Ille sinistrorsum, hie dextrorsum abit : unus utrique

Error, sed variis illudit partibus (Horace).

Felsefe ve Yaşamöyküleri Arasındaki Sarsılmaz Bağ

Felsefe, havada öylece asılı duran sözcüklerden ve kavramlardan ibaret değildir; aynı zamanda felsefe, bir “beden”in yeryüzündeki tüm devinimlerini (sözgelimi; coşkulu adımlarını, hüzünlü duraksamalarını, kaygılı uykularını, sabah kahvelerini, öğle yemeklerini ya da dövüşünü, dansını) konu etmesiyle sözcüklerle eşdevimli bir eylemsellik hâlidir. Böylece açıktır ki, felsefe tarihinde rastlayabileceğiniz en derin ve en ateşli karşıtlıklar − örneğin Arthur Schopenhauer ile Wilhelm F. Hegel, Jacques Derrida ile Michel Foucault ya da Friedrich W. Nietzsche ile Immanuel Kant (her ne kadar Kant’ın bundan –zamansal olarak− asla haberi olamayacaksa da) arasındaki felsefî gerilim, yalnızca kavramsal/dilsel dinamiklere bağlı değildir. Bu gerilimler aynı zamanda bedenseldir, yaşam pratiklerine yapılan atıflardır ve pratikler arasındaki uçurum, sözcükler yordamıyla tarihselleşir. Kaba bir felsefe okumasıyla bu karşı konumlanışları hemen sezebilir, hatta bunun üzerine heyecanlı bir kavramsal analize bile girişebiliriz; lâkin bu karşıtlıkları motive eden şey, −daha göz önünde olmasına rağmen− çok daha zor kavranır ve bunun üzerine konuşmak çok daha zordur. Çok ateşli bir karşıtlık örneği olarak; Immanuel Kant’ın ve Friedrich Nietzsche’nin yaşamöykülerinin izini sürdüğümüzde; yaşam pratiklerinin, felsefe yapma tarzına tesirini açık-seçik biçimde görmemiz mümkündür. Öyleyse ufak anekdotlarla başlayabilir ve bu ufak anekdotların ne denli büyük felsefî göndermeler içerdiğini hayretle seyredebiliriz.

Yurduna Kök Salan “Dakik” Filozof; Kant

Immanuel Kant’ın yaşamöyküsünden bahis açarken, onun hakkında hayret verici olan ilk şey; seksen yıllık yeryüzü konukluğu boyunca, −belki birkaç ufak ziyaret dışında− doğduğu şehir olan Königsberg’den hiç ayrılmamış ve tüm yaşamını burada geçirmiş olmasıdır. Bir filozof için −tüm felsefe tarihi göz önüne alındığında− oldukça tuhaf bir durumdur bu; kaldı ki buna “muazzam dakiklik” (öyle ki esnaf, saatlerini Immanuel Kant’ın sokaktan geçişine göre ayarlardı) ve çalışmaktan sekse hiç vakit ayıramamış ve söylenceye göre “bâkir” ölmüş olması da eklenirse, karşımızda bulduğumuz filozof portresi giderek ilginç bir hâl alır. Yine de Immanuel Kant için, “evcil” bir filozof demek haksız ve yersiz bir çıkarım olabilir; zirâ o, arkadaş toplantılarının aranan yüzü, kendisinden beklenmeyecek kadar arkadaş canlısıdır − ve abartarak söyleyecek olursak, “sevecen” bile sayılabilir. Hoş, bu arkadaş toplantılarının uyku saatini aksatacak denli uzaması Kant’ı hiç de memnun etmez, zirâ her sabah beşte uyanma âdetinden asla vazgeçemez – öyle ki hizmetkârı Lampe’nin en önemli görevlerinden birisi Kant’ı saat beşte, ne denli güç olursa olsun uyandırmaktır. Her sabah saat beşte uyanan Kant, bir yandan kahvesini yudumlarken, ders vereceği saate kadar olan zamanını yazarak ve çalışarak geçirir. Ders saati geldiğinde şaşmaz bir dakiklik ile okula gider, öğlen vakitlerini arkadaşlarıyla tertip ettiği öğle yemeklerinde ve nehir kenarında gezinti yaparak geçirir. Akşam olup uyku vakti geldiğinde ise, kendisi için hazırladığı “sıkı” bir uyku düzeneğinin içine girerek uykuya dalar. İşte –Nietzsche’nin deyişiyle− “Königsbergli Çinli”nin her günü, bu döngüsellikte geçmektedir.

Ele Avuca Gelmeyen “Gezgin” Filozof; Nietzsche

Friedrich Nietzsche’nin yaşamı ise; –Kant’ın yaşamının tam aksi yönde−, gerek bedensel, gerekse de zihinsel anlamda “savrulma”nın öyküsünü içerir. İlk savrulma, Nietzsche henüz beş yaşındayken babasının ölümüyle gerçekleşir ve bu tamamıyla zihinsel içeriklidir. Lâkin bundan sonra bedensel savrulmalar başlayacak, Nietzsche’nin ailesi (annesi, kızkardeşi, anneannesi ve halaları), Nietzsche’nin doğduğu yer olan Röcken kasabasından Naumburg’a taşınacaktır. Nietzsche daha sonra yüksek öğrenimi için Bonn’a ve oradan da henüz yirmi dört yaşında olmasına rağmen, Klâsik Filoloji Profesörlüğü görevini yürüteceği Basel’e gider. Basel’deki profesörlük yılları, Nietzsche’nin “devletsiz” yaşamının da başlangıcıdır; çünkü Basel’e gelmeden önce Prusya vatandaşlığından çıkmıştır. Nietzsche, Basel’deki profesörlük görevini yaklaşık on sene boyunca sürdürür lâkin hastalığının (ilkgençlikte yakalanmış olduğu frenginin) ilerlemesi, onu, 1880’li yılları bir “gezgin” ve bir “bağımsız filozof” olarak geçirmeye zorlayacaktır.

