Tarih 24 Aralık 2014. Gecenin bir vakti, ekrana düşen notla irkildim: “Halit Akçatepe’yi kaybettik.” Donakaldım. Seren direkleri kırılmış bir gemide, Alaeddin’in yitirdiği lambayı arıyor gibiydim sanki. Zemheride karayelin önüne kattığı buzlu bir yağmur taneciğinden farkım yoktu o an. Hatırladığım, gökyüzüydü. Ağırdı, kurşuniydi. Bütün o filmler geçti gözümün önünden… Başım dönüyordu. Buz gibi bir sessizlik.

Muhsin Ertuğrul “Sıtkı’nın oğlunu getirin,” dediğinde, beş yaşındaymış Halit Akçatepe. Sene 1943. Ferdi Tayfur’un Muhsin Ertuğrul ile beraber yönettiği Nasrettin Hoca Düğünde ile başlamıştı sinemaya. On iki yaşına gelinceye kadar neredeyse otuza yakın filmde rol almıştı. Anne, babası; Leman ve Sıtkı Akçatepe de zaten sinema, tiyatro oyuncusuydu. Zor, sıkıntılı, yokluk dolu günlerdi. Babası, oğlunun tiyatro oyuncusu olmasına pek razı değildi aslında. Şehir Tiyatrosu Çocuk Bölümü’ne yazdırdı yine de Halit Akçatepe’yi. Cyrano de Bergerac’da oynayan üç çocuktan biriydi. Sahnenin o peri tozu katılmış kokusunu içine çekti derin derin. Garip bir mutluluk duydu, sevinçle kuşatıldığını hissetti. Madem,”Sıtkı’nın oğlunu getirin,” demişti Muhsin Ertuğrul.

Saint Benoit Lisesinde okurken, bir kez daha tiyatroyla ilgilenmeye başladı usulca. Yeşilay’ın Yeşil Sahnesinde alkışını aldığında artık çok geçti. Dünün çocuk oyuncusu bu kez tiyatroya kesinkes adım atmıştı işte. Geri dönmeyecek, her türlü güçlükle mücadele edecekti. Profesyonel olarak Oda Tiyatrosunda Sel piyesiyle izleyicinin karşısına çıktığında, yirmi iki yaşındaydı. Sonrasında hep tiyatro oldu hayatında. Upuzun turneler, alkışlar oldu. Düşü, düşüncesi tiyatro olan gerçek bir oyuncuydu o her zaman. Kim bilir hangi esas yalnızlıklardan, meçhul tenhalardan çıkıp gelmişti. Herkesin bir şekilde, çok şekilde, her şekilde yaşadığı ödeşmelerden, kıyamlardan, acılardan, düşbozumlarından da. Evet, alaylıydı. Konservatuvar eğitimi almamıştı. Ne öğrendiyse ustalarından öğrenmişti. Sahnede izleyerek, deneyerek, çok ama çok çalışarak öğrenmişti.

Sadık Şendil, “Filmde oynar mısın,” diye sorduğunda,bir an düşünüp neden olmasın demişti. Bir Varmış Bir Yokmuş, Üç Arkadaş, Beyoğlu Güzeli, Sev Kardeşim, Ah Nerede, Salak Milyoner, Köyden İndim Şehre, Canım Kardeşim, Tatlı Dillim, Yaşar Yaşamaz, Oh Olsun, Süt Kardeşler, Feryat, Yalancı Yarim, Mavi Boncuk, Şabanoğlu Şaban, Bizim Aile… Her defasında hayatını katlayan, unutulmaz roller. Mıstık, Ramazan, Güdük Necmi, Gayret, Halit ,Ferdi Haznedar ve diğerleri.


