“Monolog Günleri 2” kapsamında Elif Özen’in yazdığı, Ahmet Sami Özbudak’ın yönettiği Kozalak Çiçeği’ni üst üste iki kez hayranlıkla izlemiştim. 

İtiraf etmeliyim ki; tiyatro denilen o tılsımlı mucizenin on beş dakikalık bir sürede yaratılışına tanıklık etmek ve Derya Yıldırım’ın pürüzsüz oyunculuğunu izlemek beni son derece heyecanlandırmıştı.

Artık biliyorum: Onca piyeste rol almış, nice karakteri yaşar kılmış Derya Yıldırım’ı Kantocu Tamara yorumuyla da hatırlayacağım uzun zaman. Öyle yaraşmış ki role ve öylesine samimi, sıcak, sahici ki… O, nasıl desem, yüreğe seslenen sesi ve oyunculuk tekniğiyle… Burada anlatması zor.

On beş dakikaya yılları sığdırmak ve tam rolünün insanı olmak böyle bir şey işte.

Dahası insanın içinde tortu bırakan oyunlar, oyunculuklar unutulmuyor hiç.

Tamara’yı düşünüyorum şimdi. Ağlamaklı bir maziyle daha fazla yüz yüze gelmek istemiyordu. İçinin gelgitlerinden yorgun düşmüştü. Melodisinde, sözlerinde kilitli kaldığı bir iki şarkı vardı elbette. O şarkılar, o akşam bütün Balat’ta söyleniyordu sanki.

Ben bu akşam yemeğe gelemeyeceğim Tamara’da söylediği son cümle oldu…”

Ve belki de hiçbir şey kalmamıştı geriye kendisinden, hatıralardan başka.

Derya Yıldırım ile geçenlerde buluşup “Kozalak Çiçeği”ni konuştuk.

Pınar Çekirge: Bilirsin, kendisine Emma Bovary sorulduğunda, Gustave Flaubert, “C’est moi” dermiş. Sen de sahnede hayat verdiğin kadınların her biri için “Aslında o benim” diyen oyunculardansın. O karakterin ruhuna giren biri. Peki Tamara ile Derya desem, neydi benzer yanlarınız?

Derya Yıldırım: Müziği seven, müzikle aşkını ifade eden bir kadın Tamara. Tatlı bir hayal kırıklığı var ama ne tümüyle yadsımış bunu ne takılı kalmış ne de sırtını dönüp, gitmiş. Tam tersine sarıp sarmalamasını bilmiş, kabullenmiş. Elemle beslenmemiş. Elbette tutkulu bir kadın ama başını eğmemiş hiç. Hayata muzipçe yaklaşabilmiş, yaşadıklarını, dayatılan ya da önerilen kuralları fazla ciddiye almamış her defasında. Derya da böyle biri aslında. Biliyor musun Pınar, ben de onun gibi o yıllarda, 1960’larda yaşamak, o dönemde sahne almak isterdim.

Pınar Çekirge: Sekiz yıl kadar önce, Fehmi Karaarslan’nın rejisiyle sergilenen “İncognito” dışında ilk kez özel tiyatro seyirciyle buluştun sanırım. Balat semtinde eskimiş bir binanın, yer yer sıvaları dökülmüş, boyaları akmış, parkeleri çizilmiş, küçük bir odasında oynadın.

Derya Yıldırım: Yazar ve yönetmen olarak Ahmet Sami, öncelikle belirtmeliyim ki “Hayal-i Temsil”, “Mutluyduk Belki Bugüne Kadar”, “Red Speedo”,  “Gomidas”ta hayranlıkla izlediğim, takdir ettiğim biriydi. “Elimde, birkaç yıl önce öğrencim tarafından yazılmış bir tekst var, bir oku. Bakalım içine sinecek mi?” dedi bir karşılaşmamızda. Dramatik aksiyonu olan, kalbe dokunan güzel bir metindi. Dahası alternatif mekânlarda yapılan işleri de oldum olası takip ettiğimden, kabul ettim. On beş prova, iki de seyircili provayla çıkarttık oyunu. Üç günde, üst üste dört kez oynadım. İtiraf edeyim, hiç bitsin istemedim, hatta dördüncü oyundan sonra “Daha üç sona erdi, bir tane daha var değil mi?” diye sorduğum oldu.