1880 sonrası bir yersiz-yurtsuza dönüşen ve Avrupa’nın birçok ülkesini/kentini bu yıllarda gezen Nietzsche –artık “tam savrulma” başlamıştır−; Şen Bilim, Putların Alacakaranlığında, Böyle Buyurdu Zerdüşt, Deccal gibi yürekli ve hâlen çok kıymetli eserleri de bu bağımsız yıllarda yazmıştır. Lou Andreas-Salomé ile tanışıklığı, onunla ve yakın dostu olan Paul Rée ile birlikte Avrupa’nın çeşitli kentlerine “çılgın” seyahatler ve Salomé tarafından reddedilişi de bu yıllara denk gelir. Ve nihayet, neredeyse on yıl süren bu bağımsız, yersiz-yurtsuz zamanlar, 1889 yılının 3 Ocak’ında, Torino’da yaşadığı “Büyük Zihinsel Çöküş” (meşhur hikâyeye göre; bu zihinsel çöküşten hemen önce, sahibi tarafından kırbaçlanan bir atın boynuna sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlamıştır) ile son bulacak ve Nietzsche, yaşamının son on bir senesini bir yere –ve hatta bir yatağa− bağımlı hâlde geçirmek zorunda kalacaktır. Tâ ki öldüğü sene olan, 1900’e kadar – ki bu da bir ileti içeriyor olabilir.

Uzlaştırılamaz Ayrılık; Kant Sistematiği ve Nietzsche Bozgunu

Immanuel Kant felsefesi ile Friedrich Nietzsche felsefesi arasındaki en dramatik fark şudur: Kant felsefesi, tam anlamıyla bir “sistem felsefesi”dir – ki Kant’ın asıl mucizesi de budur. Baştan sona okunduğu zaman Kant’ta, en ufak bir mantıkî boşluk ve en ufak bir çelişki bulunamaz, öncül önermeler kabul edildiğinde, mantıksal olarak öncülü izleyen önermeler artık itiraza açık değildir. Bu, bütün sistem felsefeleri için geçerlidir (Rene Descartes ya da Baruch Spinoza’da olduğu gibi) lâkin Kant bu sistemliliği en abartılı şekilde kullanan filozoflardan birisi olmasıyla şöhretlidir. Nietzsche’nin felsefesi ise bir “asistem felsefe” olarak bilinir (ki Aydınlanma sonrası felsefeleri içinde en yaygın olanıdır bu), eserleri arasında ve hatta eserlerinin kimi bölümleri arasında dahi derin çatlaklar, derin mantıkî boşluklar ve derin çelişkiler vardır – ki Nietzsche için bu gocunulacak bir şey değil, bilakis bir felsefî cesaret örneğidir. Kant’ta “devamlılık”, Nietzsche’de ise “kesik-kesiklik” esas alınır; Kant için yaşamda olduğu gibi felsefede de boşluklara ve çelişkilere ve çatlaklara yer yokken, Nietzsche’de yaşamda olduğu gibi felsefede de “çelişki” ya da çatlak yaratıcı ve özsel dinamiklerdir.

Yaşamöyküleri esas alındığında ise; Kant için bir “masabaşı filozofu” ve Nietzsche için bir “sokak filozofu” demek hiç de yanlış olmayacaktır; Kant için “çalışkanlık” başlı başına bir erdemken, Nietzsche için “başıboşluk” ya da “başıbozukluk” postmodern bir erdem olarak belirir. Yine Kant için felsefe, yükselen ve alçalan duygudurumdan azâde, tamamıyla aklın ürünü olan bir etkinlik olarak karşımızda duruyorken (Transendental İdealizm); Nietzsche’de felsefe, öfkeden, nefretten, aşktan, sevinçten, hüzünden, endişeden, hayretten, coşkudan beslenen, bu duygularla senkronik işleyen ve aklın hâkimiyetinden sıyrılıp, tümüyle istencin hâkimiyetine geçmiş bir etkinlik olarak karşımıza dikilir.

Gelgelelim, durum böyleyken bile, Kant’ı ve Nietzsche’yi ortak bir zeminde buluşturabilecek bir şey hâlen mevcut sayılır: Bu ortaklık şüphesiz ki “yalnızlık”tır. Gelgelelim Kant’ın yalnızlığı, oradalığı ve yurduna/evine koşulsuz bağlılığı ile kolayca çözümlenebilirken – “İnsan kendi evinde asla yalnız kalamaz”, Nietzsche’nin yalnızlığı bir yersiz-yurtsuzlukla ve bir kopuklukla da birleşince çok daha iç karartıcı bir hâl alabilir. Diğer her şeyde olduğu gibi; Kant bu konuda da tehlikeden uzak kalabilmiş görünürken, Nietzsche ise tereddütsüz biçimde yine tehlikenin kollarına atılmışa benzer.

Ezcüml, tüm bir yaşamöyküsü ve felsefe tarzı göz önünde bulundurulduğunda; Kant, sakin sularda kendinden emin yüzmeyi kendine yol etmişken, Nietzsche, azgın dalgaların karşısına dikilmeyi, gerek bedensel gerekse de zihinsel bir mücadeleye girişmeyi her zaman için yeğlemiş gibidir.

Not: Her ne kadar renk vermemeye gayret etsem de –başaramadığımı biliyorum−, Nietzscheyen damarlarımın çok daha şişkin olduğu hemen anlaşılmıştır. Af buyurunuz…

Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,

Camus yâr ve Nietzsche yardımcınız olsun…