutsuzca zorlamak bile güzeldi.” Gerçek özgürlük, bir zincirin halkası olmayı, alışkanlık durgun gölünde çabalayıp durmayı reddetmekle başlıyor diyebilir miyiz? Alışkanlıkların aşkı, Sevgi Soysal, kendimiz olma cesaretini eşsiz cümleleri, kendi yaşantısıyla bize veren güzel yazar, ilk eseri “Tutkulu Perçem”de bu aşkı nasıl da güzel anlatır:

“Kendi sevi türkümü söylüyorum hafiften. Üzünçlü, kısık bir şarkıda birleşip güneşli baş dönmeli havalarda bırakıp gitmenin türküsünü. Vermeyi, almayı ve bir şeyler beklememeyi bilmenin, güzel bitirmelerin türküsünü. Aşkı araba beygiri gibi sırtlarında taşımayı, bir bunu bilenler yüksekten söyletmiyorlar türkümü. Somut bir yük onlara aşk. Birtakım senetler, anlaşmalar, şartlar şurtlarla yüklenilip beygirce çekilen, sonunda beygirini öldüren ya da yine şartlar, şurtlar, pazarlıklar, arttırmalar, indirmelerle beygir değiştiren bir yük. Seyredenlerde, Anadolu’nun bozuk yollarında, dopdolu yükleriyle yokuş tırmanırken acıklı homurtular çıkarıp inim inim inleyen kamyonlara bakınca duyulan iç sıkıcı üzünç duygusunun bir aynını koyan sevmeler.”                                                                                                              

Hata yapabilir insan, her adımını çok dikkatli atarsa olduğu yerde kalakalır, çemberinde dönüp durur. Hata yapabilir insan, yapmalıdır da, yolunda nasıl yürüyecek yoksa? Yüreğinde bir hançerle dolaşmayı göze almadan, o hançere ılık ılık gözyaşlarının damlamasından korkmadan nasıl göreceğiz altın ışıltılı saçlarını denize yaymış güneşi, onun gülümsemesini, nasıl duyacağız bize seslendiğini? Heinrich Böll’ün “Palyaço” romanındaki gibi “ruhsal kanama” geçirmekten korkmadan hangi tutkudan, aşktan söz edilebilir? Biz veririz başkalarına o hançeri belki de yüreğimin olduğunu hissediyorsam değmez mi bu acıya, insan olduğumu bilmek istiyorsam daima, kurallara bağlanmış sevgileri reddediyorsam? Yaşamaktan, sevmekten, gelip gelmeyeceği bile belli olmayan gelecekten korkmaları kaldırıp atıyorsam hayatımdan? Bunların getireceği yalnızlığı göğüslemeye hazırsam, o bunaltıcı alışkanlık cehennemindense yalnızlığımı kucaklayarak var olmayı tercih ediyorsam? Yusuf Atılgan bunu enfes ifade eder:

“Olanla yetinerek, aramadan, düşünmeden yaşanılsın diye yaratılmış bir dünyada yalnızdı.”

Böyle bir dünyada kendini, katıksız bir sevgi arayışı içinde olduğunu anlatmaya çalışmak da boştur:

“Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.” Sevgi, cesurca kucaklamayı göze alabilenlerin tutunabileceği sevgi.

“Bir gün sana dünyada dayanılacak tek şeyin sevgi olduğunu öğreteceğim.”

