“Bir evlilik daha bitiyor. Ve Müşfik, bir kez daha evsiz, eşyasız, arabasız, tiyatroya sığınıyor. Her şeyini bırakıyor, alın be diyor, alın sizin olsun. Her şeyinden vazgeçiyor. Ama oğlundan, Mahmutcuğundan asla. Taşıyor onu her tarafa, köpek yavrusu gibi sanki, ağzında. Tiyatroda yer altındaki odasında aradığı, istediği tek şey bir araba. Onunla taşıyacak Mahmutcuğunu kırlara, ağaçlara, kuşlara,”diye anlatıyor Yıldız Kenter Hep Aşk Vardı‘da.
Fuayeye inen basamaklarda duraksadım birden. Kenter Tiyatrosuna ilk ne zaman geldiğimi hatırlamaya çalıştım. Sekiz yaşında, belki dokuz. Kafam karmakarışık. Birden Müşfik Kenter ile karşılaştım. “Sevmek Zamanı’’nda, hayata asılı kalmış bir fotoğrafa tutunan o adam bendim gerçekte. (Suret ve asıl birbirinde çözülür ya bazen.) Basamaklar bu kadar çok muydu? Başım döner gibi oldu bir an. Uzak yankılar halinde kulağıma çarpan tüm o replikler…
Akciğer kanserine bağlı gelişen enfeksiyon, demişlerdi. Yaşam kalbimizdeki sevgileri, anıları çalıyor zamanın koynuna bırakıyor hoyratça. İşte ölüm bu, diye geçiyor içimden. Uzaktan, kıpkısacık bir an göz göze geliyoruz Yıldız Hanımla.
Usulca salona geçip oturuyorum. Bu salon. Çöl Faresi, Konken Partisi, Bir Garip Orhan Veli, Aşk Mektupları, Ramiz ile Jülide… Ellerim titriyor. Tansiyonum çıkmış olmalı. Sıcak. Klimalar çalışmıyor mu ne?
Sahne. Tabutun başında Yıldız Hanım: “Salon full dolu” diyor.
“Ondan öğrendim doğallığı. Sahici olabilmeyi, gerçek olabilmeyi ve bunu büyük bir sadelik içinde gösterişsiz yapabilmeyi. Müşfik olmasaydı Kenterler olmazdı. Ona hep ihtiyaç duydum. Onu hep gıptayla izledim. İlk hocam ve ilk öğrencimdi.”
Kirpiklerinde yaşlar titreşmekte.
Sayısız oyun, turne ve ödüller. Shakespeare, Cumalı, Gorki, Çehov, Brecht, Pinter, Ionesco imzalı oyunlarda devleşen Müşfik Kenter. Ankara Devlet Konservatuarı, Devlet Tiyatrosu yılları. Oyunculuğu her zaman çok ciddi bir şaka olarak gören o büyük usta.
1932 yılında, ayan azası Galip Beyin torunu, İnönü’nün Lozan’daki özel kalemi Ahmet Naci Bey ile Olga Cynthia (Nadide Hanım)ın oğulları olarak; Üsküdar’da, cevizli bahçedeki evde doğduğu zaman: Bu senin bebek olacak, demişti Nadide Hanım kızı Yıldız’a.
“Benim bebeğim,” diye mırıldandı Yıldız Kenter. “Öyleyse onu alırım, sokağa çıkarırım. Bakın, bakın bu benim bebeğim. Sıkıyorum, mıncıklıyorum, yanaklarını ısırıyorum, seviyorum. Avaz avaz bağırıyor. Annem pencereden bağırıyor: Nii götüruyooosınız, o çucuku sokatta ! Brak brak ciyurım sana, brak!”
Müş bebeği yolun ortasında bırakıp kaçıp saklanıyor Yıldız Kenter.
‘Arzu Tramvayı‘nda buluyorum kendimi. Stanley de harikalar yaratıyor Müşfik Usta. Ama tanışmamız daha önceye dayanıyor. Radyo günlerine. ‘Uğurlugil Ailesi’ne. Sonrasında “İnsan Denen Garip Hayvan” da ilk izleyişim. ‘Van Gogh’, ‘Bodrumdaki Pencere’, ille ‘Vanya Dayı’da yaşar kıldığı Astrov karakteri anılarıma sızmış. Hiç eskitememişim Astrov’u içimde.
1959’da Muhsin Ertuğrul’un ardından Devlet Tiyatrosundan istifa edip İstanbul’a yepyeni bir maceraya adım atış. Site Tiyatrosu, derken isim babalığını Lütfü Akad’ın yaptığı Kenter Tiyatrosu. Nefesle, terle inşa edilen o güzelim bina. Arada sinema filmleri. “Murtaza”, “Bozuk Düzen”, ‘Sevmek Zamanı’ ile doruklarda bir oyunculuk performansı… Elleriniz hep tertemizdi Müşfik Bey. Ödün vermeyen o soylu duruşunuzla hep tertemiz kalabildiniz. Nice sıkıntılar, acılar çekseniz de hiç eğilmediniz.