Pınar Çekirge: Yeni sezonda sahnelenecek sanırım

Derya Yıldırım: “Aşk” başlığı altında, evet.

Pınar Çekirge: “Kozalak Çiçeği” benim de bitmesin diye izlediğim, tadı damağımda kalmış bir oyun oldu. Çerçeve sahne, dekor, ışık yok. Seyirciler kapı aralığında, bazısı sere serpe yere oturmuş, kimileri bir kanepeye ilişmiş hâlde oyunu izliyordu. Yani alışagelmişin dışındaydık. Biz de oyunun içindeydik üstelik. Pencerelerden sokağın ışıkları, sesleri dökülüyordu mekâna.

Derya Yıldırım: Dediğin gibi, oyuncu ve izleyici farklı bir deneyimin içinde olduk baştan sona. An’da kaldık. Farklı, keskin duyguları beraber yaşadık.

Pınar Çekirge: Doğru reji, doğru tekst, doğru oyunculuk diyelim. Her detayı kusursuz kılan bu üç faktör kadar mekânın yarattığı atmosferi de yadsıyamayız. Ve senin dramatik bir metni ironi katarak yorumlayışın… Oyunculukta ters köşelerde gezinmeyi sevdiğini biliyorum. Derya bir de şunu soracağım. Oyun yazarı ile aynı sahnede olmak nasıl bir duygu?

Derya Yıldırım: Elif aynı zamanda klasik kemençe eğitimi aldığından, eserin müziklerini üstlenirken “Hulusi Bey” in iç sesi olarak da oyuna katıldı. Bir yandan da yazdığı eserin sahnede hayata kavuşmasına tanıklık etti. Aslında yazar, yönetmen, oyuncu olarak kimyamız tuttu ki bu durum oyuna da yansıdı kuşkusuz.

Pınar Çekirge: Ve bu oyunda ilk kez selam vermedin…

Derya Yıldırım: Ahh, haklısın! Alkışımı aldığım ama selam vermeden mekândan ayrıldığım tek oyun. Şöyle, Tamara elini göğsüne götürür, hafifçe başını eğer ve konuşarak kapıya yönelir.

Pınar Çekirge: Derya, yeni sezonda Tamara’ya emanet edeceğinden bahsettiğin çok değerli, bir çift eldiven vardı. Bu kararın halen geçerli, öyle değil mi?

Derya Yıldırım: Tamara o eldivenlerle girecek salona. Haklısın, yıllardan sonra ilk kez onları birine emanet edeceğim.

Pınar Çekirge: Seneler içinde rengi giderek sararmış, değeri ölçülemez o bir çift zarif eldivenin öyküsünü bir daha anlatır mısın?

Derya Yıldırım: On iki, on üç yaşındaydım. Eskişehir’e Kent Oyuncuları turneye gelmişlerdi. Hiç unutmam, yağmurlu bir gündü. Saatler önce tiyatroya gelmiştim. Afişlere, fotoğraflara bakıyordum. Birden kapı açıldı: Yıldız Kenter. Elindeki şemsiyeyi zorlukla kapattı. Şöyle bir etrafına bakıp kulise doğru hızlı adımlarla yürürken beni fark edip usulca gülümsedi, başıyla selamladı. O an heyecandan ölebilirdim.

Pınar Çekirge: Sonra?

Derya Yıldırım: Adeta soluk almadan “Martı” yı izledim. İrina Nikolayevna Arkadina rolünde Yıldız Kenter’e hayran kaldım. Bir gün ben, tıpkı Nina Mihaylovna Zareçnaya gibi… Oyun bitiminde kulise gittim tüm cesaretimi toplayıp. Yıldız Hanım’ı görmek istediğimi söyledim. Birkaç dakika sonra odasındaydım. Duyduğum hayranlığı, oyuncu olmak istediğimi anlatmaya çalıştım. Sesim titriyordu konuşurken. Kendimi kötü hissettim. Sessizce dinledi beni. Sonra sarılıp yanaklarımdan öptü. Ve o eldivenleri hediye etti bana.

Kozalak Çiçeği, izlenmesi gereken özenli, etkileyici bir çalışma.