Kendi bildikleri yaşamdan başkasını nasıl da yadırgar, kendi boyalarıyla boyanmayanları nasıl da reddeder insanlar, özellikle de aileler. Hüsnü Arkan’ın “Uzun Bir Yolculuğun Bittiği Yer” adlı romanında anne babasının kendi düzenlerinde bir hayatı olmadığı için ısrarla yola getirmeye çalıştıkları oğulları onların bu arzusuna, çocuklarının kanatlarını kesmek için gece gündüz uğraşan ve bunu “sonsuz sevgi ve koruma” duygularıyla yapan, evlatlarına adeta tapan, bu tapmalarıyla kendilerini tanrılarında görmek isteyen, böylece hayatlarını anlamlı kılan ebevynlerine içinden şöyle isyan eder:

“Büyük ailemin sevgili üyeleri! Kahramanınızı doya doya bağrınıza basın!.. Ona tapın ve başınızın üstünde taşıyın! Yokluğunda biblolarıyla, idolleriyle idare edin ama varlığını kesinlikle iyi değerlendirin!.. Sıradan, düzenli bir hayatı olması için geceleri idollerini karşınıza alıp dua edin! Oyuncak gibi oynayın onunla! Yönlendirin, hizaya sokun, törpüleyin! Sağından, solundan, altından, üstünden, bıçakla, eğeyle, iskarpelayla kazıyın, yontun! Tanrınız kendinize benzeyene dek çalışmanızı sürdürün! Yüzünü boyayın, kollarını, çekiştirin, kazak örün, bıyık bıraktırın, bıyıklarını kesin! Bakınca ne görmek istiyorsanız o hale getirin! Zaten insan ilişkisi denen şey bu değil midir?”

Hazırlanmış, öğretilmiş, bilinçaltına kazınmış şeyleri reddetmek, reddedebilmek, bu gücü kendinde bulmak, Sevgi Soysal’ın başucumdan eksik olmayan “Yürümek” kitabındaki Ela karakterinin yapmaya çalıştığı gibi:

“Bunları istemiyor, bitirdiklerini, öğrendiklerini, kendisine öğretilmiş olanları, öğrenilmiş olmanın getirdiği bitmişliği istemiyor… yeni kapıları açmak gerek, yanlış kapıları, doğru kapıları, ama açmak, mutlaka açmak.” Yeni kapılar açarken geriye dönüp bakmamak belki, yürüyüp gidebilmek, yoluna devam etmede ısrarlı olmak.

“Ah niçin bir bir iz arıyoruz, niçin nedenler, sonuçlar, niçin anılan, andıkça yaşaran gözler arıyoruz? Bir yüreğin sıkılmasını, avuçların terlemesini, boğazın kurumasını, beynin çatlarcasına zonklamasını istiyoruz? Bekliyoruz. Niçin geriye dönüp bakmak; geriye dönüp bakınca arkada önemli bir şey bulmak istiyoruz?” Yaşamın değişmez ilkesi değişimse eğer, bunu bilerek, bu gerçeği yadsıyarak yaşamanın tek yaşam olduğuna inananları geride bırakarak “yürümek”:

“Ama basmakalıp bir el, bir tabağa üç şeftali koyarak durdurur bir şeyleri, durdurduğunu sanır, yan yana resimler asarak aynı yüzleri, aynı cümleleri, aynı alışkanlıkları, başlangıçları ve sonları yan yana, birbirlerini tekrarlayan, ama hiçbir şeye bütünlenmeyen ayrıntılarda durmadan gelişen, oluşan güçlerden korunmak için gülünç bir sığınak yapar, içine girer, bütün sığınak insanları gibi korkar. Ama titrer, dışarda yıkılan, değişen şeylerin ona varabilecek uzantısından.”

Yalnız mı kalacağız sığınağımızı yıkınca, ne gam, o teknenin yalnız olması gerekir belki de günbatımında, kendini, kendinle, kendinde bulmak için ve bir parça boşluk, gün ışığının dolması için. Sevgi Soysal’la el ele, aynamıza bakarak cesaretle, tebessümle:

“Yürümek, dönüp bakmamak arkaya. Arkada ne var? Yan yana asılı duran resimlerin korkutucu düşlerle yüklü can sıkıcı renklerinden başka. Susmak, tanımak, sevmek.”  

Not: İngilizce yazılarımı blogumdan https://artidelight.com/ takip edebilirsiniz.