“Bu şekilde asla yaşamıyoruz, ama yaşamayı umuyoruz; ve kendimizi daima mutlu olmaya adayarak, mutlu olamamayı kaçınılmaz kılıyoruz” (1).
Wilhelm Schmid Mutsuz Olmak isimli eserinde, “Mutluluk diktatörlüğü, mutsuz olmaya pek alan bırakmıyor,” (2) diye yazar. Buradaki mutluluk diktatörlüğü ifadesi hiç de rastgele, hiç de zorlama ve hiç de abartılı gelmiyor benim kulağıma. Zirâ antik zamanlardan bu yana, gerek toplumsal yaşamda gerekse de argümantif olarak inşa edilen mutluluk diktatörlüğü, pek çok diktatörlüğün yıkıldığı bugünlerde dahi tahtını korumayı başarıyor. Çünkü mutluluk idealinden vazgeçersek, çırılçıplak ortada kalacağımıza, dehşetengiz bir boşlukta süzülmeye başlayacağımıza ve eylemsel yaşantımızın büyük bir kesintiye uğrayacağına inanıyoruz. Pekâlâ haklı korkular olabilir bunlar; zirâ mutluluk zeminini kazıdığımızda karşımıza ne çıkacağını bilmiyoruz. Fakat yine de bu mutluluk idealine bağlanışımızın zorunluluğunun nasıl inşa edildiğini bilirsek, belki korkularımızı doğru yere sevk edebiliriz. Elbette bu inşa ediş, felsefenin doğuşundan çok daha önce başlamıştı ve mutluluk idealinin toplumsal karşılığı tartışılmazdı. Fakat biz, bir hafıza aktarma enstrümanı olarak felsefenin sınırları içinde kalarak bu inşayı yeniden düşünelim. Yani hemen elimizin altında olana, antik felsefeye ilerleyelim.
Bütün Antik Felsefe boyunca (yani Thales’ten Stoa felsefesine kadar ve hatta Ortaçağ boyunca da), eudaimonizmin ya da mutluluk ahlakının hâkim olduğu söylenebilir. Demokritos’tan Platon’a, Aristoteles’ten Stoacı filozoflara kadar Antik Felsefe’de bu yaklaşımı izlemek mümkündür. Bu yaklaşım kabaca, insanın eylemsel yaşamının ve tek tek bütün eylemlerinin nihaî amacının “mutluluk” olduğunu ve mutluluğun varılabilecek nihaî hedef olduğunu ifade eder. Fakat burada söz edilen mutluluğu ya da isabetli kavramıyla eudaimoniayı; anlık, gündelik, gelip-geçici, sönümlenmeye elverişli duygulanışlarla karıştırmamak gerekir; zirâ burada ulaşılmak istenen, nihaî, erişilmiş ve kalıcı bir ruh evresidir. Dolayısıyla eudaimonia kavramı ile dünyevî hazların, anlık duygulanışların çok ötesinde bir şeyden bahsediyoruz demektir. Haz dünyevî ama mutluluk daimoniktir. Burada bahsi geçen mutluluk, ahlâkın da nihaî hedefidir. İnsan eğer ki mutluluğa ulaşmak istiyorsa, eylemlerinde ahlâkî olanı gözetmeli ve benimsemelidir. Nihayet görünen o ki, bu düşünüşün karakteristiği, “öyle erdemli ol ve öyle erdemli biçimde eyle ki, mutluluğa ulaşabilesin” önermesidir. Bu felsefî kılavuz, diğer antik kılavuzlar gibi, bir illüzyon ile bireyleri toplumlara kapatmayı hedeflemekte ya da daha insaflı söyleyecek olursak, nihayetinde bu işlevi yerine getirmektedir. Zirâ burada örtük olarak verilen buyruk şudur: “İnsan mutlu olmaya ödevlidir ve mutlu olmak için de ahlâkî standarları yerine getirmek zorundadır.” Peki ben mutsuz olmayı seçersem ya da hiç değilse mutlu olmaya, mutluluğa ermeye çabalamazsam, ne olur?