Emel Sayın, Filiz Akın, Hülya Koçyiğit’in kekeme, sevgi dolu dostları, sırdaşlarıydı Halit Akçatepe; Adile Naşit ile Münir Usta’nın ve dahi Şükriye Atav ile Fabrikalar Fabrikatörü Hulusi Kentmen’in oğulları. Kemal Sunal, Tarık Akan, Ayşen Gruda’nın Hababam Sınıfı’ndan arkadaşları Güdük Necmi. (Biliyorsunuz değil mi, Güdük Necmi aslında Rıfat Ilgaz’ın ta kendisiymiş meğer.) Dahası Kemal Sunal’ın sütkardeşi, Şener Şen’in kurnaz yaveri…

Her rolü alıp yorumlayışı, kar taneleri gibi, benzesizdi bir diğerinden. İndirgenmiş, eksik bırakılmış hayatlarımıza ışık tuttu hep Halit Akçatepe. Dahası, sahne/sinemada bir oyuncunun varoluşu üzerine söyleyebileceği son sözdü, her yaşar kıldığı karakter… Bir tür yaşam yolculuğuydu bu. Sayısız biyografi vardı geçmişinde. O gerçek bir aktördü çünkü. Büyük harflerle aktör! Bir usta. Az bulunur bir sahne, beyaz perde, izleyici uyumu, bir doğru kimya, bir kusursuz birleşim…

Ekranda beliren yazıyla kendime geliyorum. Ölüm haberi asılsızmış. Halit Akçatepe sapasağlammış. Seviniyorum… Çok seviniyorum. Ömrüne ömür katılsın, diyorum.

Yanağıma bir damla düşüyor ansızın. Ürperiyorum. Dudaklarının kıyısında gülümsemeye benzer bir seğirme. ‘Şahları da Vururlar’ da izlemiştim Halit Akçatepe’yi ilk olarak. Tuncay Özinal Tiyatrosunda defalarca. Sahne büyüsü olan aktörlerdendi, bambaşka bir ışığı vardı. Daha antresini yaptığı an patlardı alkışlar..

Evet, şimdi çok daha iyi anlıyorum; o siyah beyaz, sonrasının renkli filmleri gerçekte sevgilerimizi, tüm duyarlılıklarımızı emanet ettiğimiz mecralardı. Hislerimizi, romantizmi en cesur perdeden yaşadığımız bir dönemdi o yıllar. İçimizdeki derin krater çukurlarını, fay yarıklarını gözyaşı ve en içten kahkahalarla dolduran… Hüznün acıyla, hasretle ustaca yoğrulduğu o güzelim filmler. Hayatı bir sinema filmi gibi yaşıyorduk sanki. Gördüğümüz düşlerin, gerçek hayatla örtüşmediğini ayrımsadığımızda ise artık çok geçti… Geç kalmıştık. Tıpkı Alice’in tavşanı gibi. Bir dakika için çoook erken ve o tek dakika için her zaman çok geç. Aksamış. Bir yerlere takılı, unutuluvermiştik. Uşak Firs ile aynı yazgıyı paylaşmamız kaçınılmazdı artık. Ötelerden balta sesleri geliyor, vişne bahçemiz talan ediliyordu. Ranevskaya Bahçesi’nde vişne ağaçları çiçek açmayacaktı bundan böyle, biliyorduk. Lyubov Andreyevna Ranevskaya, Nina Mihaylovna Zareçnaya, Sofia Aleksandrovna’nın, seslerine eşlik ediyordu iç yalnızlığımız. Elem bir yumak halinde boğazımızda düğümleniyordu. Gözyaşı kokuyorduk. Ve o filmler. Peliküre düşen tüm o hayaller.

Hafize Ana elinde kampana hızla merdivenlerden inerken; Güdük Necmi, İnek Şaban, Tulum Hayri, Damat Ferit, Kel Mahmut’un hışmına uğramamak için alt bahçede gizlice sigara içiyorlardı. Badi Ekrem’in dersini nasılsa kaynatırlardı. Paşa Nuri yazılı yoklama yapacaktı oysa. Bu defa kurtuluş yok gibiydi. Belki Güdük Necmi kurtarabilirdi tüm Hababam’ı. Zaten üzüm hoşafına bahse girmişlerdi, okuldan kaçacaklardı öğleden sonra. Fener’in maçına gideceklerdi. Bacaksız Tuncay’a rezil olmak da vardı sonunda. Varsın olsun.

Pencereyi araladım, hüzün gecenin karanlığını adeta kıpkızıl bir yangınla küle çevirmekte. Hatıralarımın agorasında gülümseyerek bana bakan, Halit Akçatepe imzalı bir fotoğraf. Küçücük bir çocuğun yüzü kadar lekesiz, masum. Bir şarkının melodisi kadar içime işleyen.