“Ölünce ne diyecekler? Muhtemelen; ölüm sana yakışmadı. Normal tabii, dirimizi beğenmediler ki, ölümüzü beğensinler.”
Elimi havaya savura savura boş verin, desem de. Bu cümle sarsıyor beni. Eski bir hüzünden, çok ötelerde kalmış elemlerden ödünç aldığım tüm o zehirli içe çekilişleri hatırlıyorum tek tek. Geriye doğru yaşamla hesaplaşma mı bu? Hayat aynasında kendimi seyretme isteğimi bir kez daha? Kanaviçe gibi işlenmiş tüm o roller. Yaşar kıldığı her karakteri üç dört adım ileriye taşıyan o eşsiz sahne dehası, tılsımla sarmalanmış yetenek. Can ipliğine hüzün dizen o mavi gözler . Aşklar, evlilikler, alkol bulanığı akşamlar. Hep o arayış, o telaş dolu arayış. Mutsuzluklar (bilirim hüznün ardında hep ayna vardır), bir anda yere çalınan emekler, hep yeniden başlayışlar. Dünya standartlarında bir aktör. Bir dönem. Bir tarih. Sesiyle, bedeniyle ruh üflediği hayatlar. Kahramanlar.
Tekdüze, hepsi yek diğerine benzeyen hayatlarımıza tuttuğu o sonsuz ışık. Haydi itiraf edelim, ölümle yaşamın arasındaki o dantelli, oyalı sınırlarda beraber dolaştık kimi zaman. Avukat Jerry, Hamlet, Sustalı Mack, Van Gogh, Percy olduk birlikte. Bir ömrü paylaştık, zehir zemberek lezzetlere de uyansak gülümsemeye çalıştık. Yanımızda olduğunuz için. Duygu dünyamızın dekoratörüydünüz ve hep öyle kaldınız. Unutmak istediğimiz şeyleri, korkularımızı örneğin, bize hatırlattınız. Çağına tanıklık etmiş, çağının ötesine geçebilmiş, ne şimdi, ne yarınlarda karşılığı olmayan bir aktördünüz.O sınırsız sahne sempatisi…
“Salıncakta İki Kişi” turnesinden kazandığımız para ile açıyoruz Site Tiyatrosunu. Otuz beş bin lira. Oha! Amma para. İlk defa görüyoruz bu kadar parayı bir arada. Sayıyoruz, sayıyoruz Müşfik’le, iki deli, kahkahalar atıyoruz. Kendimizi bir şey sanıyoruz”, diye anlatıyor Yıldız Kenter.
Müşfik Kenter sahnenin tam ortasında o tabutun içinde mi gerçekten? İnanması, kabullenmesi o kadar zor ki. Peki helal etmiş midir hakkını bize, diye düşünüyorum. Gerçek değerleri, sanatçıları yadsıyıp kendine tiyatrocu unvanı veren panayır soytarılarını alkışlayıp baştacı ettiğimiz için ? Onca ödenemez gönül borcumuzla geldik bu veda törenine Müşfik Bey, affedin hepimizi. Hakkınız çok. Yine de helal edin. Olmaz mı? Oynadığınız, yönettiğiniz, yaşam üflediğiniz onca karakter adına, yetiştirdiğiniz, var ettiğiniz yüzlerce öğrenci adına, eğittiğiniz biz izleyicileriniz adına helal edin.
Tamam, eşinize arkamdan kimsenin konuşmasına izin vermeyin, demişsiniz. Ama o kadar ani oldu ki, çekip gitmeniz. Bakın sezon açıldı bile. Şimdi sizi izlemek için…
“Çok büyük bir acı var içimde, taş gibi,” diyor Kadriye Kenter. “Ancak çok huzurluyum. Çünkü ona hayatımın güneşi olduğunu ömür boyu söyledim. O da bana söyledi. Son anımıza kadar. Sizler için teşekkür ettim ona..”
Bizler için, hepimiz adına teşekkür edildi demek. Tek tek, sırayla sahneye doğru ilerliyoruz. Gözlerimin yandığını hissediyorum. Yıllar boyunca bu sahnede izlediğim o büyük, o eşsiz aktörün tabutunun yanındayım işte. Usulca dokunuyorum tabuta. Hayata sizinle teşekkür ediyorum, diye fısıldıyorum.
İşte gün batımı, işte birazdan akşam. Safkan bir aktörü anlatmak isterken, dakikalardır sadece kekelediğimin farkındayım. O uçsuz bucaksız sahne dehasını, o has oyuncuyu sözcüklere dökmek o kadar zor ki. Açık kalmış pencereden tüller dışarıya uçuşmakta. O ses, kenarları yıpranmış fotoğraflar, afişler, replikler, bir gövdeye sığdırdığı yüzlerce biyografi, nasıl desem, sanki hayatın her yerinde inceden bir sızı var şu an. Tülay Bilginer haklı: “Geride nefes bırakan hiç kimse ölmüyor.”