Bu, gerçekte bir alternatif bile değildir. İnsan mutlu olmaya mecbur bırakılmış bir canlıdır. Oysaki doğal durumda böylesi bir mecburiyet yoktur. Canlı varlık, varlığının olanaklarını kullanabilir ve yaşamda kalır, varlığının olanaklarını kullanamaz ve yaşamda kalamaz. Mutluluk, insansoyu tarafından canlı varlığa sonradan eklemlenmiş bir yükümlülüktür. Canlı varlığın ahlaksal yaşamı da, bu kavramsal illüzyona göre düzenlenmiştir. Bir köpek kuyruğunu hızla oraya buraya sallıyorsa mutludur; çünkü o, ondan beklenilen eylemleri yerine getirmiştir. Oysaki gerçekte olan, o, temel gereksinimlerini karşılaması için ona verilen ödevi tamamlamıştır. Mutlu ya da mutsuz sayılmaz. Sadece kendisine verilen ödevin ödülü için iştahını belirtiyordur. İnsan da bundan daha fazlasını yapıyor değildir. Daha rasyonel hareketlerle ve daha rasyonel ifadelerle bunu beklemektedir. Doğal durumda, mutlu ya da mutsuz olmak bir şey ifade etmiyorken; modern durumda ille de bir taraf olacaksak, mutsuz olmayı seçmek ne işimize yarayabilir?
Mutluluk, onun için çaba harcamamızı, ona ulaşmak için can atmamızı bekleyen, kovaladıkça kaçan, bir türlü elde edilemeyendir. Bu da insanda sürekli bir telaşa, yaşama karşı saldırganlığa, hırçınlaşmaya ve hayal kırıklığına yol açar. Oysa mutsuzluğu kabullenmek, yaşamı olduğunca yaşamak için muazzam bir fırsattır. Mutsuz olmak için herhangi bir çaba göstermenize gerek yoktur, o bir ideal değildir, sizden sürekli öne atılmanızı beklemez, öylece durmanız yeterlidir. Kabullenilen bu noktada; çıkış ve düşüş yoktur, yüksek sıçrayışlar ve sert inişler yoktur, yersiz cûşa gelişler ve düş kırıklıkları yoktur. Yaşam akar ve siz de sakin biçimde onunla birlikte akarsınız. Mutluluk gibi bir ideale ihtiyacınız yoktur ve dolayısıyla diğer tüm ideallere de. Böylesi bir durumda, yaşamınızın tek ideali sizsiniz…
Dipnot:
(1) Blaise Pascal, Düşünceler, Bölüm V, Kısım I.
(2) Wilhelm Schmid, Mutsuz Olmak, İletişim Yayınları, 2020 (12. Basım), ss. 10.
Hamza Celâleddin, 1991’de Konya’da dünyaya geldi. 2013’te Süleyman Demirel Üniversitesi Felsefe bölümünden mezun oldu ve 2014’te Konya Üniversitesi Felsefe bölümünde yüksek lisans programına başladı. 2017’de Katil Nietzsche Asker Kant, 2018’de Dehşetli Peygamber Zarif Cellat, 2019’da Nietzsche’nin Altı Günü eserleriyle birlikte; Destek Yayınları felsefe serisi için Albert Camus, Søren Kierkegaard ve Jean-Paul Sartre derlemelerini kaleme aldı. Son olarak ise Fihrist Kitap’tan Bir Otto Weininger Kritiği isimli kitabı yayınlandı. 2014’ten itibaren pek çok dergi ve online gazetede yazıları yayınlandı ve 2017-2019 yılları arasında Düşünbil Felsefe Dergisi editörlüğünü yaptı. 2019 yılından itibaren ise kendi dergisi, Henidik Felsefe ve Filoloji Dergisi’ni çıkarmaya başladı. Ayrıca bir süredir tiyatro sahnesinde Felsefe Konuşmaları yapmaktadır.